Teoriler

KARL MARXIN YABANCILAŞMA TEORİSİ

 

 

 Karl Marx’ın yabancılaşma ile ilgili metinlerinden hazırlanan bu derleme, Marx’ın Yahudi Sorunu gibi gençlik dönemi ürünlerinden başlayarak Kapital gibi olgunluk dönemi yapıtlarına  kadar kronolojik olarak Marksist düşüncenin bu temel kavramına yer vermiştir.[1]

             İnsanın kayıtsız şartsız ve hatta düşman bir evrende kendi başına yalnız olduğu anlamında yabancılaşma, nerdeyse tüm insan ve toplum bilimlerinde, felsefede ve edebiyatta önemli bir tema olmakla birlikte yabancılaşma kavramını ilk kez felsefi bir kavram haline getiren Hegel’dir. Hegel’de bilişsel bir durum olarak analiz edilen yabancılaşma yabancı doğayı, kendi oluşunun bir uğrağı olarak koyan Mutlak Tin’in kendine özgü etkinliğidir. Aslında doğa, özne ve nesnenin özdeşliği olan tinin kendine dönüş aşamasından başka bir şey olmadığından, Hegel’de Yabancılaşma, kendi içinde kendi ortadan kaldırılışını ifade eder. Marx’ın 1844 Elyazmaları’ında hesaplaştığı Hegelci yabancılaşma  kavramı bu şekilde özetlenebilir. Marx’tan önce yabancılaşma kavramını felsefi olarak işlemiş öteki düşünür Feurbach’tır. Feurbach, Hegel’in doğanın mutlak tinin kendisine yabancılaşmış  biçimi olduğu görüşüne  karşı çıkarak insanın kendine yabancılaşmış  tanrı değil, tanrının kendine yabancılaşmış insan olduğu  ileri sürer. Feuerbach’ın dinsel yabancılaşma kuramına göre insan Tanrı’yı yaratarak kendi özünü nesnelleştirir, kendine yabancılaşır. İnsan, yaratıp yüce varlık haline getirdiği Tanrı imgesinin kölesi olur.[2]

            Hegel insanın kendi bilincine varmasındaki yabancılaşmadan; Feuerbach tarihi ve sınıfı olmayan, soyut insan yabancılaşmasından söz ederken Marx, işçinin yabancılaşmasından hareket eder. Marx’ın “yabancılaşma”ya bakış açısı, işçinin kapitalist için zorla çalışması, işçinin çalışmasının ürününü kapitalistin kendisine mal etmesi ve kapitalistin mülkiyetinde bulunduğu için işçinin karşısına yabancı, köleleştirici bir güç olarak çıkan üretim araçlarından işçinin ayrılması şeklinde belirginleştirilebileceğimiz bir teorik çerçeve üzerine oturur.

            Marx’a göre, insan, makinenin bir parçası haline indirgenmiştir. Ve buradan hareketle, yabancılaşma da, insan emeği sonucunda yaratılan şeyin aynı insana, kendisini köleleştiren yabancı bir öz olarak geri dönme süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan etkinliğinin özünde yabancılaştırıcı bir etkinlik olmadığını belirten ve yabancılaşma kavramını toplumsal bir temele oturtan Marx, yabancılaşmanın her zaman her yerde sonsuz geçerli bir kavram olmadığını, tarihsel bir olgu olduğunu vurgular. Dolayısıyla, Marksizm, Hegelci bakış açısının aksine, yabancılaşmayı insanlığın kaçınılmaz ve şifasız bir felaketi olarak değil,  insanın bilinçsiz faaliyetinin ortaya çıkardığı ve yine insanın, bilinçli toplu eylemiyle değiştirilebilecek belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ele alır. 

             Marx, yabancılaşmayı özel mülkiyet, emek ve iş bölümü açısından da ele alır. Marx’a göre özel mülkiyet, yabancılaşmadan başka bir şey değildir. Özel mülkiyet, hem “yabancılaşmış emeğin” ürünü, yani zorunlu bir sonucu hem de emeğin kendine yabancılaşmasının nedeni ve kaynağıdır. Diğer yandan, işbölümün zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan uzmanlaşma ve insanların iş bölümünü kendilerini köleleştiren ve kendisine boyun eğilmesi gereken bir güç olarak algılamaları da yabancılaşmaya neden olmaktadır.

            Marx’a göre, yabancılaşma, kapitalizme özgü bir olgu değildir fakat kapitalizm, insanın yabancılaşması olgusunu en üst düzeye çıkaran nesnel koşulları içeren bir sistemdir. Kapitalizm, bir yandan yeni gereksinmeler aracılığıyla yeni bağımlılıklar yaratırken, diğer yandan insanın kendi yabancılaşmasının farkına varmasını önleyecek ya da geciktirecek tuzakları da içermektedir.

             Marx’a göre, kapitalist toplumlarda emekçinin elde ettiği para, emekçiye sahte bir özgürlük verir ve aslında onun efendisi haline gelir. Para, insanlığın yabancılaşmış gücüdür Marx’a göre. Bireyler, insan olarak yapamadıklarını para aracılığıyla yapabilirler. Para, bütün insan niteliklerini tersine çeviren, onları kendi karşıtları durumuna sokan dışsal evrensel bir güçtür. Emeğin yabancılaşmasından söz eden Marx, emeğin, kendi yabancılaşmasını, kendi karşıtını ürettiğini ileri sürer. Emeği yaratma eylemi insanı özgürleştireceğine, her adımda ona hükmeden gücü daha da devleştirmeye yaramaktadır. Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır.

             Marx’ta “yabancılaşmış emek” konusu önemlidir çünkü mesele, insan özünün ve doğasının yabancılaşmasından ayrı düşünülemez. Marx’a göre, insanın kendi emeğinin ürününe, hayat etkinliğine, türsel varlığına yabancılaşması, aynı zamanda dolaysız bir biçimde, insanın insana yabancılaşması sorununu doğurmaktadır. Marx, emek ve paranın yabancılaşmaya etkisinin yanı sıra bizzat “iş”in kendisini de yabancılaşma bakımından söz konusu eder. İş, işçinin kendisinden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Çağdaş üretim sürecinde emeğin yabancılaşması, üretimin ağırlıkla elle gerçekleştirildiği geleneksel imalathanelere oranla çok daha yüksek bir düzeydedir. El emeğine dayanan zanaatlerde işçi bir aletten yararlanırken; fabrikada ise, makine işçiden yararlanmaktadır. Birincisinde iş aletleri kullanın işçi, ikincisinde makinelerin hareketini izlemek zorundadır. El  emeğine dayanan işlerde işçiler canlı bir düzeneğin parçalarıdırlar. Fabrikada ise, işçiden bağımsız, cansız bir düzenek vardır ve işçi yalnızca bu düzeneğin canlı bir eki, bir uzantısı durumundadır.[3]

             Bu bakımdan,  Yabancılaşma teorisi ile Marx’ın insan doğası anlayışı arasında önemli bir ilişki vardır. Ona göre, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsur; yaratıcı üretim faaliyeti, içinde bulunduğu doğayı biçimlendirme ve değiştirme kapasidesidir. İnsan, emeği ile arzuladığı şeyi yaratmak ve gerçekleştirmek için düşünce geliştirebilecek kapasiteye sahiptir. Marx’a göre emek, ‘insanın kendi kendini gerçekleştiren özü’dür. İnsan kültürünün özünü emek oluşturmaktadır.

               Diğer bir deyişle kültür ancak emek aracılığıyla gerçekleşen insan faaliyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Marx’a göre tarihsel olarak insan , bir yandan doğa üzerinde artan bir şekilde denetim sağlarken diğer yandan da yabancılaşmaktadır. Yani ,insanlık tarihi insanın doğa üzerindeki denetimini sağlamasının ve yabancılaşmasının tarihidir. Yabancılaşma; insanın kendi yarattıkları güçlerin kendi karşılarına yabancı güçler olarak çıktığı, onların egemenlikleri altına girdikleri bir durum olarak tanımlanmaktadır.[4]

             Marx’ın yabancılaşma teorisi maddi ve ekonomik temellere dayanmaktadır. Kapitalist toplumda ekonomik anlamda yabancılaşma, sadece zihinsel değil, aynı zamanda insanların günlük yaşamlarında ve gerçekleştirdikleri etkinliklerinde bulunan bir durumdur. Yabancılaşma teorisinin dört ana özelliği şunlardır; insanın doğadan, kendisinden, türsel varlığından ve başkalarından yabancılaşması. İnsanın doğadan kopması anlamına gelen yabancılaşma, insanın doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda yeni bir dünya kurması anlamına gelir. İnsanlık toplumsal dünyayı yaratırken doğayı yabancı ve düşman olarak deneyimler, ve dünyaya yabancılaşır. İnsanın kendine, türsel varlığına ve başkalarına yabancılaşması ise kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı bir yabancılaşmadır.

            Kapitalist toplumda insanın kendisine, türsel varlığına ve başkalarına yabancılaşması şu anlama  gelmektedir; kapitalist toplumda çalışma işçinin yaşamını sürdürmesi için bir araca dönüşmüştür. Kapitalist üretim süreci, insana özgü olan çalışma veya insanın özünü oluşturan emeğin kendi yeteneklerini ortaya çıkarmasını engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sahiptir. Kapitalist toplumda zorunlu bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini sınırlandırmakta, sefalet, tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının reddine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Üretim sürecinde makinanın bir parçası haline gelen emek, neyin ne kadar üretileceğinin bilgisinden yoksundur ve kendi yaratıcı potansiyelini gerçekleştiremez. Kişi sadece çalışma dışında boş zamanlarında ailesi ile birlikte iken kendini özgür hissetmektedir. Yabancılaşmış emek için, emeğin kendi ürünü kendi türünün yaratıcı bir faaliyeti olmaktan çıkmıştır. Başka bir deyişle, piyasada alınıp satılan metalar gibi işçinin emeği de alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür.[5]

           Genç Marx için emek; insanın ürettiği ve böylece kendisini nesneden ayırdığı en önemli bir beşeri süreçti. İnsan kendi ürettiği nesneleri tüketerek bu ayrımı reddediyor ve nesne ile özneyi tekrar birleştiriyordu. Özne ile nesne arasındaki Hegelci ayrılık ve bütünleşmeye yönelik çaba üretim ve tüketimin iktisadi çevrilmiş; üretilen her şeyi tüketerek hayatı yaratan ve onu destekleyen metabolizmanın fizyolojik süreci olarak anlaşılmıştır. Bu süreç, üretimin tüketim tarafından tamamıyla yok edilmediği zaman engellenir. Bu engellemeye sermaye ve ürünün bir bölümüne sermaye birikimi ve kendi zenginliği için el koyan kapitalist neden olur. Üretimin eşit olmayan bölüşümü, sömürmenin neden olduğu yoksunluk metabolik düzeni bozar. Ama özel mülkiyet ortada yokken, emeğin ürününün tüketim sayesinde kişisel olarak kullana bileceği, özgürlük dönemi vardı. Özel mülkiyetten önce birey ürününü serbestçe kullanabilirdi ve tüketebilirdi. Özel mülkiyet ve işbölümü bu özgürlüğü yok ederek yabancılaşmaya yol açtı. En sonunda sınıfsız bir toplumda üretim araçlarının kolektif mülkiyeti yabancılaşmayı ortadan kaldırır ve insan, emeğinin ürünleriyle yeniden özdeşleşir.[6]

             İlk dönem yapıtlarında yukarıda da gördüğümüz gibi Marx; yabancılaşmanın nedenini işbölümünde ve uzmanlaşmada görmüştür. Bunlar, insanın bütünlüğünü tehlikeye sokuyor ve onu tüm potansiyellerini gerçekleştirmekten  alıkoyuyordu. Marx’a göre ‘‘komünist toplumda kimse dar bir şekilde belirlenmiş etkinlikler içinde değildir. Herkes  kendini herhangi bir etkinlik içinde geliştirebilir. Yalnızca  toplum genel üretimi düzenler. Benim bir şeyi bugün, başka bir uğraşı yarın yapmamı olanaklı kılar; sabah avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır beslememi ve yemekten sonra da bir eleştirmen olmamı sağlar. Avcı, balıkçı, çoban veya eleştirmen olmadan şu anda yapmak istediklerimi gerçekleştirebilirim.’’ Bu alıntıda yabancılaşma konusu açıkça sezilebilir. İnsan hayatının ve varoluşunun hedefi bütün kişiliğin ve potansiyellerin gerçekleştirilmesidir. Bu sanayi toplumunda gerçekleşebilenden daha fazla potansiyele sahip bir kişiliğin olduğunu belirtiyor. Marx, Hegel gibi çok yönlü bir yaratıcılığı insanın kendini bütünüyle gerçekleştirebilmesinin en önemli bir aracı olarak görür bu çok yönlü Rönesans insanın sanayi toplumunda da var olmasını istemektir.[7]      

             Marx’ın daha sonraki yapıtlarında yabancılaşma iş bölümüne ve işçinin ürününden ayrılmasına bağlanırken daha sonra sömürülmeye dönüştü, işçi ürünün fiyatının ancak bir bölümünü alabiliyordu. Ama yabancılaşmanın ve bastırılmanın temel modelinin, gerek Hegelci çerçevede gerek klasik iktisatçıların dilinde ifade edilişi aynıydı; bütün onun parçalarından bir tanesine indirgenmişti, bunu izleyen yabancılaşma ve parçalanma benzer biçimde tanımlanmıştı.[8]

             Son olarak; Marx’a göre yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, kapitalizmin ve tüm sınıflı toplumların, özel mülkiyetin, işbölümünün ve dinin ortadan kaldırılması ve üretim biçiminin değişmesiyle mümkündür. Bu da ancak komünist toplum evresine ulaşmakla gerçekleşecektir. Komünist toplumun yaratılmasıyla yabancılaşma sona erecek ve insan kendi seçimleri doğrultusunda istediği üretken faaliyetleri ortaya koyabilecektir. Komünist toplumda herkes hoşuna giden faaliyet dalında kendisini geliştirme imkanına kavuşacaktır.[9]

 

Sümeyye Bozkurt

 

 

 



[1] Karl Marx, Yabancılaşma, çev. Barışta Erdost, sol yay, Ankara 2010, s.9.

[2] Age, s.10-11.

[3] Ömer  Osmanoğlu, “Yabancılaşma Üzerine ”, Sosyoloji Notları 3 Aylık Yaygın Sosyoloji Dergisi, İdeal Kopy, Ankara 2008, s.13-16.

[4] Klasik Sosyoloji  Tarihi, Anadolu Ünv. Yay, Eskişehir 2011, s.67-68.

[5] Age, s.68-69.

[6] Walter A.Weisskopt, Yabancılaşma ve İktisat, çev.Kenan Erçel(B), Anahtar Kitaplar Yay, İstanbul  1996, s.58-59.

[7] Age, s.57.

[8] Age, s.59.

[9] Ömer  Osmanoğlu, “Yabancılaşma Üzerine ”, Sosyoloji Notları 3 Aylık Yaygın Sosyoloji Dergisi, İdeal Kopy, Ankara 2008, s.16

 

 

 

İlgili Makaleler