Din Sosyolojisi

Kabile ve Millet – Tabi Dini Gruplar

Kabile ve Millet

Kan hısımlığına dayanmasının yanı sıra yerine göre komşuluk fak­törünün de işin içine karıştığı bir başka organik cemâat şekli de kabi­ledir. Üstelik kabilede organik cemâat bağları ile dinî bağlar çakıştı­ğından, bu sosyal ünite çeşidi de tabiî dinî grupların önemli bir türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen hemen her kabilenin kendine mahsus bir dini mevcuttur ve genellikle çok tanrılı dinler, aynı zaman­da kabile dini hüviyetini taşımaktadırlar.

Kan ve komşuluk bağlarının yanı sıra ortak bir tarih ve gelenek­lere sahip bulunan bir başka sosyal grup da millettir. Esasen, milletler her şeyden önce akrabalık, gelenek, dil, kültür ve din birlikleridirler. Nitekim milletlerin kendilerine mahsus dinî formlara sahip oldukları bilinmektedir. Daha doğrusu milletler tabiî ve organik cemâat bağla­rının dinî bağlarla güçlendirildiği sosyal ünitelerdir. Nitekim “millî dinler” bir millete bağlı inanç ve tapınmanın tipik örnekleridirler. Maamafih bir milletin mensuplarının birçok dinlere veya mezheplere mensubiyeti de malûmdur. Bu durumun, birçok sosyal ve sosyolojik problemleri de beraberinde getirdiği bilinmektedir. Nitekim bugün din sosyolojisinde üzerinde önemle durulan “dinî çoğulculuk” {dinî plüralizm) olayı, bir anlamda aynı bir devlet veya siyasi idare çatısı al­tında muhtelif dinî grup veya mezheplerin yer alması hadisesini ifade ettiği gibi, aynı bir milletin veya aynı kültür dairesine mensup kişile­rin farklı din veya mezheplere mensubiyeti ve bundan kaynaklanan sosyal süreçleri de içermektedir. Konunun tarihte ve özellikle de gü­nümüz toplumları açısından incelenmesi din sosyolojisi bakımından büyük bir önemi haizdir.

Çoğunlukla millî dinlerde, bir şehrin tanrısının zamanla ötekiler arasında temeyyüz ederek bütün bir ulusun tanrısı haline geldiği göz­lenmektedir. Meselâ Asurlularda Assur adlı ilâh önceleri Assur şehri­nin tanrısı iken, daha sonra şehrin hükümet merkezi olması ile millî tarın ve bunu takiben de imparatorluk tanrısı haline gelmiş ve netice­de şehir, imparatorluk ve tanrı aynı adla anılmaya başlanmıştır. Ben­zeri durumları başka milletlerde de gözlemek mümkündür. Önceleri Memphis şehrinin îlâhı iken sonradan bütün imparatorluğun tanrısı haline gelen Ammon Ra’mn durumu bunun tipik bir örneğidir. Böyle durumlarda işaret edilmesi gereken önemli bir husus da o dinin yegâ­ne tanrısı değil fakat bir tanrılar aleminin başı ve aynı zamanda mil­let bütünlüğünün tanrısı olmasıdır. Roma dini de başlangıçta bir şehir dinidir ve; Roma imparatorluk haline geldikten sonra Roma şehrinin ilâhının bütün Akdeniz şehirlerinde mahalli tanrılara nispetle impara­torluk tanrısı olacak şekilde itibar kazandığı ve mahallî tanrıların ya­nı sıra onun için de her şehirde tapmaklar yapılarak törenler düzen­lendiği görülmektedir.

Bir milletin mensuplarının müşterek bir dine sahip olmaları, on­ların sosyal, kültürel ve siyasî bakımlardan birlik olmalarına ve üste­lik dinî bir birlik oluşturmalarına imkân vermekte ve böylece onlar ortaklaşa bir esenlik etrafında güçlü bir şekilde bütünleşebilmektedir. Hattâ bu bütünleşme, milletin çeşitli sebeplerle yeryüzüne yayılması­na rağmen, millî birliğin sağlanması ve korunmasında, önemli ve et­kili bir yol olarak kendini göstermektedir. Yahudi milleti ve dininde bunun tipik bir örneğini bulmak mümkündür.

Hakikaten Yahve’ye müşterek inanç ve ibadet birliği çerçevesinde oluşmuş bulunan Yahudi milleti, yeryüzüne dağılıp yayılmasına rağ­men, müşterek inanç ve ibadetler etrafında bütünleşme sayesinde, “diaspora”da millî varlığını muhafaza etmeyi başarmıştır. Aynı şekil­de, Cermen halkları da, toprağa bağlılığın veya müşterek zürriyetin birleştirdiği cemâatler olmaktan çok, tarih ve geleneğin birleştirdiği ibadet üniteleridir. Maamafih, bazı Alman halkları Hıristiyanlığa gi­rişleri sayesinde bir millet halinde bütünleşebilmişlerdir. Nitekim, kü­çük Hıristiyan, Budist veya Musevî, vs. unsurlara rağmen, Türklerin millî birliklerinin ve kimliklerinin tesbitinde, İslâmiyet’e girmelerin­den itibaren bu dinin önemli bir rolünün bulunduğu gözlenmektedir.

Öyle ki, din sosyolojisi ile ilgili çalışmalarını, Türklerin dinî sos­yolojilerinin ortaya konulması konusuna adamış bulunan büyük Türk sosyoloğu ve düşünürü Ziya Gökalp’e göre İslâmiyet, Türklerin millî birlikleri ve hüviyetlerini oluşturmaları ve korumalarında temel bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. O derecede ki Gö­kalp’e göre, Müslümanlıktan ayrılan Türk unsurları genellikle millî kimliklerini de zamanla yitirmişler ve başka millet, kültür, medeniyet ve dinlerin içerisinde eriyip gitmişlerdir.

Genellikle millî dinler, ilk çağların dinleridirler. Zamanla bu din­lerden pek çoğu büyük değişikliklere maruz kalmış ve hattâ bir çoğu tarih sahnesinden silinmiş, onlar yerlerini kendi ülkelerinde ortaya çı­kan veya dışardan gelen evrensel dinlere bırakmışlar veya Yahudi di­ninde olduğu gibi kendileri alemşümul bir temayüle yönelmişlerdir. Bu durumun tek istisnası, cüz’i değişikliklerle menşei özelliğini koru­maya devam eden, Japonların Şinto dinidir. Japon imparatorluğu içe­risine giren yabancı ve evrensel dinlerden hiçbiri tamamıyla onun ye­rini alamamıştır. Budizm Japonya’ya ithal edildiği zaman, Şinto dini onu büyük ölçüde kendine has potası içinde eritmiş ve bu karışımdan ortaya çıkan Ryobu-Şinto, 1868 de Meiji ıslahat hareketi arınmış bir Şinto tesis ederek onu devletin resmî dini yapıncaya kadar, Japon ha­yatının güçlü bir bütünleşme faktörü olarak kalmıştır. Esasen Şinto dini, bir milletin mensuplarının ortak ata kabul ettikleri ulûhiyetlere bağlılıkta bütünleşmesinin dikkate değer bir örneğidir.