Hukuk Sosyolojisi

Habermas’ın hukuk hakkındaki teorik yaklaşımları

Habermas’ın İletişimsel Eylem Kuramında
Habermas’ın hukuk hakkındaki teorik yaklaşımları
Habermas, modernleşme sürecinde, hukuk alanında giderek artan rasyonalite ol-gusu üzerinde odaklaşır ve bu konudaki düşüncelerini özellikle “İletişimsel Eylem Kuramı” adlı eserinde temellendirir. İletişimsel eylem kuramında, öncelikle top-lumsal yaşam dünyası ile sistem arasında ayrım yapar.

Toplumsal yaşam dünyası, bireylerin paylaştığı anlam yüklü toplumsal etkile¬şim dünyasıdır. Bu alan, bireylerin ve grupların kendi kendini düzenleme alanıdır. Bireyler tarafından önceden farz edilen yorumlar ve anlamlar bütünü bu alanda yer alır. Ayrıca geçmiş değer yargıları ve kanaatler de bu alanı biçimlendirir. Böy¬lece toplumsal etkinlik dediğimiz eylemler, insanların karşılıklı olarak paylaştıkla¬rı değer yargıları ve kanaatler sayesinde gerçekleşir. Toplumsal yaşamın üç temel öğesi kültür, toplum ve kişiliktir. Bu üç öge ile birlikte, bireyin dünya görüşü, top¬lumun normları ve kuralları da yeniden üretilmiş olur. Toplumsal yaşam dünyasın¬daki iletişimsel eylem, elbette her iki tarafın da anlayabileceği bir dilin kullanımı¬na bağlıdır. Bu şekilde sağlanan iletişimsel eylem, yaşam dünyasının varlığını sür-dürmesi ve toplumsal bütünleşmenin sağlanması bakımından büyük önem taşır. Ancak, diğer yandan bireyin kimliğinin oluşumu da iletişimsel eyleme bağlı oldu¬ğu için anlaşmazlığa ve çekişmeye de neden olup, toplumda farklılaşma ve çoğul- laşmayı da artırabilir.
Sistem dünyası ise modern karmaşık toplumların anlaşılabilmesi için incelen¬mesi gereken ve yaşam dünyasından ayrı kurumlar ve aygıtlar bütününü ifade eden bir alandır. Habermas, sistem alanı söz konusu olduğunda ekonomik ve po¬litik sistemleri esas alarak analizini sürdürür. Dikkat edilecek olursa, sistem alanı yaşam dünyasından farklı olarak uzlaşıma ya da iletişime dayalı eyleme bağlı de¬ğil, aksine ekonomi söz konusu olduğunda para; politika söz konusu olduğunda ise iktidar yönelimlidir.
Hukuk tam da bu noktada devreye girerek işlev kazanmaktadır. Zira yaşam dünyasında iletişimsel eylemle sağlanan süreklilik, sistem alanında ekonomik ya da politik sistemin hukuksallaşarak kurumsallaşması ile sağlanmaktadır. Bir başka de¬yişle hukuk, yaşam dünyasını normatif düzenlemenin konusu haline getirerek ba¬ğımsız bir alanda ekonomiyi ve devleti kurumsallaştırmaktadır. Habermas, modern¬leşme sürecinde sistem alanı ile toplumsal yaşam alanlarının farklılaştığını ileri sü¬rer. Buna göre sanat, bilim, ekonomi, siyaset, hukuk ve etik gibi alanlar, kendi man¬tığını ve rasyonel yaklaşımını geliştirerek gittikçe birbirinden bağımsızlaşan sistem¬ler haline gelir. Toplumun giderek karmaşıklaşması ve farklılaşması, eşgüdümü ger¬çekleştirerek, yönetimi mümkün kılacak mekanizmaların geliştirilmesini gerektirir. Bunlar ise ilişkilerin ve prosedürlerin gittikçe aşırılaşan biçimselleşmesine yol açar. Şu da ifade edilmeli ki Habermas’ın kamusal alan-özel alan, kamu hukuku-özel hu¬kuk hatta hukuk-ahlak arasındaki ayrımının temelinde bu yaklaşım yatmaktadır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, ekonomi sisteminin temelinde parasal yarar veya kâr yönelimi yer alırken, bir politik sistem olarak devlet güç arayışıyla karak- terizedir. Ekonomi ve siyaset alanında para ve iktidar ya da güç yoluyla koordine edilen eylem, toplumsal yaşam dünyasında gerçekleşen iletişimsel eylemden fark¬lı bir nitelik taşır. Çünkü yaşam dünyası, amaçsal rasyonaliteyi değil pratik aklı, ahlakiliği, kişisel otonomiyi ve iletişimi vurgular. Sistem alanındaki eylem ise yal¬nızca amaçsal rasyonaliteyi hedefler. Yaşam dünyası ile sistem dünyası çerçevesin¬de oluşan şema içinde hukuk, bir araç olarak işlev görür. Hukuk, hem ekonomi ve devletle, hem de yaşam dünyasıyla bağlantılıdır. Hukuk, hem yaşam dünyası hem de ekonomik ve siyasal sistem alanında şöyle işlev görür: Günlük yaşam içinde kendi hukuki hak ve özgürlüklerini kullanan vatandaşlar tarafından gerçekleştiri¬len iletişimsel eylemlerde; sözleşme, mülkiyet ve şirketler hukuku sayesinde eko¬nomik pazarların ve idare hukuku yoluyla hükümet birimlerinin düzenlenmesinde hukuk rol sahibidir. Hukuk, normatif olarak düzenlenen bir eylem bütünü olarak hem bir kurumdur, hem de hukuki önermelerin ve bunların yorumlarının oluştur¬duğu metinler olarak anlaşılan bir kültürel bilgi türüdür.
Amaçsal Rasyonalite: insan davranışlarına bilinçli bir amaç atfedilmesi anlamına gelir.
Habermas, iletişimsel eylem kuramında, modernleşme sürecinde hukukun ahlaktan ayrılması olgusunu, sistem ve yaşam dünyası farklılaşması bakımından ele alarak, ekonomik ve siyasal sistem alanlarında para ve güç gibi yön verici araç¬ların bağımsız işlev görmesine ve bunların normatif bakımdan kurumsallaşmaları¬na katkıda bulunan bir değişken olarak hukuka önemli bir rol atfeder. Habermas’a göre, para ve gücün hukuken normlaştırılması ya da kurumsallaştırılması, ekono¬mik ve siyasal sistemlerin yaşam dünyasından ayrılmasını ve bağımsızlaşmasını gerçekleştirmede merkezi bir öneme sahiptir. Siyasal ve ekonomik sistemler, an¬cak para ve güç gibi topluma yön verici araçların hukuk sayesinde kurumsallaştı- rılarak yaşam dünyasına bağlanmaları halinde bağımsız olarak işleyebilir. Bu, eko¬nomik sistem alanında parasal araçların ve alışveriş ilişkilerinin mülkiyet ve sözleş¬me hukuklarınca düzenlenmesini gerektirirken; siyasal sistem alanında iktidar ve güç ilişkilerinin ve bürokrasideki pozisyonların örgütlenmesinin hukuken belirlen¬
mesini zorunlu kılar. Böylece hukuk-ahlak ve özel hukuk-kamu hukuku ayrışma¬sı sayesinde yaşam dünyası da rasyonelleştirilmiş olur.
Habermas’a göre, farklılaşma ve ayrışma sürecinin bir yüzünde para, hukuk ve idari yönetmelikler gibi “düzenleyiciler” varken, diğer yüzünde toplumsal etkinlik alanları yer alır. Düzenleyiciler sayesinde sağlanan toplumsal etkinliklerin eşgüdü¬mü, toplumsal evreni daha öngörülebilir ve güvenlikli bir hale getirir. Böylece bi¬reyleri, ötekilerin iyi niyetine ve vicdanına bağımlı olmaktan kurtararak modern ön¬cesi kişisel iktidar alanından bağımsızlaştırır. Ancak, toplumsal etkinliklerin kurallar ve düzenleyiciler yoluyla eşgüdümü, iradi iletişimsel işbirliği olasılıklarını ve fırsat¬larını azaltarak ötekilerle anlaşma ihtiyacını zayıflatır. Bunun sonucunda, gündelik pratiklerden ve kültürden kopuş hızlanır, eşitlik ve ahlakilik arasındaki ayrım derin¬leşirken kültür, toplum ve kişilik birbirlerinden ayrılır. Bunların yıkımı pahasına bi- çimselleşen ve özerkleşen etkinlik alanları, toplumsal yaşam dünyasını kuşatır.
Habermas, hukukun, sadece yaşam dünyası ile sistem dünyası arasında bağlan¬tı kurma bakımından değil; aynı zamanda yaşam dünyasının kendi içerisindeki dü¬zenlenişi bakımından da önemli roller oynadığını düşünür. Habermas, bu tezini, Avrupa’nın tarihî gelişiminde “hukuksallaştırma” sürecinin yerine ilişkin tartışma¬sında geliştirir.
Hukuksallaştırmanm, genel olarak, hukukun toplum yaşamında giderek artan yükselişini ifade etmek üzere başvurulan bir kavram olduğu söylenebilir. Hukuk¬sallaştırma süreci, toplumda pozitif hukukun giderek genişleyip yaygınlaşması, ya¬zılı hukukun yükselişi, gittikçe daha fazla toplumsal ilişkinin hukuken düzenlenir hale gelmesi ve hukuki düzenlemelerin daha detaylı olmaya başlaması gibi olu¬şumları içerir. Habermas, bu kavram ile esas olarak hukuk yoluyla çerçevelenme¬den önce gayri resmî değerler, normlar ve mekanizmalar bağlamında düzenlenen toplumsal yaşam alanlarının, giderek yazılı hale gelen pozitif hukuk kurallarıyla düzenlenir hale gelmesini anlatmak ister. Örneğin, toplumsal tartışmaların, siyasal mücadelelerin ve sınıf çatışmalarının toplu sözleşmeler yoluyla “iş hukuku” adı ve¬rilen ayrı bir hukuk dalı kapsamında kurumsallaştırılması, yaşam dünyasının bir parçasının hukuksallaştırılması anlamına gelir.
Habermas, tarihî süreçte Avrupa bağlamında, burjuva devletten (mutlakiyet dö¬neminden) sosyal devlete doğru giden gelişimi bir hukuksallaşma süreci olarak değerlendirir. Bu çerçevede dört bilimsel hukuksallaşma sürecinden söz edelebi- leceğini belirtir: Birincisi, mutlak monarşi döneminde oluşan “burjuva devleti” aşa¬masını temsil ederken; ikincisi, 19. yüzyıl Almanya’sında monarşik yönetim altında yaşanan “burjuva hukuk devleti” aşamasına varan süreci ifade eder. Üçüncüsü, Fransız Devrimi’nin sonucu olarak Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da gelişen “de¬mokratik hukuk devleti”ne gidişi; sonuncusu ise, 20. yüzyılda belirginleşen “sosyal ve demokratik hukuk devleti”ne doğru yönelimi anlatır.
Bu hukuksallaşma süreci içerisinde, hukukun bizatihi kendisi, toplumsal yaşam dünyasının iletişimsel yapısını zedeler. Söz gelimi, eğitim alanında, bir yandan hukuksal düzenlemeler yoluyla birey, ailenin iktidar yapısından serbest kılınmaya çalışılırken; diğer yandan giderek artan hukuksallaştırma yüzünden bireyler devlete daha bağımlı olmakta ve bir bütün olarak yaşam dünyası devletin artan müdahalesi¬ne açık bir hale gelmektedir. Böylece değerler, normlar ve anlaşma mekanizmaları çerçevesinde gerçekleşen toplumsal bütünleşmeye dayalı yaşam alanları, gittikçe ar¬tan ölçülerde devlet egemenliği altına sokulmakta ve bürokratikleştirilmektedir.
Bu yaklaşımıyla Habermas, modernite projesinin egemen bakışı açısına olduk¬ça farklı bir perspektiften ciddi eleştiriler getirmiş olmaktadır. Modernite projesine
egemen olan anlayış, hukuku, toplumsal hayatın her alanına müdahale eden yo¬ğun yönetim projelerinin meşrulaştırılmasma ve gerçekleştirilmesine yönelik başat bir araç olarak değerlendirir. Başka bir deyişle bu anlayış, hukuku, bir modern yö¬netim tekniği ve araçsal bir mekanizma olarak görür. Yasama faaliyetlerinin temel bir yönetim mekanizması olarak giderek genişlemesi, sadece hükümetsel alanın geleneksel sahalarını değil, aynı zamanda gittikçe artan ölçülerde özel ilişkileri ve yaşam alanlarını da kapsamaya başlar. Habermas, modern hükümet etmenin temel tekniği haline getirilen bu hukuk görüşünü eleştirerek gerek hacim, gerekse kap¬sam ve detay bakımından giderek artan hukuksal müdahalelerin, toplumsal yaşam alanlarının hukuksallaştırılmasma ve yargısallaşmasma doğru yönelen bir gelişme¬ye yol açtığını ileri sürer. Böyle bir oluşum, ister istemez bireylerin veya grupların faaliyetlerini ve çalışmalarını bizzat kendilerinin belirlemesi şeklindeki bağımsızlık¬larını sınırlandırmaktadır.