KARMAŞIK TOPLUMLARDA SOSYAL FARKLILAŞMA, TABAKALAŞMA VE DİN
KARMAŞIK TOPLUMLARDA SOSYAL FARKLILAŞMA, TABAKALAŞMA VE DİN
Tıpkı ilkel ve az farklılaşmış toplumlarda olduğu gibi, daha ileri ve karmaşık toplumlarda da meşguliyet, mevki, durum ve fonksiyon farklılıklarının dinle yakından ve karşılıklı münasebetleri bulunmaktadır.
Gerçekten de, ilkel toplumlarda olduğu gibi karmaşık toplumlarda da dinin en önemli sosyal fonksiyonlarından biri, içerisinde çeşitli nedenlerle ortaya çıkan sosyal farklılıklardan dolayı bölünüp parçalanmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunan toplumu birleştirmek, kaynaştırmak ve bütünleştirmek olmaktadır. Zira, toplumsal iş bölümünün artmasına bağlı olarak meslekî faaliyetler alanındaki ayrılıklar da kendilerini daha güçlü bir şekilde hissettirdiklerinden, artık tabiî cinsiyet ve yaş farklılıklarının ötesinde kesin sosyal statü farklılıkları toplumu çeşitli kategorilere bölmekte, bu durum karşısında ise gayri mütecanis bir toplumdaki sosyal bütünleşmeyi sağlamak ihtiyacı kendini daha da kuvvetle hissettirmektedir. Son derecede farklılaşmış ve üstelik hızlı sosyal değişme süreçlerine sahne olan toplumlarda bütünleşme problemi daha da çetin bir durumda ortaya çıkmakta olup, bu durumda dinin toplumsal bütünleşmeyi sağlayıcı rolünün önemi daha da artmaktadır.
Gerçi, bir kısım toplumlarda sosyal farklılaşma temelinde dinî bir esasa dayanmakta olup, esasen dinin toplumda birleştirici ve bütünleştirici rolünün yam sıra bir de parçalayıcı fonksiyonu bulunmaktadır. Meselâj bir büyük toplumda veya ana dinî bünyede ortaya çıkan çeşitli dinî alt-grupların; mezhepler, tarikatlar, vs.nin belli bir ölçüde dinî ve toplumsal vahdeti bölücü fonksiyonları bulunmaktadır. Farklı dinî cemâatlerden oluşan toplumlarda sosyal bütünleşme, özellikle günümüzde lâiklik ilkesi ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Hint’in kast sistemi dinî inançlar temeli üzerine oturmuş bulunan bir sosyal farklılaşma ve tabakalaşma örneği olup, bu örnekte din, toplumsal farklılıkları meşrulaştırıcı bir fonksiyon görmektedir.
Bilindiği gibi, kast esasına müstenit bir toplumun mümeyyiz vasfı, sosyal tabakaların birbirine tamamen kapalı ve hiyerarşik bir yapıda olmasında toplanmaktadır. Hint’te “Tenasüh”t inanılmaktadır. Hinduizm telakkisine göre “Samsara” denilen doğumlar silsilesinde insan daha önceki varlıklarında vakî olan amelinin yani “Karma”smm kendisini adetâ kanunî bir zaruretle getirip bıraktığı noktada yeniden doğmaktadır. Buna göre fertler, kast nizamındaki yerlerini bir tesadüf eseri ve sosyal bir haksızlık değil, bilakis cok manidar ve kaçınılması imkânsız bir zaruret olarak telakki etmektedir. Bu durum karşısında ise bir kimsenin mensup bulunduğu kastının dışına çıkmaya kendini zorlaması dünya ni- zammın ezelî takdirine bir müdahale olarak düşünülmektedir. Kısacası, Hint’in kast sistemi dinî inançlar temeli üzerine oturmuş bulunan bir sosyal farklılaşma ve tabakalaşma örneğidir ve bu örnekte din, bir toplumsal farklılaşma veya toplumsal farklılıkları meşrulaştırma fonksiyonu görmektedir. Ancak yine burada, her halde bu kadar kesin hatlarla farklılaşmış ve birbirlerine kapalı kastlardan oluşmuş bulunan hiyerarşik Hint toplumunda, gerek kastların içerisinde ve gerekse kastlar arası toplumsal bütünleşmede din önemli bir fonksiyon görmektedir.
Esasen, büyük din sosyoloğu J. Wach’m ifade ettiği üzere, dinin sosyal birlik ve bütünlüğü sağlayıcı ve parçalayıcı rollerinden birincisi İkincisini kat kat aşmakta olup, ondan çok daha güçlüdür. Gerçekten de, dinde olağanüstü bir birleştirme gücü bulunduğu için, Francis Bacon, “Din insan toplumunun en güçlü bağıdır” (Religion praecipum humanae socitetatis vinculum) demektedir. Nitekim dinî grupların birinci türü olup, orada tabiî ve organik cemâat bağlarının dinî bağlarla çakıştığı ve hem dinî ve hem de dünyevî teşkilatların aynı olduğu gruplar olan “doğal dinî gruplar”da temel toplumsal bütünleşme faktörlerinin en önemlilerinden biri dindir. Bu tür gruplar olan aile, klan, kabile ve milletin birleşip kaynaşması ve bütünleşmesinde din, önemli bir birleştirici bağdır. Aynı şekilde, dinî grupların ikinci türü olan “sırf dinî gruplar” da din bağı sayesinde birleşmiş üyelerden oluşmakta olup, sosyologlara göre bu çeşit gruplar toplumsal grupların en ahenkli ve en ideal birlik örneğini gösteren grup tipleridirler.
Medeniyetlerin gelişmesiyle çeşitli toplumlardaki ayrımlaşma ve farklılaşma hızı da artmaktadır. Özellikle giderek daha da karmaşıklaşan, iş bölümü ve uzmanlaşmanın son derecede arttığı toplumlarda, toplumun sosyo-kültürel yapısını oluşturan sanat, hukuk, iktisat, siyaset, felsefe, ilim, vs. de birbirlerinden ayrıldıkça, toplumda ortaya çıkan ayrılık ve farklılıklar karşısında toplumsal birlik ve bütünleşmenin sağlanmasında en büyük görevlerden biri dinin birleştirici ve bütünleştirici, vahdeti temin edici fonksiyonuna düşmektedir ki, bu noktada, evrensel ve İlâhî dinlerin sonuncusu olan İslâm dininin bu fonksiyonu yerine getirmedeki fevkalâde durumuna işaret etmekte fayda vardır. Çünkü, temelinde son derecede dinamik, gerçekçi ve yeniliklere açık bir din olan İslâm dinî, değişen sosyal ve kültürel şartlara ve farklara uymada harikülâde bir intibak kabiliyetine sahip olup, bu dinin akidesinin temelini oluşturan “Tevhîd” yani “Birlik” inancı en mükemmel ve ideal bir sosyal kaynaşma, kenetlenme, birleşme ve bütünleşme (integration) prensibidir. Gerek Kur’ân’da ve gerekse hadislerde bu birliği emreden ayet ve hadisler sayılamayacak kadar çoktur. Meselâ, Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık “Ey iman edenleri” diye hitap edilmektedir. Bu hitap belli bir sosyal tabaka, çevre veya belli sosyal farklılıklar nedeniyle teşekkül etmiş bulunan muayyen toplumsal kategoriye değil, fakat her türlü sosyal, kültürel ve sosyo-ekonomik farklılık, grup, tabaka veya çevreden olan kişilere yapılmaktadır. Aynı şekilde, İslâm dini, “Mü’minler kardeştir”[1] diyerek “din kardeşliği” ilkesiyle alt-üst, kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir, efendi-hizmetçi, patron-işçi, amir-memur, hür-köle, köylü-şehirli, göçebe-yerleşik, be- yaz-siyah, vs. gibi her türü sosyal statü farklılıkları ve tezatlarını eritip kaynaştırmakta ve bir tek Allah’a kulluk inancı etrafmda onları birleştirerek adetâ yek vücût kılmaktadır. İslâm inancının yanı sıra ibadetler de toplumsal bütünleşmede önemli roller oynamaktadırlar. Cemâatle kılınan namazlar, zekât ve sadakalar gibi malî ibadetler ve nihayet hac ibadeti bu birleşme ve bütünleşmenin canlı tablolarıdırlar.
Gerçekten de, camide gerek cemâatle kılman günlük namazlar ve gerekse toplu halde kılman cuma, teravih ve bayram namazları gibi öteki toplu ibadetler, imamın arkasında ve onun önderliğinde bir tek Allah’a kulluk için saflar halinde toplanmış bulunan ve bu arada zengin, fakir, işçi, köylü, şehirli, patron, memur, vb. her türlü meslekî, sosyal, sosyo-ekonomik ve kültürel statü, tabaka ve sınıf farkları, imtiyazları ve ayrılıklarını bir kenara bırakarak kenetlenen ve yek vücût olan bir toplumsal kaynaşma ve bütünleşmenin en canlı örnekleridirler.
Aynı şekilde, ibadet amacıyla yani sırf “Allah rızası”m kazanmak için belli bir zenginlik ölçüsüne sahip bulunanların zekât, fitre ve sadakalarını fakir, yoksul, yetim, kimsesiz ve darda bulunanlara vermeleri, sosyo-ekonomik farklılıklardan ileri gelen parçalanmaları ortadan kaldırarak toplumsal birliğin ve adaletin gerçekleşmesinin bir başka canlı tablosunu gözümüzün önüne sermektedir.
Hac ibadeti ise dünyanın neresinden, hangi iklim, toprak, etnik grup, meslek ve sosyal statüden olurlarsa olsunlar, zengin-yoksul, iş- çi-patron, amir-memur, siyah-beyaz tüm mü’minlerin her türlü sosyal farklılık, imtiyaz ve dünyevî kisveyi bir yana bırakarak “ihram” a. bürünüp bir tek Allah’a kulluk etmek ve aynı iman heyecanını yaşamak üzere Beytullah denilen Kâbe-i Muazzama3mn etrafında kenetlenişinin ve bütünleşmesinin canlı bir tablosu olmaktadır.
Nitekim, hem bir tek mü’minin ve hem de müminlerin oluşturduğu cemâatin günlük, haftalık, aylık yaşayışları ve hattâ ömürleri içerisine ritmik ve devrî bir biçimde serpiştirilmiş bulunan pek çok İslâmî ibadetler, Müslümanların dinî birlik ve bütünleşmesini gerçekleştirmek ve böylece türlü sosyal farklılıklar yüzünden bölünmüş bulunan toplumun toplumsal bütünleşmesini tazelemek, canlılığını artırmak ve pekiştirmek için birer sigorta ya da enerji kaynağı görevini üstlenmektedirler. Bunu bir şema ile ifade etmek gerekirse aşağıdaki şekilde iç içe daireler halinde gösterilebilir:
Şekil 4
Görüldüğü gibi din, karmaşıklaşan, ayrımlaşan ve farklılaşan toplumda sosyal bütünleşmenin en önemli temel faktörlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, dinin toplumsal bütünleşmeyi sağlayıcı fonksiyonu din ve toplum arasındaki karşılıklı ilişkilerin sâdece bir yönünü oluşturmaktadır. Çünkü bir başka bakımdan da meşguliyet, sosyal mevki ve fonksiyon farklılıklarının din üzerindeki etkileri söz konusudur.
Bununla birlikte, /. Wach’a göre bu eûdler “objektif din” üzerinde görülmekte olup, doğrudan doğruya fertleri ilgilendiren “sübjektif din” in bu etkilerden müteessir olması sözkonusu değildir. Bu durumu açıklamak amacıyla Wach, “The Sociology of Religion” (Din Sosyolojisi) adlı eserinde şöyle demektedir: “Doğrudan doğruya ferdi ilgilendiren sübjektif din toplumsal farklılaşmadan etkilenmediği içindir ki, aynı devir ve aynı medeniyet içinde yaşayan iki kişi sosyal mevki, meslek ve zenginlik bakımından farklı da olsalar, benzer dinî tecrübelere sahip olabilmektedirler”. Çünkü temel bir hadise olarak dinî tecrübe, oldukça içten bir karaktere sahip bulunan bir birliğin esasını teşkil etmekte ve bütün insanlarda müşterek olan düşünce, duygu ve heyecanlar tabakasını derinliğine delmek sûretiyle soy, meslek, zenginlik ve mevki bakımından oldukça farklı olan insanları dinî inanç etrafında birleştirerek bütünleştirmekte, yek vücut hale getirmektedir. Peygamberler ve öteki dinî liderlerin etrafında toplanan veya onların arkasından giden kişilerin toplumsal durumlarının incelenmesi, ortak bir dinî inanç etrafında birleşen kişilerin sosyal bakımdan son derecede gayri mütecanis, muhtelif ve muhtelit kimseler olduklarını ortaya koymaktadır.
Gerçekten de, bu durumun en güzel ve en canlı örneğini Hz. Peygamber’in etrafında toplanmış bulunan ilk İslâm cemâatinin sosyal ve sosyo-ekonomik durumu vermektedir. Bilindiği gibi, Mekke’de miladî 610 yılında Hz. Muhammed’in yüce Allah tarafından risalede görevlendirilip insanları “Tevhid” dinine davet etmesinden itibaren bu davete icabet edenler çeşitli sosyal statüden kimseler olmuşlardır. Gerçekten de, ilk Müslümanların arasında, Hz. Hatice gibi bir kadın, Hz. Ali gibi henüz çocuk yaşta bir kimse, Hz. Ebû Bekir gibi Mekke eşrafından zengin bir tacir, Hz. Zeyd b. Hârise gibi azatlı bir köle ve yine Mekke toplumunun yukarı tabakalarından Hz. Osman b. Affân, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha
- Ubeydullah; orta ve alt tabakalarından Ammar b. Yâsir, Suheyb-i Rûmî, Habbâb ve nihayet Bilâl-i Habeşî gibi bir siyah köle olmak üzere çok çeşitli toplumsal statü ve çevreden kimseler bulunmaktadır. Bu kadar farklı sosyal statülere sahip bulunan bu ldşiler bir tek Allah’a kulluk inancı etrafında birleşebilmiş ve öylesine bir toplumsal birlik ve bütünlük oluşturmuşladır ki, onlar bu uğurda her şeylerini feda etmekten çekinmemişlerdir. İlk Müslümanların Mekkeli müşriklerin baskı ve zulümlerine göğüs germeleri, bu uğurda arkalarında her şeylerini bırakarak önce Habeşistan’a ve daha sonra da Mekke’den Medîne’ye hicret etmeleri, Medîneli “Ensar”ın “Muhacirler”e, kucak açarak onlarla “kardeşleşmek” sûretiyle her şeylerini paylaşmaları, daha sonra Müslümanların Mekkeli müşriklerle savaşlarında din uğruna en yakın akrabalarıyla mücadeleden çekinmemeleri, babanın oğulla, kardeşin kardeşle, akrabanın akraba ile karşı karşıya gelmeleri İslâm dininin farklı sosyal statüden kişilere hitap ederek onları birleştirmesinin canlı örnekleri olmaktadırlar. Nitekim, daha sonraki dönemde Müslümanlığı kabul edenler de oldukça farklı sosyal statülerden, çevrelerden, kültürlerden ve milletlerden oldukları halde, İslâm’ın din kardeşliği ve “Birlik” akîdesi etrafında toplanabilmişlerdir.
[1] Hücurat: 10.