Din Sosyolojisi

İSLÂMİYET YE SOSYO-KÜLTÜREL KONTEKSTİ

İSLÂMİYET YE SOSYO-KÜLTÜREL KONTEKSTİ

Hemen her yerde olduğu gibi, sosyolojik bakımdan, İslâm dininin ortaya çıktığı, eski Arabistan’ın toplumsal yapısı, teşkilatı ve kültürü­nün de, onun ekolojik çevresinin derin izlerini taşıdığını önemle be­lirtelim. Batıdan Kızıl Deniz boyunca ve aynı şekilde güney ve güney­doğu sahillerinde, geniş ve yüksek dağ silsileleri ile çevrelenmiş bulu­nan merkezî bir çöllük platodan oluşan Arabistan Yarımadası, geniş ölçüde çöldeki vahaların dışında ancak güneyde Yemen, Umman ve Kızıl Deniz sahillerine yakın bazı vadilerde ziraata imkân vermekte; bu bakımdan da orada çok eski zamanlardan beri hayatın bu koşulla­ra göre düzenlenip teşkilatlandığı, en azından M. Ö. L bin yılın baş­langıçlarına uzanan tarihî bulgu ve belgelerden anlaşılmaktadır. Esa­sen Araplar, Arap Yarımadası için, “Cezîretü’l-Arab” terimini kullan­mak sûretiyle ülkenin coğrafi bakımdan bir “ada” olduğunu ifade edi­yorlar. Anlaşılan iklim bakımından da genelde oraya kurak bir çöl ik­limi hakimdir ve bir yandan denizler, öte yandan da çöller Arabistan’ı dış dünyadan büyük ölçüde tecrit ederek onu gerçekten de “izole bir ada ülkesi”ne dönüştürmektedir. Böylesine olumsuz tabiat şartlarının egemen olduğu bir ülkenin kültür ve medeniyeti ise deve, ot ve yağ­macılığın temel unsurları oluşturduğu ve İbn Haldûn’un “Bedevi Üm­ran” adını verdiği göçebe bir “çöl medeniyeti” olmaktadır. Orta As­ya’nın çift hörgüçlü devesine nispetle en azından bin yıl sonra ehlileş- tirildiği anlaşılan tek hörgüçlü Arabistan devesi orada, M. Ö. XVI.- XIII. yüzyıllardan itibaren evcilleştirilmiş şekliyle binek ve tarım hay­vanı olarak varlığını göstermiş bulunmaktadır. Böylece, tek başına ferde pek bir hayat hakkı tanınmadığından, çok eski zamanlardan iti­baren mahallî şartlardan kaynaklanan bir kabile düzenin hakim oldu­ğu ve insanın ancak böylesine bir toplusal ünite içerisinde hayatiyet bulabildiği Arabistan’da, uygun bölgelerdeki kabileler vahalarda yer­leşik bir ziraî ekonomiyi gerçekleştirirlerken, su ve otlakların kıtlığı nedeniyle çöldekilerin hayvan yetiştiriciliğine dayalı küçük gruplar halinde parçalanmış bedevî bir göçebe hayatı yaşadıkları anlaşılmak­tadır. Uygun vahalarda bu göçebe hayat yerleşik bir köy ve hattâ da­ha uygun şartlarda bir şehir hayatına dönüşmek sûretiyle “Hazarî Ümrân”a da imkân vermiş bulunmaktadır. Her hâlükârda, Arabis­tan’da şehir, sosyolojik olarak gerçekte, yerleşik konuma geçmiş bir kabileden ibarettir ki, meselâ İslâm dininin ortaya çıktığı Hicaz Böl­gesinde, Kureyş kabilesinin yerleşik hayata geçmesi sonucu oluşan Mekke şehri bunun en tipik bir örneğini bize sunmaktadır. Şehir ha­yatına geçmiş görünmekle birlikte birçok durumlarda kabile düzeni­nin büyük ölçüde varlığını sürdürdüğü Arabistan’da şehirler aynı za­manda bir ölçüde bedevî hayatın birçok özelliklerini de muhafazaya devam etmektedirler. Maamafih, bedevî kabileler, bir kabile reisinin (seyyid) başkanlığında yönetilirken, şehirlerde o yerini, İslâm’dan ön­ceki Mekke örneğinde görüldüğü üzere, bir oligarşiye bırakmış bu­lunmaktadır. Aynı şekilde şehir, kabilenin kolektif zihniyetinin yerine belli bir ferdiyetçi anlayışı da beraberinde getirmiştir. Esasen şehirler zamanla orada para ekonomisine dayalı bir ticaret hayatının gelişim sürecine bağlı olarak önemli değişimlere sahne oldular.

Toplumsal hayatın genelde baba tarafından akrabalık esasına gö­re düzenlendiği bu gruplardan özellikle bedevi kabilelerin, çölün acı­masız hayat şartları karşısında, hayvan yetiştiriciliğinin yanı sıra düş­manlara ve türlü tehlikelere karşı kendilerini savunmak amacıyla, iyi birer savaşçı olmak durumunda bulunduklarına da işaret etmek ge­rekmektedir. Üstelik şehirlerde yaşayanların da yağmacıların çapulla­rından korunmaları gerekmektedir ve nitekim genellikle bir kabilenin şehre yerleşmesi sûretiyle oluşup gelişen şehirler göçebe kabilelerin himayesini almak durumunda kalmışlardır. Bu şartlar altında, grubun hayatiyeti bakımından, kabilenin erkeklerinin birinci derecede bir toplumsal rol ve statüye erişmiş olmalarına karşılık, onlara nispetle kadınların ve özellikle de kız çocuklarının bu toplumsal ünitelerin ya­pısı ve kültüründe neden ikinci plana itildiklerini anlamak kolaylaş­maktadır. Arabistan’ın eski geleneksel dininde erkeğe tamnan bu üs­tün statünün, onun dinî kültürü ve yaşayışında “muruırva” denilen di- nî-ahlâkî bir telâkkide yansıdığını görmek ilginç olmaktadır.

Öte yandan, olumsuz jeo-klimatik şartlar nedeniyle küçük ünite­ler halindeki bu dağınık toplumsal gruplar; aileler, klanlar ve kabile­ler, Arabistan’daki toplumsal varlığa adetâ yan yana konmuş bir mo­zaik görünümünü vermiş olup; bu “segmanter” {parçalı) toplumsal birliklerin her birinin içerisinde her şey grup dayanışması esasına gö­re düzenlenmiş bulunmakta, ferdin grup dayanışmasını ifade eden “asabiyet”in dışında bağımsız bir varlığı ve hayatiyetini düşünmek im­kânsız görünmektedir. Anlaşılan, grubun bu hayatî dayanışmasını temsilen onun koruyucu ilâhları ve öteki kutsallıkları da bulunmakta olup; bu adetâ sosyal bir mozaik görünümündeki parçalı toplumsal ünitelerin gruplar-arası birliğinin de aynı şekilde, bütünleştirici sosyo­ekonomik etkenlerin yanı sıra, özellikle dinin birleştirici ve bütünleş­tirici fonksiyonu tarafından sağlandığını ve bu amaçla onların, daha küçük çaplı olanların dışında özellikle kabileler-arası merkezî bir müşterek ana tapınak olan Mekke’deki kutsal Kabe’de belli dinî tö­renleri yerine getirmek üzere periyodik olarak toplandıklarını belirte^- lim. Esasen Kabe, böylesine bir dinî amaçla yapılmış ve Mekke şehri bu vesile ile onun etrafında oluşarak zamanla ticarî faktörlerin de işin içine girmesi sûretiyle oldukça gelişmiş ve hem dinî ve hem de eko­nomik bakımdan önemli bir çekim merkezi konumunu almıştır.

İslâm’dan önceki Arabistan’ın, animist ve natürist inançları ve un­surları ile birlikte bir tür Sami politeizminin tüm özelliklerine sahip görünen dini de, toplumsal yapının bu dağınık parçalardan oluşan mozaik manzarasını, âdeta büyük ölçüde onun bir yansıması olarak, büyük ölçüde bize sunmaktan geri durmamaktadır. Bu dinin inançla­rı, insan hayatını, birçok kutsal güçlere, tanrılara, cinlere, vs.ye ba­ğımlı kılmaktadır. Bu kutsal güçler, çoğu zaman taşlarda, kayalarda, ağaçlarda, sularda yahut gök cisimlerinde tezahür etmektedirler. Böy- lece, her kabilenin kendi kutsal yerleri ve zamanları mevcuttur. Bu toplumun hayatı ve kültüründe, din, kehanet ve büyü sarmaş dolaş bir halde görünmektedir.

Bununla birlikte, eski Arabistan’ın dini, İslâm dininin ortaya çık­tığı dönemde oldukça belirgin olan belli bir çöküntünün tüm arazla­rını sunmaktan da geri durmuyor. Arabistan’daki parçalı gruplar, ken­disine dünyanın menşeini atfettikleri yaratıcı bir Yüce Tanrı olan ve Rabbü’l-Kâbe olarak bilinen Allah’a, inanmakta ve Kâ’be’yi Beyfullah (Tanrı’nın evi) bilmekte iseler de, O’nun hüviyeti tam olarak belirlen­miş olmayıp, dinî yaşantıda daha aktif bir konumda olan ve özellikle de gök cisimlerini teşahhüs ettirdikleri anlaşılan Lat, Menat, Uzza gi­bilerinin çok daha geniş bir popülariteye sahip oldukları öteki kabile ulûhiyetleri buna ortak koşulmuş bulunmakla, O’na yapılan ibadet, ilk ürünlerin (hayvan veya diğer ürünler) kurban şeklinde sunulması­na indirgenmiş olup; bu şekil altında O, dinler tarihinde öteki birçok semavî ilahların durumunda gözlediğimiz üzere, bazı dinler tarihi uz­manlarının terminolojisi ile,[1] bir tür Deus Otiosus konumunu almış olarak insanların hayatından bir ölçüde uzaklaşmış görünmektedir.

Ekolojik çevrenin kesin etkisi altında, eski Arabistan’daki toplum­sal hayatın ve teşkilatın, bedeviler ve ziraatçılar şeklindeki bölünmüş­lük ve parçalanmışlığı, onun dinî ve toplumsal hayatının yanı sıra, si­yasî yaşantısına da bir şekilde yansıdığından, orada uzun süreli ve ge­niş çaplı siyasî üniteler oluşmamış, kabile düzeni duruma egemen gö­rünmüş; ancak sistemin zaman içerisinde ortaya çıkan yeni şartların etkisiyle belli bir değişim sürecine girdiği de gözlenmiştir. İşte bu şe­kildedir ki, M. Ö. I. bin yılın ortalarından itibaren, sahil kesiminde Main, Kataban, Hadramavt, Seba, Himyer gibi bir dizi küçük krallık­ların ortaya çıktıkları ve onların siyasî nüfuzlarını bir ölçüde çevre ka­bilelere empoze etmeyi başararak onları kendilerine vergi bağımlısı konumuna getirdikleri gözlenmektedir. Bu çerçevede, özellikle Ye­men’de, M. S. IV yüzyıla kadar ayakta kaldığı anlaşılan meşhur Ma’rib Seddi’nin izlerinden de anlaşıldığı üzere, ziraata elverişli alan­larda sulama çalışmalarının gerçekleştirildiği, bu gelişmelerin özellik­le krallıkların başkentlerinin şehirler biçiminde serpilmesine imkân verdiği anlaşılmaktadır. Bu gelişmeler, dinî planda orada bir ölçüde eski kabile inançlarının yerlerini giderek yaygınlık kazanan ancak muhtevası konusunda tam bir bilgi bulunmayan bir tür monoteizme bıraktığını da göstermektedir.

Anlaşılan, bütün bu gelişmeler, çok eski zamanlardan itibaren Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan ticarî sistemde meydana gelen deği­şimlerle de yakından ilişkili olmuşlardır. Akdeniz havzasındaki top­lumlar ile Hindistan arasındaki ticarî ilişkiler uzun süre kara yolun­dan veya Basra Körfezi üzerinden gerçekleşmiş; bu çerçevede Babi- lonya’daki sosyo-politik oluşumlar önemli bir aracı rolünü üstlenmiş­lerdir. Öte yandan, bir süre sonra sisteme güney Arapları da dahil ol­muş ve onlar deniz yolu ile Hindistan’dan getirilen malları Habeşis­tan ve Nil vadisi yoluyla dönemin büyük ticaret merkezi olan Akde­niz kıyısındaki İskenderiye’ye ulaştırmışlardır. Bu durum, geniş ölçü­de izole bir hayat yaşayan Arabistan’ı adetâ bir ölçüde dış dünyaya aç­mış ve zamanla orada çok büyük değişimlerin kaynağını oluşturmuş­tur. İşte bu şekildedir ki, bu olay mesele bir kısım Arap toplulukların Arabistan’dan Afrika’ya göçmeleri ve oradan önemli sayıda siyah kö­lelerin ziraat işlerinde çalıştırılmak üzere Arabistan’a getirilmesi sonu­cunu da beraberinde getirmiş bulunmaktadır. Nitekim, bu gelişme ve değişmeler, güney Arabistan’da siyasî güce bağımlı köy işletmelerinin oluşumuna imkân verdiği gibi, üretime doğrudan katılmayan şehirli bir aristokrat zümrenin ortaya çıkışım da beraberinde getirmiştir.

Uzun süre güneydeki bu ticarî gelişmelerin marjında kalan kuzey Arabistan’da durum, Roma’nm Akdeniz havzasında tesis ettiği haki­miyet ile değişmeye başlamış; güney Asya ile Akdeniz havzası devlet­leri arasında giderek artan ticarî münasebetler, bölgedeki siyasî olu­şumların ticaret yollarına hakimiyet mücadelesinde de bir artışı bera­berinde sürüklemiş; değişen dengeler, Kızıl Deniz ticaret yolunun ya­nı sıra Arabistan’ın özellikle batı sahillerinin de sistemde önemli bir yer almaya başlaması sonucunu doğurmuştur. Bu çerçevede, Hicaz bölgesinin sözü edilen ticarî mekanizmada önemli bir yer kazandığı ve böylece orada özellikle ticaret kervanlarının izlediklerin yolların kavşağında yer alan Mekke’nin, dinî bir merkez oluşunun yanı sıra, sadece Hindistan’ın baharatının değil fakat Mezopotamya’nın tahıl üretiminin naklinde de önemli bir transit ticaret merkezi konumunu elde ettiği ve buna sahil kesimindeki öteki bağımsız ticaret şehirleri­nin eklendiği anlaşılmaktadır. Böylece, ticaret yollarının üzerinde ya­hut kavşağında yer alan Tayma, Hayber, Medîne, Mekke, Taif, Nec- ran… gibi şehirler, hem dinî ve hem de sosyo-ekonomik bakımdan, önemli birer çekim ve açılım merkezleri oldular. Böylece onlar, büyük ölçüde dış dünyadan tecrit edilmiş ve otarsik bir hayat yaşayan kabi­le düzenindeki Arap toplumunu, uluslararası ekonomik devrelere it­hal etmek süreriyle önemli değişimlere kapı açtılar. Bu şehirlerin önemli bir bölümünde, özellikle Yahudî ve Hıristiyan tacirlerin, belli bir ölçüde inisiyatifi elde tutmuş olmalarına da önemle işaret etmeli­yiz. Maamafih, M. S. IV yüzyıl dolaylarında, güney ArabistanlI Kin­de kabilesinin önemli bir bölümünün kuzeye doğru göçtüğü ve hem dinî ve hem de zengin bir ticarî merkez konumunda olan Mekke do­laylarına yerleşerek bir süre sonra, VI. yüzyılın başlarına kadar süre­cek olan egemenliğini, tüm orta Arabistan’a empoze etmeyi başardığı görülmektedir. Her şeye rağmen, Kinde Krallığı’nm, bir ölçüde gü­neydeki akrabalarının siyasî birliğine bağımlı kalmakta devam ettiği görülmektedir. Bu krallığın Hîre Krallığı ile olan bir çatışma neticesin­de yıkılışı, tüm Arap Yarımadası’m güneyli Himy enlere bağımlı kılmış görünmektedir.

Öte yandan, IV yüzyılın sonlarına doğru Roma’nın ikiye ayrılma­sı, Akdeniz’de Bizans’ı siyasî ve ekonomik bir güç haline getirmiş; böylece Anadolu, Arabistan ve Habeşistan’daki tüm dağınık Hıristi­yan gruplar ve ticarî koloniler bir şekilde Bizans’ın himayesi altına girmiş, bu da onu, siyasî ve ekonomik nedenlerle İran’daki Sasanî İm­paratorluğu ile’ gergin ve çatışmak bir münasebete sürüklemiştir. An­laşılan mücadele büyük ölçüde uluslararası ticaret yollarına bir haki­miyet kavgasıdır. Bu gelişmede, genellikle tampon bölgenin kuzeyli Hıristiyan Arap prenslikleri Bizans’ın himayesine sığınırken, öteki Arap kralların daha ziyade, etnik ve kültürel bakımdan kendilerine daha yakın hissettikleri Sasanilere meylettikleri anlaşılmaktadır. Nite­kim, anlaşılan güney Araplarım oradaki Hıristiyan gruplara karşı bir tavır almaya yönelten de, komşu İmparatorluklarla olan bu yakınlaş­ma, ittifak ve muhalefet oyununun bir sonucu olmuş ve VI. yüzyılın ortalarında Necran Hıristiyanlarına uygulanan baskı ve katliam ve karşılık olarak, Bizans’ın, Habeşistan’ın Hıristiyan Aksum kralını gü­ney Arabistan’ı önce istilâya, sonra da oraya, bir süre sonra yerli Hı- ristiyanlar ve Araplar tarafından devrilecek olan bir Hıristiyan kral yerleştirmeye götürmüş, bu arada Yahudilik ile Hıristiyanlığın Arabis­tan’da gelişme gayretleri ve hattâ aralarında bu bakımdan belli bir ça­tışmaya meylettikleri, bu çerçevede siyasî bakımdan olaylara Bizans, Habeşistan ve Sasanîler İran’ının müdahil oldukları, tehditlerin Hz. Muhammed’in doğum yıllarındaki olayda görüldüğü üzere Mekke ve Kâ’be’ye kadar uzandığı olmuş ve esasen bu gelişme ve değişmeler, Uhdud (LXXXy 5) ve Fil Vak’ası (CX 1-5) örneklerinde görüldüğü üzere bizzat Kur’ân-ı Kerim’de de yankılarını bulmuş olup; bütün bunlar ise, İslâmiyet’in ortaya çıkış dönemlerine doğru Sasanilerin nüfuzunun güney Arabistan’a uzanması sonucu doğurmuştur. Öte yandan, anlaşılan özellikle Hicaz bölgesi ve orada Mekke, Bizans, Ha­beşistan ve Sasanilerin sürtüşmesinden en iyi şekilde yararlanmayı bil­miş ve böylece VI. yüzyılın sonları ile VII. yüzyılın başlarında orada ticaret önemli bir atılımla karakterize olmuştur.

Bütün bu gelişme ve değişmeler, Arabistan’ın geleneksel yapıla­rını önemli ölçüde etkilemiş bulunmaktadır. Esasen bu etkiler, za­ten uzun süredir belli bir çöküntü sürecine girmiş bulunan dinî alanda da kendilerinin göstermişler, bu bağlamdadır ki orada bazı­larının geleneksel dinden uzaklaşarak bir arayışa sürüklendikleri, nitekim Hanifler denilen bir grubun tektanrıcı bir inanca yöneldik­leri ve hattâ bu çerçevede Hıristiyanlık gibi bazı dinlerin az da olsa taraftarlar bulabildiği kayda değerdir ve işte İslâmiyet de, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız böylesine bir dinî ve toplumsal değişim sürecindeki bunalımlı ortamda Hicaz bölgesinde Mekke’de zuhur etmiştir.

Bu bakımdan, şüphesiz İslâmiyet, dinî bakımdan bir çöküntü ve arayış içerisinde olan bunalımlı Arap toplumunun bu eğilimlerine bir cevap teşkil etmektedir. Aynı şeklide, İslâmiyet’in ortaya çıkışı olgusu ile, hızlı bir değişim süreci içerisine sürüklenmiş olup, bu arada şehir­lerde ve özellikle de bir ticaret şehri olan Mekke’de, oraya her bakım­dan hakim, zengin bir ticaret oligarşisi ile, onun tarafından istismar edilen kölelerin ve zanaatkâr takımının olumsuz durumunda kendini gösteren ve giderek artan sosyal dengesizlik arasmdaki paralelliğe işa­ret etmek de gerekmektedir. Bununla birlikte, bu noktada bir kez da­ha belirtmek gerekiyor ki, sosyolojik olarak, İslâmiyet’ten önce ve özellikle de onun ortaya çıkış dönemindeki bu toplumsal, dinî, kültü­rel, ekonomik ve siyasal ortam ve orada kaydedilen değişme ve geliş­meler ve bu çerçevede oraya arız olan toplumsal, ahlâkî, manevî ve dinî bunalım ile İslâm dininin doğuşu arasmdaki paralellik ne kadar dikkate değer görünürse görünsün, anlaşılan bu bunalımlı ortam, İs­lâm dininin ortaya çıkışında yalnızca uygun bir zemin oluşturmuş bu­lunmaktadır. Bunun ötesinde, kesin bir sebeplilik anlayışı çerçevesin­de birini ötekinin yani İslâm dinini bu bunalımlı ortamın mutlak bir sonucu veya ürünü şeklinde algılamaya kalkışmak, benzeri durumlar­da niçin aynı sonucun ortaya çıkmadığı sorusunu cevapsız bırakacak­tır. Öyle anlaşılmaktadır ki, Hz. Muhammed’in dinî tecrübesi ve bu­na bağlı olarak yakın çevresinden itibaren giderek genişleyen bir ka­rakter arz eden evrensel yönelimli çağrısı, bu şekli altında yeni ruh ve yepyeni bir manevî ışık içeren kutsal ve orijinal bir tebliğdir ve kana­atimizce hiçbir haricî etki onun yapısını tek başına tam olarak açıkla­mada yeterli görünmemektedir.

[1] Krş.: M. Eliade, Histoire des Croyances et des İdees Religieuses, Paris: Payot, 1983, s. 71, 73.

İlgili Makaleler