Hukuk Sosyolojisi

Beccaria (1738-1794)

Beccaria (1738-1794)

Beccaria’nm Avrupa hukuk ve ceza sisteminin geliştirilmesi için ortaya attığı görüşler, yaklaşık 250 yıl son­ra da kriminolojinin ve hukuk sos­yolojisinin önemli bir tartışma ko­nusunu oluşturmaktadır. Klasik Kri­minoloji Okulu’nun kurucusu sayı­lan Beccaria’nm ceza bilimi (peno- logy) hakkındaki fikirleri, Aydınlan­ma Çağı olarak da nitelenen 18. yüz­yılın baskın toplumsal ve felsefi dü­şüncesinden büyük ölçüde etkilen­miştir. Bir felsefe hareketi olarak “Aydınlanma” düşüncesinin temel özelliklerinin; aklın yüceltilmesi, humanist ideallerin önemsenmesi, bilgiye, özgürlüğe ve mutluluğa ulaşmak için çabalama, gerçekliğe yapılan vurgu ve mevcut toplumsal

düzenin eleştirisi olduğu söylenebilir. Hobbes (1588-1679), Locke (1631-1704), Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778) ve Rousseau (1712-1778) gibi dü­şünürlerin toplumu, insan doğasından hareketle bir toplumsal sözleşme teorisi te­melinde kavrayan görüşleri, Beccaria’nm suçlar ve cezalar konusundaki görüş ve düşüncelerini büyük ölçüde şekillendirmiştir (Trevino, 2008: 14).

Doğal hukuk akımına göre

hukuk, insan iradesinin ürünü değildir. Yasaların kaynağını, doğada ve insan doğasında aramak gerekir.

Toplumsal sözleşme teorisine göre insanlar, toplum haline gelmeden ve devlet kurmadan önce bir “doğa durumu”nda veya “doğal yaşam hali”nde bulunuyorlardı. Bazı düşünürler tarafından, insanların sürekli olarak birbirleriyle savaş halinde olduldarı bir dönem ola­rak kavramlaştırılan doğal toplum hali, başka bazı düşünürler tarafından bir özgürlük ve mutlu yaşam dönemi olarak nitelendirilmiştir. Doğal toplum halinde insanlar, ister Hob- bes’in kavramlaştırdığı şekilde savaş halinde olsunlar, ister Lock’un düşündüğü gibi eşit

 

ve özgür konumda bulunsunlar, zamanla herkesin itaat edeceği bir egemene, ilişkilerine ve davranışlarına yön verecek kurallara ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için insanlar, aklını kullanarak doğa yasalarına uygun bir şekilde, kendi aralarında yaptıkları bir sözleşme ile kendilerini yönetmek ve temsil etmek üzere, bütün haklarını sözleşmeye taraf olmayan bir egemene devrederek devleti kurarlar ve bu sayede de doğa halinden uy­gar toplum haline geçerler.

Aydınlanma filozoflarına göre, toplumun esas özelliği sözleşme temelli olması­dır. Buna göre insanlar, kendi doğal güdülerinden ve mutluluklarından siyasal ya­pı ve onun yasaları lehine feragat etmeye başladıkları zaman, içinde bulundukları doğal toplum halinden sözleşmeye dayalı toplum yapısına geçmiş olurlar. Devlet ile pazarlık yapılan bu süreçte bireyler, bir yandan topluma zarar verebilecek bel­li eylemleri veya davranışları yapmaktan çekinme yükümlüğü altına girerken; di­ğer yandan herkese yararlı olan bazı konularda devlet korumasına kavuşma hak­kını elde ederler. Böylece mutlu olma, mutluluğa erişme özgürlüğü gibi bazı ilgi ya da çıkarlarından devlet lehine vazgeçerek, karşılığında barış ve güvenlik gibi bazı önemli ihtiyaçlarını devlet eliyle karşılama hakkına kavuşurlar. Toplumsal sözleşme teorisinin temelinde yer alan felsefî bir akım olarak yararcılık (utilitaria- nism), bütün toplumsal, ekonomik, siyasal ve hukuksal eylemlerin en fazla sayıda insanın en çok mutluluğunu sağlayacak şekilde yönlendirilmesi gerektiğini ileri sü­rer. Buna göre, toplumsal sözleşme kurallarının yasa hükümleri halinde somutlaş­ması gerekir. Toplu yaşam halinde, hiç kuşkusuz sözleşme kurallarını ihlal eden bireyler çıkacaktır. Gerek kuralları ihlal edenleri korkutmak, gerek gelecekte ihlal edebilecekleri caydırmak veya önlemek bakımından cezalar olmalıdır. Devlet, hu­kuka itaat eden çoğunluğu, azınlık konumunda bulunan suçlulardan koruyabilme­nin bir yolu olarak cezalara dayanmak zorundadır (Trevino, 2008: 14).

( DİKKAT lij^ Yararcılık öğretisi hakkında, Ahmet Gürbüz’ün “Hukuk Felsefesi Açısından Yararcılık Te-       * ^ orisi” (1999) adlı eserinde detaylı bilgi bulabilirsiniz.

Toplumsal sözleşmeyi toplumun temel karakteristiği olarak gören Aydınlanma filozoflarının insan doğası hakkındaki yaklaşımlarının hedonizm, özgür irade ve akılcılık olarak sıralanan üç temel öge üzerine inşa edildiği söylenebilir. İnsanlar acı, elem veya ıstıraptan kaçınarak hazzı esas alan bir yaşam tarzına sahiptirler. İn­sanlar, kendi hal ve hareketlerinin gidişi konusunda özgür irade sahibidirler. İn­sanlar kendi davranışlarının iyi ve kötü yanlarını tartabilecek, sonuçlarını mantık­sal ve sistematik olarak düşünebilecek akılcı ya da rasyonel varlıklardır. İnsan do­ğasına ilişkin bu üç temel unsurdan hareketle Beccaria şöyle bir sonuca ulaşır: Bi­reyler, minimum düzeyde acı çekme pahasına maksimum ölçüde hazza ulaşabil­mek yönündeki iradi rasyonel tercihlerinden dolayı toplumsal sözleşmeyi ihlal ederler. Bireyler, toplumun huzur ve mutluluğuna tehdit oluşturmasına rağmen hukuk kurallarını ihlal etmekten kişisel olarak memnuniyet de duyabilirler. İşte Beccaria, bu düşünceleri aklında tutarak, yararcılık öğretisine ya da doktrinine da­yalı adil ve rasyonel bir hukuk sistemi tesis etmeye çalışmıştır (Trevino, 2008: 15).

Klasik Kriminoloji Okulu,

suç teşkil eden davranışların, bireylerin özgür iradeleriyle verdikleri kararlarla ortaya çıktığını savunur. Bu okula göre insanlar, herhangi bir davranış veya eylemi yapmadan önce, bunun kendilerine ne getirip ne götüreceğini, ne kazanıp ne kaybedeceklerini düşünerek karar verip harekete geçerler. Verilen kararlar, bireysel akıl yürütmenin ve rasyonel tercihlerin sonucudur.

Beccaria, “Suçlar ve Cezalar Hakkında” isimli ünlü çalışmasında öncelikle ceza adalet sisteminde reform yapmaya duyulan büyük ihtiyacı dile getirir. Kendi yaşa­dığı zamandaki yargı sürecinin işleyişinin ve cezai uygulamaların oldukça irrasyo­nel ve adaletsiz olduğunu düşünen Beccaria, bunların değiştirilmesi gerektiğini ile­ri sürer. Kendi yaklaşımını toplumsal sözleşme teorisi ve yararcılık doktrini teme­
linde inşa eden Beccaria, cezanın sadece toplumsal sözleşmeyi savunmak, toplum­sal sözleşmeye herkesin bağlılığını sağlamak için haklılaştırılabileceğini ileri sürer. Ancak, başvurulacak cezanın ve tercih edilecek cezalandırma yönteminin en bü­yük kamusal iyiliğe, yani en fazla sayıda insanın en çok mutluluğuna hizmet ede­cek şekilde seçilmesi gerektiğini ileri sürer. Böylesi görüşleriyle Beccaria, intikam­cı, ödetici veya sadece cezalandırıcı bir anlayışı değil; cezayı daha iyi ve mutlu bir toplum yaratmaya yönelik caydırıcı ve ıslah edici bir araç olarak kullanmak isteyen yaklaşımı temsil eder.

Beccaria’nın yukarıda zikredilen düşüncelerinin oluştuğu ve ifade edildiği 18. yüzyıl, yoğun toplumsal değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Endüstrileşme, orta sınıflaşma, kentleşme ve dünyayı sömürgeleştirme gibi süreçler, beraberinde yeni fikirler getirerek hükümetlerin sorumluluğuna ilişkin görüşlerde de önemli deği­şikliklere yol açmıştır. Bu dönemdeki mahkemelerin uygulamalarının barbar veya vahşice olduğu sıkça dile getiriliyordu. Bireylere yönelik ithamlar, suçlamalar giz­lilik içinde yapılıyordu. İşkence ve benzeri kötü uygulamalara daha ziyade fakir kimseler maruz kalıyordu.

İşte Beccaria, böyle bir toplumsal ve düşünsel ortamda, sonradan bir araya ge­tirilip kitaplaştırılan “Suçlar ve Cezalar” hakkındaki risalelerini yayımlıyordu. Bu ri­salelerinde, şüphelilerin sorguya çekilmesinden, yasaların yapılmasına ve hüküm­lülerin cezalandırılmasına kadar ceza adalet sisteminin birçok yanını ele alıp ince­liyordu. Bu çerçevede muğlak ya da belirsiz yasaların yozlaştığmı ileri sürüyor, sa­nıklara savunmalarını hazırlama zaman ve imkânı tanınması gerektiğini, idam ce­zasının savunulamaz bir işlem olduğunu belirtiyordu. Beccaria’ya göre, cezalandır­manın suçluya yapacağı kötülük, suçun suçluya sağlayabileceği yarardan sadece biraz büyük olmalıdır. Çünkü, rasyonel bir varlık olarak insan, en az acı veren yo­lu tercih edecektir ve böylece caydırma prensibi başat hale gelecektir (McShane ve Williams, 2007). Bunun için de yasalar açık, anlaşılır ve basit olmalı, insanlar baş­kaca şeylerden değil sadece yasalardan korkmalıdır.

İlgili Makaleler