Marx (1818-1883)
Klasik sosyolojik teori çerçevesinde Marx, Durkheim ve Weber’in hukuk olgusuna yaklaşımını karşılaştırmalı olarak tartışmak.
Marx için hukuk, hiçbir zaman başlı başına bir inceleme konusu olmamıştır. Marx’ın temel ilgisi, kapitalist toplumun eleştirisine yöneliktir. Kapitalizmi, kendi kendisini yeniden üreten bir sistem olarak gören Marx, kapitalist ekonomik ilişkilerin toplumsal hayatın diğer tüm sahaları üzerindeki başat konumunu vurgular (Hunt, 2002: 20).
Marx’ın yaklaşımının odak noktası, sınıf mücadelesi teorisidir. Bu teori bağlamında sınıf ilişkileri, üretim araçları, üretim süreci ve üretilen ürünlerin paylaşımı üzerinde kontrol gücüne sahip olanlar ile me- taların gerçek üreticileri oldukları halde böyle bir kontrol gücüne sahip olmayanlar arasındaki ilişkiler olarak tasvir edilir. İşte, üretim araçları, üretim süreci ve bu süreçte üretilen ürünler üzerinde kullanılan kontrol gücü, sınıf egemenliğinin ve ekonomik egemenliğin ilk görünümüdür. Sınıf egemenliğinin ikinci boyutu, siyasal egemenliktir. Marx’ın teorisinde devlet, belli bir sınıfın siyasal egemenliğinin bir aracı olarak kavramlaştırılır. Devlet, ekonomik ilişkilerin de kapsamında bulunduğu belli toplumsal ilişkilerin muhafızı olma rolünü oynar. Devlet, bu rolünü iki katlı bir aktiviteyle yerine getirir: Hukuk kuralları koyarak ve bunları, itaat etmeyenlere veya ihlal edenlere gerektiğinde zorla uygulayarak yapar. Çünkü, fiziksel güç kullanımı da devletin sahip olduğu önemli bir özelliktir. Fiziksel güç kullanımı sayesinde devlet, siyasal sınıf baskısının bir organı haline gelir. Siyasal egemenlik, belli üretim ilişkilerine hukuken bağlayıcı ilişkiler statüsü kazandırır. Bu arada, siyasal egemenliğe benzer şekilde, ideolojik egemenlik de temelde yer alan ekonomik egemenliği meşrulaştıran ve güçlendiren bir faktör olarak işlev görür. Böylece, üretim ilişkilerine adil ve arzu edilen ilişkiler karakteri kazandırır (Wesolowski, 1990: 164-170). Aslında sınıf ilişkileri, bir üretim tarzının yapısını ve daha genel olarak da bir yaşam tarzını oluşturur. Üstelik üretim sürecinde gözlenen bu ilişkiler, tümüyle ekonomik alana özgü ya da ekonomik nitelikli ilişkiler olmayıp ekonomik alandan siyasal, hukuksal, kültürel ve ideolojik dünyaya kadar yayılabilen ilişkilerdir (Andrew, 1990: 268).
Marx’ın teorisinin merkezinde toplumsal sınıflar vardır. Değişik ekonomik pozisyonları işgal eden insanlar, farklı ve zıt çıkarlara sahiptirler. Marx, örneğin Fransız Devrimi’ni, toprak aristokrasisi ile yükselen orta sınıflar arasındaki büyük çatışmaların bir serisi olarak görür. Toprak aristokrasisi, kendi imtiyazlarını güçlendirip
destekleyen fikirlere ve kavramlara sahiptir. Yükselmekte olan orta sınıf, kendi çıkarlarını koruyup geliştirecek farklı toplumsal ve siyasal düzenlemeler önerir. Farklı ekonomik pozisyonlara ve zıt çıkarlara sahip sınıflar arasındaki mücadelelerin ve çatışmaların temelinde, yoğun toplumsal ve ekonomik değişiklikler vardır. Üretimin artması, endüstrinin gelişmesi, ulaşım ve iletişim ağlarının yaygınlaşması gibi etkenler, yeni ufuklar, talepler ve ihtiyaçlar yaratmıştır (Knapp, 1994: 26). Marksist yaklaşımda siyasi ve hukuksal olguların temelleri, egemen toplumsal sınıfın kendi çıkarları peşinde koşması kapsamında değerlendirilir. Hukuk kuralları, üretim tarzının mekanik bir tarzda basit yansımaları olarak da görülmez. Hukuk kuralları, yöneten ya da egemen sınıf tarafından kendi çıkarlarını korumak üzere bilerek inşa edilir.
İdealist felsefe, insani gerçekliğin
değerlendirmesinde ideal ya da ruhsal olana öncelik veren, dünya veya gerçekliğin özü itibariyle tin ya da ruh olarak varolduğunu, metafizik soyut ilkelerin ampirik ögelerden daha temel ve gerçek olduğunu ileri süren felsefe akımı.
Marxist hukuk teorisi hakkında Evgeny B. Pashukanis’in “Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm” (2002) adlı kitabından bilgi edinebilirsiniz.
Mars’a göre insanlar, üretim sürecinde sadece üretim yapmazlar ve üretim ilişkilerine girmezler; aynı zamanda hukuksal normları, siyasal ve toplumsal organizasyon ile ideolojiyi de yaratırlar. Bir sosyo-ekonomik formasyon biçimi veya bir üretim tarzı olarak kapitalizmin en önemli karakteristiği, üretim araçlarına sahip bir sınıfı yaratıp onu, yalnızca emek gücünü satarak hayatta kalabilen bir sınıfla pazarda karşı karşıya getirmiş olmasıdır. Yani, burjuva sınıfı ile işçi sınıfını karşı karşıya getirmiştir. Hukuk tarafından himaye edilmeyen ve hukuk içinde realize edilmeyen belli bazı fikirler ve düzenlemeler olmaksızın, bir sistem olarak kapitalizm varlığını sürdüremez. Kapitalizmin hukuksal açıdan iki temel ayırt edici özeliği, sözleşme özgürlüğünün bulunması ve üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Kapitalist toplumun gelişmesinde temel hukuksal ilişkiler olarak sözleşme özgürlüğü ve özel mülkiyet ilkeleri, giderek daha fazla ilişkiyi kuşatıp çerçeveler (Stone, 1993: 480-482).
Tarihsel materyalist yaklaşıma göre, insan yaşamı, toplumsal ve tarihsel bir yaşamdır. Bu yaklaşım, insanın içinde yaşadığı toplumdan, tarihten ve doğadan soyutlanarak ele alınmasına karşı çıkar. Toplumu oluşturan tüm elemanlar arasında yakın bir ilişki bulunduğunu kabul eder. Tarihsel materyalist yaklaşıma göre, toplumların değişim ve dönüşümünün gerisindeki asıl etken, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiler, zıtlıklar ve çatışmalardır. Marx, bu yaklaşımıyla idealist felsefe ve yaklaşımları reddetmiş olur.
Marx, toplumsal yapıdaki dönüşümleri kavramak için ekonomik yapının temel bir faktör olduğunu kabul etmekle beraber, siyasal ve kültürel faktörlerin de önemini tamamen göz ardı etmez. Bu çerçevede, hukuk sisteminin biçim ve içeriğinin üretim ilişkilerinden ve maddi yaşam koşullarından önemli ölçüde etkilendiğini kabul eder. Altyapı-üstyapı ikilemi içinde hukuku, esas alarak üstyapıya yerleştirir. Egemen üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin, diğer toplumsal kural ve düzenlemelerle birlikte hukuku da belirlediğini düşünür. Yani, kapitalizmin ekonomik altyapısı, hukuksal üstyapının biçim ve içeriği üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Buna bağlı olarak hukuk, kapitalist üretim tarzının sözleşme serbestisi, özel mülkiyet, malların mübadelesi gibi temel ilkelerini koruyup muhafaza altına alarak, burjuvazinin siyasal ve ekonomik çıkarlarını koruyup geliştirir. Marx’a göre, bir toplumdaki üretim ilişkileri, maddi üretim güçlerinin gelişiminin belli bir aşamasına tekabül eder. Bu ilişkilerin insan iradesinden bir ölçüde bağımsız olduğunu ve bunların toplamının, toplumun ekonomik yapısını oluşturduğu söyler. Hukuksal ve politik ögeleri içeren üst yapının, bu ekonomik temel üzerinde yükseldiğini düşünür.
Marx’ın teorisinde hukukun, ekonomik şartların bir ifadesi olarak görülmesi, hukukun sadece ekonomik gerçekliğin bir sonucu olarak değerlendirildiği anlamına gelmez. Hukuk da ekonomik gerçeklik üzerinde bir ölçüde bazı etkilere sahiptir. Marx, altyapının üstyapıyı mutlak olarak belirlediğini söylemez. Üstyapısal öge- lerin de üretim ilişkileri ve üretim tarzı üzerinde bazı etkileri olabileceğini kabul eder. Marx’ın bu yöndeki düşüncelerini özellikle “Fransa’da İç Savaş”, “Louis Bo- naparte’ın 18 Brumaire’i” gibi eserlerinde görebiliriz.
Marx, hukuku bağımız bir toplumsal kurum olarak ele alan, onu diğer toplumsal yapı ögelerinden soyutlayarak incelemeye çalışan idealist yaklaşımlara karşı çıkar. Marx’a göre hukuk, kendi başına bir karaktere ve tarihe sahip değildir. Hukuk, içinde yer aldığı toplumun üretim tarzını, ekonomik organizasyonunu, sınıf mücadelesini, devletin ve egemen sınıfın iradesini yansıtır (Kamenka, 1993: 155). Marx’a göre, hukuksal ilişkilerin gelişip serpildiği ana yatak “sivil toplum”dur. Her üretim biçimi kendi hukuksal ilişkilerini de yaratır. Hukuksal ilişkiler, kaynağını toplumun maddi yaşam ilişkilerinden alır (Mamut, 1993: 4). Böylece Marx, hukuk olgusuna sosyolojik bir yaklaşım sergiler. Hukukçuların yaptığı gibi, sadece varolan biçimsel hukuk kuralları ile ilgilenmez. Hukuk normlarının toplumsal belirleyicilerini araştırmak ister. Hukukun biçiminden çok içeriği ile ilgilenir. Marx’a göre, hukuk kuralları kendi temelleri üzerinde açıklanamaz. Bu kurallar, insan zihninin evriminin bir ürünü değildir; tarihsel süreç içerisinde sivil toplumun bağrından çıkıp gelmiştir. Üretim sürecinde insanlar, sadece üretim ilişkilerine girmezler ya da sadece bu ilişkilere hayat vermezler; aynı zamanda hukuk normlarına, toplumsal, politik, kültürel organizasyonlara ve ideolojilere de hayat verirler. Toplumsal-Eko- nomik formasyon kavramına yaptığı vurgu da bu yaklaşımını doğrular; toplumsal formasyon kavramı, belli bir toplumda, belli bir andaki tüm ilişkileri kapsar.
Sivil toplum, örgütlü, hiyerarşik ve bürokratik sistemli yapıların oluşturduğu devlet alanı ya da siyasal toplum alanı dışında kalan toplumsal yaşam dünyasını ve bt dünya içinde yer alan insan gruplaşmalarını ve ilişkilerini ifade eder.
Sivil toplum, tarihsel süreçte insanların yerleşik hayata geçmesinden sonra, toplum yaşamında toplumsal eşitsizliklerin, tabakalaşmanın ve farklılaşmanın yoğunlaşmasıyla birlikte, MÖ yaklaşık 3000-4000 yıllarında devlet denen bir organizasyo n ortaya çtktı. Devletin ortaya çıkıp kurumsallaşmasıyla, siyasal toplum-sivil toplum ayrımı şekillendi. Sivil toplum, örgütlü, hiyerarşik ve bürokratik sistemli yapıların oluşturduğu devlet alanı ya da siyasal toplum alanı dışında kalan toplumsal yaşam dünyasını ve bu dünya içinde yer alan insan gruplaşmalarını ve ilişkilerini ifade eder.
Marx, bir toplumsal düzenin sadece şiddet, kaba güç ya da silahlı güçlerle sağlanmayacağını, hukukun da bu bağlamda önemli bir toplumsal kontrol aracı olduğunu; cebrin ve zorlamanın yerine hukuksal değer ve mekanizmaları geçirdiğini kabul eder. Bu kapsamda hapishane, mahkeme, giyotin ve benzerlerinin çıplak kuvvetin yanında, toplumsal düzenin sağlanmasına önemli katkıda bulunduğunu düşünür.
Marx’ın sosyal teorisinde hukuk, devlet ve ideoloji arasındaki ilişkiyi kavramak, toplumdaki iktidarın temellerine, sınıfların formasyonuna ve devletin yapısına bakmayı zorunlu kılar. Bir sınıf olarak kapitalistler, zaman içinde devlet gibi birbirine bağlı birçok organizasyondan oluşmuş bir yapıyı yaratırlar. Kapitalistler, bu organizasyonlar ile açık bir şekilde belirlenmiş ve tanımlanmış kurallar sayesinde kendi ortak sınıf çıkarlarını korumak ve diğer sınıflardan gelebilecek dışsal tehditleri savuşturmak isterler (Cain, 1993: 109-110). Marx için devlet, sınıf egemenliğinin bir organıdır, yani bir sınıfın diğeri üzerindeki baskısının bir aracıdır. Bu niteliği ile devlet, sınıf çatışmalarını yatıştırmak üzere sürekli baskı uygulayan ve bunları hukuksallaştıran bir düzen yaratıcısıdır. Devletin cebir kullanımı, sınıf egemen
liğini sürdürmenin araçlarından yalnızca birisidir. Diğer araç ise ideolojik egemenliktir. Siyasal egemenlik ile ideolojik egemenlik arasında karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler söz konusudur. İdeolojik egemenlik, siyasal egemenliği güçlendirmeye hizmet ederken; devlet organları da egemen sınıfın ideolojisinin aktarıcısı olarak işlev görür ve bu ideolojinin yayılmasında önemli bir rol oynar (Wesolowski, 1970: 170-172). Marx, kapitalist toplumdaki bazı hukuksal ilişkileri, temel öneme sahip ilişkiler olarak görür. Sözleşme ve özel mülkiyet ilişkileri gibi ilişkiler, temel hukuksal ilişkilerdir. Bu ilişkiler, ekonomik ilişkileri hem tanımlar, belirler, hem de yansıtır. Bu temel ilişki ve mekanizmalar olmadan kapitalizm bir sistem olarak varlığını sürdüremez. Kapitalist toplumda devlet, bu ilişkilerin içinde yer aldığı hukuk sistemini kullanarak kendi amaç ve hedeflerine ulaşabilir. Temel hukuksal ilişkiler, kapitalist ekonomik yapının hukuksal ifadesidir.
Marx’a muhalif olanlar, onu ekonomik temele çok önem vermekle, hukuku egemen sınıfın bir aracı olarak görmekle, hukuksal mekanizmaları ve kurumları, yöneten sınıfların basit bir aracı veya aleti konumuna indirgemekle eleştirirler. Aslında Mars, politik, hukuksal, kültürel ve ideolojik yapıların, kuralların ve değerlerin önemini inkâr etmez. Ancak, bunların temel önemde olduğunu kabul etmez. Son aşamada; ekonomik yapının, maddi yaşam koşullarının, üretim güçleri ve ilişkilerinin belirleyici olduğunu düşünür. Böylece, hukuksal ilişki, kurum ve mekanizmaları, temel ekonomik ilişkilerin daha çok üstyapısal bir ifadesi olarak düşünür. Hukuk; konusundaki analizinde din, kültür, siyaset gibi ekonomik dışı faktörleri yeterince dikkate almaz. Bazı eserlerinde, zaman zaman hukukun göreceli bir özerkliği olabileceğini kabul etse de nihai analizinde, hukuku, başlıca öneme sahip bir inceleme konusu olarak görmez.