SÜBJEKTİF DİNÎ TECRÜBENİN
OBJEKTİFLEŞMESİ
Sübjektif din ve objektif din arasındaki zorunlu ve kaçınılmaz rabıta dolayısıyla, din sosyolojisi araştırmalarında daima dinin mahiyeti icabı ilkin tek tek fertlere nüfuz edip, tabir caiz onlarda yerleşip kök saldığı, ancak zorunlu olarak fertlerin fevkine yükseldiği, objek- tifleştiği ve bu sûretle fertten ferde giden bir köprü vazifesini gördüğü vakıasından hareket etmek gerekmektedir.
Dinin “kokutucu ve büyüleyici sır” olarak vasıflandırılan “Kutsalın tecrübesi” veya “yaşanması” şeklindeki mücmel tarifi, ilk bakışta oldukça şeklî ve muğlak bir tarif olarak görülebilir. Ancak, bu tanım üzerinde biraz düşünüldüğü zaman onun, pek çok hakikatleri içinde sakladığı görülür:
İlk olarak, bu tanımda din her şeyden önce kutsal kavramı ile belirlenmektedir. Böylece dinin, sosyolojik açıdan bakıldığında en gerçek tarifinin bizzat dinin kendi özü, cevheri ve mahiyeti ile mümkün olacağı gerçeği anlatılmak istenmektedir. Bu cevher, menşeinde insan ve toplumu aşan ve üstelik beşerî ve sosyal hayatın da bir realitesi olarak karşımıza çakan; çünkü insan hayatının temelinde fıtrî ve garîzî olarak var olan ve başlangıcında salim akim yattığı dinî gerçek, dindarlık gerçeğidir. Zira dinî hayat, “korno religious” olarak vasıflandırılan insanların oluşturduğu toplum hayatı içerisinde, öteki sosyal olaylara indirgenmesi mümkün olmayan ve üstelik -her ne kadar modern din sosyologları dinin toplum hayatının kaçınılmaz bir parçası olup olmadığı sorusunu açık tutuyorlarsa da- hemen her toplumun yapısında ayrılmaz bir şekilde yer alan bir vakıa olarak gözükmektedir.
Yukarıdaki tanımın içinde sakladığı ikinci önemli gerçek, ferdin bu kutsî olanı yani dini kesb ve tecrübe edip yaşayabilme yeteneğinin bulunduğu, hattâ bu durumun onda fıtrîliği, yani yaratılışı ve tabiatının bir icabı olduğu hususudur.
Üçüncü olarak, dinin daima önce tek tek fertlerin şuurunda yerleşip kökleştiği anlatılmak istenmektedir. Zira tecrübeler, her zaman için özellikle bir şuur, ruh ve özellikle belli bir kimse ile, bir fertle irtibat halindedirler. İslâm dininde de bu böyledir. İslâm’da dinî bakımdan sorumluluk her şeyden tek tek akıl sahibi fertleri ilgilendirmektedir. Başka bir deyişle İslâmiyet, öncelikle tek tek fertlere hitap etmekte, onları imana davet etmekte ve kalplerini iman nuruyla aydınlatmalarını istemektedir. Bunun böyle olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok hitaplarda da görmek mümkündür. Gerçekten de Kur’ân Müslü- manlara sık sık “Ey iman edenler!” diye hitap etmektedir. Çünkü dinin özü olan inanç her şeyden önce şahsî ve kalbî bir husustur ve tek tek fertlerle ilgilidir. Nitekim bu durumu, İslâmiyet’ in geliş ve yayılış şeklinde de görmek mümkündür. Gerçekten de, İslâmiyet’ in başlangıcına baktığımızda, orada ilk anda bu tecrübenin, Hz. Peygamber’i muhatab aldığını ve Allah’ la Rasûlü arasındaki bir irtibat olarak karşımıza çıktığını görürüz. Cenab-ı Allah Cebrail A.S.’ı Gar-ı Hira’daki Hz. Muhammed’e göndermiş ve “Oku!” emri ve hitabıyla kendisinin “Rabbülâlemin” olduğunu ve Onun insanları “Tevhîd” inancına çağırmak üzere risalede görevlendirdiğini vahy etmiştir. Bu vahiy ve tecrübe ilk anda sadece Hz. Peygamber’in yaşadığı ve bildiği bir husustur. Ancak Ondan, kısa bir süre sonra bu yüce gerçeği başkalarına açması yani insanları hidayet dinine davet etmesi istenmiştir. îlkin aşikâre davetten sakınılmış, sadece yakınlarına mesele açılmış, daha sonra açıktan açığa davete başlanmıştır.Böylece görüldüğü gibi, Islâm dini ve onun getirdiği yüce gerçek, ilk anda sadece Hz. Peygamber’in yaşadığı bir tecrübe iken, daha sonra Onun bu tecrübeyi başkalarına açmasından itibaren öteki insanlara da yayılmış; fertler-arası bir görünüme bürünerek Islâm cemâati teşekkül etmeye başlamıştır.
Esasen, hiçbir tecrübenin ve hele bunlardan oldukça tesirli ve ehemmiyetli olanların sadece fertlere inhisar edip kalmasına imkân yoktur; ister istemez onlar fertleri aşmak ve fertler-arası bir karaktere bürünmek durumundadırlar ve bu durum, yukarıdaki tanımın içinde sakladığı dördüncü gerçek olmaktadır. Gerçekte bunun böyle olması dinin çağlar boyu sürüp gitmesi ve varlığını sürdürebilmesi için de şarttır. Bu bakımdan dinin, ferdî olduğu kadar aynı zamanda ferdi aşan sosyal karakteri de onda o denli bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır ki, objektifleşerek bir gruba, bir topluma mal olmayan yani bir dinî cemâat teşkiline muvaffak olamayan bir din “ölü” doğmuş bir “cenin”e benzetilmektedir. Ancak bir topluma mal olmaya muvaffak olmuş bulunan bir din hayatiyetini yüzyıllarca devam ettirebilme garantisine sahiptir. Tek bir ferdin inancı olarak kalan din ise, o kimse ile beraber karanlıklara gömülmeye mahkûmdur. Bu bakımdan, objektif yönünün, yani bir topluma mal olma ya da cemâat teşkil etme özelliğinin, dinin en önemli temel vasıflarından biri olduğu anlaşılmaktadır. Dinî tecrübelerdeki cemâat teşkil edici tesirin başlangıcı, onların tek bir ferde inhisar edip kalmayarak çarçabuk fertler arası bir karaktere bürünmeleri, mutlaka başkalarına sirayet etmeleri yani onların açığa çıkarak ilk hamillerinden ayrılmak sûretiyle başka şahıslarca bilinir duruma geçmeleri vakıasında yatmaktadır.
Dinî tecrübenin, her şeyden önce sübjektif bir özelliğe sahip olduğunu yani ferdî şuura yerleşip kök saldığını kabul ve tasdik etmek ve hemen akabinde onun zorunlu olarak fertler-arası bir görünüme büründüğünü, böylece onda cemâat teşkil edici özelliğin aslî bir vasıf olduğunu ifade etmek, belki ilk anda bir çelişki imiş gibi görünebilir. Bununla birlikte, bu tezat, bu iki olgu arasında bir köprü vazifesini gören, dinî tecrübenin zahir olması, tebliğ edilmesi, afakileşmesi, ob-
232 • DİN SOSYOLOJİSİ jektifleşmesi ve sosyalleşmesi gerçeği ile ortadan kalkmaktadır. Bu duruma göre, kutsalla kurulan bağla belirlenen din, yaşanan ve objektifleşen bir şey olmak nedeni ile bir toplum olayı, sosyal bir realite ve tecrübe olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen, bunun böyle olduğunu anlayabilmek için uzun boylu deliller aramak gereksizdir. Zira her din bir toplum içinde ortaya çıkar ve gelişir. Bilinen bütün insan toplulukları içerisinde bir dine rastlandığı gibi, sosyal bir olay olmak sebebiyle sorunların, olayların ve çatışmaların bulunmadığı bir din de var olmamıştır. Çünkü dinin objektifleşip sosyalleşmesi yani bir topluma mal olması, bir cemâati ortaya çıkarması demek, dinî olayların da belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal, kültürel ve coğrafî değişkenlere bağlı bulunması demektir ki, bu durum bizi din ve toplum ilişkilerine götürmektedir. Ancak daha önce, sübjektif dinî tecrübenin hangi tarzlarda objektifleşerek toplumsal anlatım şekillerine büründüğünü görmemiz gerekmektedir.