Sosyologlar

Tarihsel Materyalizm Marx ve Engels

Ekonomik determinizm GELİŞİM

Ekonomik determinizm

Halen hararetle tartışılan önemli bir konu, tarihsel materyalizmin temel unsurunu oluşturan ekonomik determinizmidir. Bu teorinin kaba yorumlarına göre:

  • Ekonomik altyapı diğer her şeyi belirler, siyasal, toplumsal ve ideolojik faktörler tamamen ekonomik faktörlere bağlıdır ve ta­rihte hiçbir bağımsız nedensel etki yoktur. Tüm toplumsal ça­tışmalar, kurumlar ve davranışlar ilgili ekonomik gelişme evre­sine göre açıklanabilir.
  • Üretim tarzları ekonomik gelişme evrelerini açıkça belirler ve her toplum sosyalizme giden aynı yolu izlemek zorundadır.

Çoğu sosyolog ve tarihçi, siyasal ve toplumsal güçlerin toplumsal değişme üzerinde ekonomik güçler kadar etkide bulunabileceğini söyleyerek, bu determinist ve basitleştirici analizi tamamen reddet­miştir. Özellikle Max Weber, Protestan Ahlâkı terimini kullanarak, Sanayi Devrimi gibi en temel toplumsal değişme biçimlerinde kültü­rel faktörlerin önemini aydınlatmaya yöneldi. Geçmişin ve günümüz toplumlarının ayrıntılı analizi tarihin beş üretim tarzına ayrılmasının oldukça basitleştirici bir girişim olduğunu göstermiştir. Rusya ve Çin gibi günümüz toplumlarının sınaî gelişme biçimi, ilk dönemindeki bırakınız yapsınlar (laissez-faire) uygulaması olmadan da kapitalizmin ortaya çıkabileceğinin açık kanıtıdır. Ortodoks Marksizm’in zorlama­ları ve tarihsel materyalizm adına yapılan insanlık dışı uygulamalar bizzat Marksizm içinde ekonomizmin köklü bir eleştirisine yol açtı. Bazıları, sözgelimi Frankfurt Okulu, daha hümanist ve esnek bir yo­rum için genç Marx’a yöneldi. Diğerleri, örneğin Louis Althusser ve yapısalcı Marksistler onu daha bilimsel kılmaya çalıştılar, ancak iki Marksist düşünce okulu da geç kapitalizm döneminde siyasal ve özellikle kültürel faktörlerin önemini daha belirgin biçimde vurgula­dı.

Bu tartışmanın nedeni, kısmen Marx ve Engels’in yazıları ve bir öl-

çüde Marx’ın çalışmasının tamamlanmamış olması ve sürekli reviz­yona uğramasıdır. Marx’ın stili, dogmatizmi ve bilimsel kesinlik iddia­ları, hepsi, bu ekonomik determinizm izleniminin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Örneğin o, söze “insanlar kendi tarihlerini yaparlar” diye başlar, “ancak bunu kendi seçmedikleri koşullarda gerçekleştirir­ler” diyerek bitirir.

Bununla beraber, Marx ve Engels kendi tarihsel materyalist teori­lerindeki ekonomik determinizmi birlikte reddetmişlerdir. Engels onun sadece bir ‘araştırma ilkesi’ olduğunu öne sürdü ve hatta kendi zamanında geliştirilen bu ham yorumlara karşı saldırıya geçti.

Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte nihaî belirleyici unsur gerçek hayatın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını iddia ettik.

… Birisi bu ilkeyi ekonomik unsurun tek belirleyici faktör olduğu biçiminde ifade ediyorsa, söz konusu önermeyi anlamsız bir iba­reye dönüştürmektedir. Ekonomik durum temeldir, ancak üstya­pının farklı unsurları da… tarihsel mücadeleyi etkiler ve çoğu ör­nekte onların biçimini belirlemede üstünlük kazanır. Bütün bu sonsuz tesadüfler topluluğunun ortasında, bütün unsurların – ekonomik hareketin nihayetinde bizzat kendini zorunlu olarak dayattığı- bir etkileşimi söz konusudur (Carver, 1981).

Engels, sonraki yazılarında tarihte fikirlerin etkisine daha fazla destek verirken, Marx sosyalizme doğru sadece Sovyet tipi bir gidiş ihtimalini değil, barışçı, demokratik bir yolun da mümkün olduğunu kabul etmiştir. Bu tartışma tarihsel materyalist teoride ve genel ola­rak Marksizm’deki, onu hem bir teori hem de devrimci bir kılavuz olarak alma çabasından kaynaklanan temel bir anlaşmazlığı yansıtır. Tarihsel materyalizm doğru ve sosyalizm kaçınılmazsa, siyasal faktör­ler ekonomik gelişmeleri ikincil konuma itebiliyorsa, o halde niçin devrimci eyleme katılalım?

Engels, bilimsel terminoloji ve kavramları daha fazla kullanarak ve diyalektik materyalizmin “doğa, insan, toplum ve düşüncenin genel hareket ve yasalarının bilimi” olduğunu iddia ederek bu determinist izlenime katkıda bulunmuştur. Marx, en azından daha az determinist havasıyla, şu cevabı verecektir: ekonomik gelişmeler insanlara sadece değişmeyi fiilen gerçekleştirebilecekleri bir çerçeve sağlar. Bu yüz­den, sınıf mücadelesine girmemek toplumsal ilerleme için engel teşkil edecektir.

Devletin rolü

Gelişmiş kapitalist ülkelerde, özellikle sosyalist toplumlarda, devlet ortadan kalkmak yerine büyümüş ve müdahalelerini artırmıştır. Kapi­talizmde devlet, ekonomiyi düzenleyen ve fiziksel egemenlikle kal­mayıp ideolojik egemenliği de sağlayan temel siyasal bir güç haline gelmiştir. Ekonominin bu siyasal egemenliği merkezi-plâncı ekono­milerde çok daha kapsamlıdır; ve aksi yöndeki ideolojik iddialara rağmen, devlet insan haklarını geliştirmekten çok baskı altına alan baskıcı totaliter bir gücü oluşturur. Marx ve Engels’in devlet konu­sundaki ve onun ya yönetici sınıfın sağ eli ya da basitçe özel bir sını­fın çıkarlarından ziyade sistemin çıkarlarını koruyan bir arabulucu olarak rolü hakkındaki görüşleri savaş sonrası Marksizm’de, özellikle Gramsci, Poulantzas ve Miliband’ın yazılarında görebileceğimiz kap­samlı bir tartışmaya yol açmıştır.

Sınıflar arası kutuplaşma

Gelişmiş kapitalist toplumların iki ana sınıf temelinde kendi içlerinde kutuplaşacakları öngörüsü açıkçası gerçekleşmemiştir. Daha ziyade aksi olmuş, orta sınıflar gelişmiş, işçi sınıfı küçülmüş ve tüm sınıfsal yapı yaş, cinsiyet ve ırk gibi ekonomik-olmayan tabakalaşma biçimle­rinin etkisiyle kendi içinde parçalanmaya uğramış ve ufalmıştır.

Bunun yanı sıra, işçi sınıfı birlik bilinci ve devrimci bilinç geliştir­mekten uzak olarak, büyük ölçüde muhafazakâr bir yapı sergilemiştir. Yirminci yüzyılın ‘komünist’ devrimleri zengin sanayileşmiş Batıda değil, aksine Doğunun ve Üçüncü Dünya ülkelerinin tarımcı toplum- larında, çoğunlukla ekonomik devrimlerin değil siyasal gücün etkisiy­le ortaya çıkmıştır.

Üretim tarzları

Bir tarihsel gelişme analizi olarak üretim tarzı fikrini gerçek toplumla- ra düşünüldüğü şekliyle uygulamak kolay değildir. Bu şemaya çok az toplum tamamıyla uyar. Çok azı kelimenin gerçek anlamında kapita­list veya sosyalist olarak nitelendirilebilir. Bu problemi Marx bile ka­bul etmiş ve karma ekonomilerden ve hatta bazı toplumların “büyük bir adım atarak Sosyalizme giden ara evreyi atlamaları” ihtimalinden söz etmiştir. Yirminci yüzyılın Komünist toplumlarının ne sınıfsız ne de özgürleştirici oldukları, aksine her zaman görülen acımasız ve otoriter bazı rejimlere yol açtıkları görülmüştür. 1980’lerde Doğu Avrupa’da sosyalizmin çöküşü Marksist ideolojinin yetersizliğini ve Batı kapitalizminin üstünlüğünü gösterir gibi görünmüştür.

Ancak Marx’ın yazıları onu eleştirenlerin varsaydıklarından daha olgun, daha gelişkindir. Yabancılaşma üzerine erken dönem çalışma­sı onun bilinçli insan eylemine ve fikirlerin gücüne olan ilgisini yansı­tır. Onun diyalektik metodolojisi doğası gereği esasen determinist değildir ve Marx her zaman “insanların kendi tarihlerini yaptıklarını, tarihin kişisel-olmayan güçlere göre değil, aksine insanın amaçlı etkinliğine göre açıklanabileceğini vurgulamıştır. Gelecek komünizm ihtimalinde yatar, ancak sadece uğruna mücadele edildiği sürece.

Marx’a eleştirilerin çoğu daha ziyade taraftarlarından ve onun yo­lunu izleyen Marksist okullardan, onun sonraki çalışmasının yapısal ve ekonomik determinizminden yararlananlardan (Althusser) ve savaş-sonrası kapitalizmi üstyapı ve kültürel alanın ideolojik kontrolü temelinde açıklamaya çalışanlardan (Frankfurt Okulu) gelir. Marx ve Engels, temel ve üstyapı arasındaki ilişkinin katı olmaktan ziyade daha kompleks olduğunu öne sürerek, bazı Marksistlerin benimseme eğiliminde olduğu bir ekonomik determinizm biçimi olan ‘kaba’ materyalizmden kendilerini uzak tutmuşlardır. Ancak Marx sonraki yazılarında gelişmenin nesnel yasalarına odaklanarak ve “hayat bilinç tarafından değil, aksine bilinç hayat tarafından belirlenir” (aktaran, Svvinglevvood, 2000: 39) sözleriyle, daha bilimsel ve yapısal bir yakla­şımı benimsemiştir.

Marx’ın kapitalizm analizi, tarihsel bir örnekten ziyade bir ideal tip olarak kapitalist ruhun temel karakteristiklerini betimlemeye çalışan soyut bilimsel bir analizdir. Maoc’ın analizinin merkezini, belirli bir üretim tarzının yarattığı toplumsal ilişkilerin -kapitalizmdeki sermaye ve emek, burjuvazi ve proletarya arasındaki ilişkinin ve mülk sahipliği ve özel mülkiyet üzerindeki temel sınıf çatışmasının- betimlenmesi oluşturur.

Marx’ın kapitalist toplum üzerine ilk sınıf analizi nispeten basit, iki boyutlu bir analiz olsa da, o daha sonraki yazılarında küçük üreticiler, küçük burjuvazi, idareciler ve hatta ideolojik veya entellektüel sınıfla­rı da içeren çok daha kompleks bir yapının varlığını belirler. O aynı şekilde burjuva’toplumunun yönetiminde önemli görevler üstlene­cek orta sınıfların gelişimini önceden görür:

işçiler ile kapitalistler ve toprak sahipleri arasında kalan, esasen ve doğrudan ücretle [geçimini sağlayan] sayıları sürekli artan orta sınıflar… üst sınıfın sosyal güvenliği ve gücünü genişleterek, emekçi sınıf üzerinde ağır bir yük oluşturmaktadır (Marx, 1964: 573).

Marx, kapitalist toplumları, özellikle ondokuzuncu yüzyıl Britan­ya’sını araştırırken, gerçeklikte kapitalizmin kendi çizdiği ideal tipte- kinden çok daha kompleks olduğunu ve hatta burjuvazinin asla bir­leşik, bütünleşmiş ve örgütlü bir sınıf olmayıp, bizzat iç bölünmeler ve parçalanmalar yaşadığını tamamen kabul eder.

Sınıf mücadelesi ve devrimci değişim Marx’ın siyasal analizinin anahtar temaları olsa da, o hayatının sonlarına doğru Hollanda, İngil­tere ve ABD gibi gelişmiş demokrasilerde işçi sınıfının parlamenter araçlarla iktidara gelebileceğini kabul etmiştir.

Bununla beraber, teori ve pratikteki yetersizlikleri her ne olursa olsun, tarihsel materyalizm Marksist teorinin temelini oluşturmuş ve dünyanın her yerinde sosyal bilimcileri (ve devrimcileri) harekete geçiren bir güç haline gelmiştir. Hatta o yüzyıl sonra bile tartışmalar ve araştırmaların esin kaynağını ve milyonlarca insanın daha özgür, daha rasyonel ve daha âdil toplum özlemini oluşturmaktadır. Çok az sosyolojik düşünce böyle bir etkiye sahip olmuştur ve İngiliz biyogra­fi yazarlarından Terrell Carver (1981) şu yargıya varır: “Materyalist tarih yorumu Engels’in bize bıraktığı entellektüel mirasın temel unsu­rudur”. Ne yazık ki, günümüzde, “bu ünlü tarih anlayışına ait, tüm Marksistlerin üzerinde birleştiği tek bir yorum yoktur. Materyalist tarih yorumu daha ziyade paylaşılan fikir ayrılıklarını temsil etmekte­dir” (Carver, 1981).

Eşitsizlik problemi -nedenleri, etkileri ve potansiyel çözümleri- Marx ve Engels’in analizleri ve devrimci polemiklerinin itici gücüydü. Bu çatışma ve bu devrimci ideoloji yirminci yüzyılda iki büyük siyasal öğretiye, Marx’ın adına yaratılan toplumlar ve rejimlere ve neredeyse insanlığı yıkıma götürecek ideolojik Soğuk Savaşa yol açtı. Marx ve Engels Hegel’in düşüncelerin tarihi dönüştürme gücü anlayışını red­detti, ancak onlar ve onların fikirleri bildiğimiz kadarıyla daha önce veya o günden beri tanıdığımız düşünürler, tarihçiler veya iktisatçı­lardan çok daha fazla toplumu değiştirmiştir.

Doğu Avrupa komünizmi yıkılmadan ve 1989-1991 yılları arasın­da Sovyetler Birliği çözülmeden önce, dünyadaki insanların üçte birinden fazlası Marx’ın teorilerini uygulama niyetinde olduklarını iddia eden rejimler altında yaşıyordu (Manşon, 2000:30).

Yaşadığı dönemdeki sınırlı etkisine rağmen, Marx’ın düşünceleri yirminci yüzyıla egemen oldu. 1917 Rusya Devrimiyle, II. Dünya Sava­şından sonra Doğu Avrupa’nın kontrolünün komünizme geçmesiyle, 1949 Çin Devrimiyle dünya nüfusunun büyük bir kısmında farklı Marksizm biçimleri benimsendi. Bu gelişmeler Marx’ı totaliter toplum sistemleriyle ve devlet bürokrasilerinin kontrolündeki bir ekonomiyle ilişkilendirdi -Marx’ın insan özgürlüğü hedefiyle uyuşmayan sonuç­lar. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da 1990’lardaki komünizmin sona erişi kadar, hemen her yerde serbest piyasalara ve demokratik hükümetlere doğru hareket de Sovyet tarzı Marksizm’in yakın ortak reddinin bir yansımasıydı.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5

İlgili Makaleler