Teoriler

Sosyo-biyoloji

Neo-Darwinci evrimci teori içinde yer alan sosyobiyoloji, teorik kökleri 1960’ların ortalarına, Hamilton ve Maynard Smith’in çalışmalarına kadar geri götürülebilen, 1970’lerin ortalarından itibaren Edward O. Wilson tarafından popüler hale getirilen bir teoridir.  Bugün tüm dünyada sosyobiyoloji dendiğinde ilk akla gelen isim Wilson’dır.
Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Wilson’ın uzmanlık alanı böcek bilimidir. Böcek toplulukları üzerinde yaptığı araştırmaları genelleştirerek sosyobiyoloji teorisini geliştirmiştir. Sociobiology: The New Syntesis* (Sosyobiyoloji: Yeni Bir Sentez, (1975), İnsan Doğası Hakkında* (1978) ve biyolog C. Lumsden ile birlikte hazırladığı Genler, Akıl ve Kültür (1981) isimli çok tartışılan eserlerinde teorisini savunmaktadır.
Ona göre sosyobiyoloji, “insan da dahil olmak üzere, tüm organizmaların sosyal davranışlarının her biçiminin biyolojik temelli olduğunun bilimsel incelemesi”dir. Bu yaklaşım, bilindiği üzere yeni değildir. Tarihi, sosyoloji kitaplarında “biyoloji okulu”, “biyometrik okul”, “antropometrik okul” ya da “ırkçı teori” gibi başlıklar altında incelenen  klasik teorilere kadar uzanmaktadır. Wilson biyolojik açıklamalara yeni bir açılım kazandırmış, canlı varlıkların kazanımlarını arttırma yönünde davrandıklarını ileri süren Darwinci teze, bu kazanımların en kıymetlisinin “genler” olduğu fikrini eklemiştir.
“Sosyobiyolojiye göre her organizma kendi gen’lerinin yaşamaya devam etmesi için çaba gösterir. Böylece insanın başkalarına yardım edici eylemlerinin temelinde biyoloji ve gen bencilliği vardır. İnsanın bağlılık ve sadakatleri arkasında kendi yaşamı ve yaygınlaşması şansını arttıran yararlar elde etme arzusu vardır. Bundan bir karşılıklı altrüizm doğar. Sosyobiyolojiye göre altrüizm kültürel değildir; fakat insanın biyolojik tabiatından doğmaktadır. İnsan sevgisi genetik bir yatırım politikasıdır.”
Sosyobiyoloji yoğun tartışmalara neden olmuş bir teoridir. Kimileri Wilson’ı, insan davranışının genetik temelini açıklayan ve insanlığa sınırsız bir özgürlük yolu açan bir kişi olarak alkışlar ve Darwin’in değerli bir halefi olarak görürken, kimileri de ırkçı ve cinsel eşitsizliği savunan bir kuramı yaymakla suçlamaktadır.  Tartışmalar ideolojik bir boyut kazandığından, bu alanda çalışanların bir kısmı “evrimci ekoloji” veya “davranışsal biyoloji” gibi daha esnek isimleri kullanmayı tercih ederlerken, bir kısmı da, içeriği sosyobiyolojiden farklı olan “etholoji” veya “davranışcılık” gibi daha eski isimleri kullanmayı sürdürmüşlerdir. Halbuki “etholoji.. hayvan davranışının evrimiyle de ilgilenen eski bir sosyobiyoloji disiplinidir.” “Davranışcılık” ise, “kalıtımın ve çevrenin eşit derecede önemli olduğunda ısrar eden” sosyobiyolojiden farklı olarak, “davranışın türe özgü özelliklerinden ziyade, bireye özgü özellikleri üzerinde durur ve davranışın genetik temeline değil, çevrenin koşullandırmasına önem verir.
Wilson, zaman zaman tahrik edici tartışmalar açarak teorisini gündemde tutmayı başarmaktadır. Örneğin, kadın-erkek ilişkisinde sadakatin istisna, aldatmanın ise kural olduğunu ileri sürebilmektedir. “Wilson’a göre erkeklerin genleri yalnızca tek eşliliğin korunması yönünde değil, aynı zamanda aldatma yönünde de emir veriyor. Kadınlar içinse aldatma, çevrelerinde kendileri için daha iyi bir eş olup olmadığını görmede bir test niteliği taşıyor. Bu fikre göre doğanın kuralı “sadakat, ama arada bir aldatmak şartıyla…”
Sosyobiyolojinin bu spekülatif popülist yaklaşımları pek ciddiye alınmamakta, sosyal bilimlerde -özellikle sosyal antropolojide- asıl tartışma “kültürel evrenseller” konusunda yoğunlaşmaktadır. Bilindiği üzere, tüm kültürlerde bulunan davranış kalıpları ve kurumları “kültürel evrenseller” (cultural universals) olarak isimlendiril-mektedir. Antropolog G. P. Murdock, sosyal statü sistemi, evlilik, vücudu süsleme, dans, efsane ve destanlar, yemek pişirme, ensest tabular, miras kuralları, büluğ gelenekleri, dinsel ritüeller ve benzeri altmıştan fazla kültürel evrensel belirlemiştir. Bazı sosyal bilimciler bu “evrenseller”in analitik bir değer ifade etmeyecek kadar muğlak olduklarını düşünürken, Wilson gibi sosyobiyologlar bunların, kültürün ne kadar önemli bir kısmının öğrenmeden ziyade biyolojik olarak kalıtımla geldiğini ortaya koyduğuna inanmaktadırlar.  Wilson, kültürel etkinin olmadığı bir çevrede doğan insanların da bu kültürel evrenselleri geliştireceğini iddia ederek R. Fox’tan şunları aktarmaktadır: “Bizim yeni Adem ve Havva’mız -kültürel etkilerden tümüyle soyutlanmış bir ortamda- yaşar ve çoğalırlarsa, mülkiyet hususunda kanunları, ensest ve evlilikle ilgili kuralları, sakınma ve tabu âdetleri … tabiatüstü varlıklara olan inançları … kur yapma pratikleri … çeşitli kumar oyunları … dansları, erişkinlik törenleri ve değişik dozlarda cinayet, intihar, homoseksüellik, şizofreni, psikoz ve nevrozları, daha iyi tedavi olmak için çeşitli pratisyenleri olan bir toplum üretebilirler.”
Sosyologların, sosyobiyolojinin bu iddialarını kabul etmeleri müm-kün değildir.* Çünkü sosyolojinin temelinde başta Durkheim olmak üzere kurucu sosyologlardan itibaren gelen, sosyal olguları sosyal faktörlerle açıklama çabası vardır. Biz bu yüzden sosyobiyoloji için “sosyolojik olmayan bir sosyoloji teorisi” diyoruz. Sosyolojinin sosyal olanı sosyal faktörlerle açıklama çabası, “tek belirleyici sosyal faktörlerdir” şeklinde algılanmamalıdır. Günümüz sosyolojisi coğrafi koşulların ve biyolojik faktörlerin -sınırlı da olsa- etkilerini kabul etmekte; “doğal çevre” ve “genler”in sadece “ne olabileceğimizi” belirlediğini, “ne olduğumuzun” ise sosyal çevre tarafından belirlendiğini ileri sürmektedir.

İlgili Makaleler