Dinî Grup İle Siyasî Grubun Özdeşliği
Din ile devlet ilişkileri bakımından üzerinde durmamız gereken birinci tip, organik cemâat bağları ile dinî bağların ayniyet arz ettiği topluluk şekillerinde rastlanan ilişki şeklinden ibarettir. Yukarıdaki bölümlerde gördüğümüz üzere, ilkel kültür seviyesinde bulunan ve sosyal farklılaşmanın olmadığı veya en alt basamaklarda bulunduğu klan veya kabilelerden ibaret olan basit toplumların hayatında dinin sahip bulunduğu temel mevki sebebiyle bir kısım sosyologlar bu top- lumları, “kutsal toplumlar” (sacred societies) şeklinde adlandırmaktadırlar. Bu tür toplumlarda henüz din, akrabalık sistemi, ekonomik faaliyet alanı, yönetim ve eğitim gibi sosyal kuramların birbirlerinden henüz dikkati çekici şekilde ayrılmadıklarına da işaret edilmişti. Hiç şüphe yoktur ki bu kurumlar, bu toplumların toplumsal yapıları içerisinde kuvve halinde mevcuttu. Ancak onlar, sosyal sistemin bütüncül yapısı içerisinde massedilmişlerdi ve bu yapı içerisinde din temel toplumsal bütünleşme fonksiyonu görmekteydi. Hattâ, bu tür toplumlarda din, sadece bir toplumun yani klan veya kabilenin ya da akrabalık grubunun dahilî birliğinin bütünleştirici faktörü olmakla kalmamış, aynı zamanda muhtelif kabilelerin kendi aralarında karışıp birleşerek bir halk oluşturduğu ve böylece bir devlet teşkil olunduğu durumlarda da o, temel toplumsal bütünleşme faktörü olarak kendini göstermiştir. Gerçekten de, aile, klan veya kabilelerin daha geniş sosyal ve siyasî birlik oluşturmaları hadisesi, dünyanın birçok yerinde, bir mâbedin etrafında müşterek bir ibadet grubunun oluşturulması şeklinde vukû bulmuştur. Eski Yunan’da meselâ Atina site-devleti- nin bu şekilde oluştuğunu biliyoruz. Yine orada, Delf mabedini korumak amacıyla on iki kabilenin meydana getirdiği “amfiktiyoni”nin oluşumu da dinin bütünleştirici etkisi altında oldu. Cermen kabilelerinin tarihinde de, bir tanrıya ibadet maksadıyla birliklerin oluşturulduğunun muhtelif örnekleri mevcuttur. Maamafih, bu konuda en klâsik örneği, dinin birleştirici etkisi altında İsrail halkının oluşumu teşkil etmektedir. Bütün bu örnekler ise bize, bu seviyede siyasî birliklerin bir devlet olarak teşekkül etmelerinin ve böylece oluşturulan birliğin idamesinin ancak onların bu birleşmelerinin mukaddes bir çerçevede vukûu şartına bağlı bulunduğunu göstermektedir. Bu bakımdan da bu birlikler, her şeyden önce müşterek dinî hayat üniteleri olmuşlardır. Bu üniteler içerisinde egemenlik dinî faktörlere bağlı olarak ve dinî şekil altında üç ana şekilde kendini göstermiştir ki bunlar:
- İlkel karizmatik krallık,
- Tanrının iradesiyle vücût bulan krallık,
- Teokratik egemenlik’tir.
Bu üç formun karakteristik özelliklerini de şu şekilde belirlememiz mümkündür: [1]
dir. Esasen bu güç, yalnızca krala meşru egemenlik hakkını sağlamakla kalmamakta, aynı zamanda tebaasının tüm ihtiyaçlarının kral tarafından onun sayesinde sağlanması beklentisini de beraberinde getirmekteydi. İlkel klan ve kabile başkanlarmda var olduğuna inanılan bu kutsal gücün “mana” diye adlandırıldığını belirtelim. Bu nedenle kral veya başkan “tabu” olmakta yani teferruatlı bir yasaklar sistemi vasıtasıyla korunmaktaydı. İşte bu şekildedir ki meselâ Polinezya’da kabile başkanmm dokunduğu her şey de tabu olmaktaydı. Dinî yönetimle dünyevî hükümetin ayniyeti, kralın hem dinî ve hem de “din-dışı” (profan, dünyevî) fonksiyonları üstlenmesini gerektiriyordu. Esasen bu dönemde her şey dinî bir anlam taşıdığından bu tür bir ayırım da mevcut değildir. Kralın veya başkanın yaptığı bütün işler mukaddesti. Bu sıfatla o, hem orduların kumandanı, hem adaletin dağıtıcısı, hem dinî törenlerin yöneticisiydi. Mamafih, bu görevlerin bazılarını yürütmek üzere bir süre sonra rahip, büyücü ve kâhin gibi tiplerin ortaya çıktıkları ve bu durumda krala veya başkana yönetim ve ordulara kumanda görevlerinin kaldığı görülmektedir. Kral veya başkanın görevlerinin bu şekilde onun şahsından ayrılarak bağımsızlaşması ve kurumlaşması, aynı zamanda giderek bu görevlerin dinî anlamlarından da soyutlanarak dünyevîleşmeleri ve profonlaşmaları şeklindeki bir “sekülarizasyon” sürecinin de başlangıcına işaret etmektedir ki, toplumlar ilerleyip karmaşıklaştıkça bu süreç de devam edecek ve nihayet modern toplumlarda devlet yönetiminin “lâikleşme”si olgusuna dönüşecektir. [2]
Roma’da kralın tahta çıkışı benzeri şekilde vukû bulmaktaydı. Keza, Çin’de, kralın bu görevi yüklenmesi ve bu sıfatla yaptığı tüm işler, İlâhî bir görevlendirmenin sonucu olarak değerlendirilmekteydi. Aynı şekilde Japonya’da da krallığın meşruiyeti benzeri bir istidlale dayandırılıyordu. Tanrı’nın iradesiyle halkına egemen olan kral, tebasına karşı adaletin de muhafızı olmak durumundaydı. Esasen kral, bir çeşit tanrı-kml veya “Tann’nm soyundan kral” yahut Tanrı’nm oğlu ya da torunu gibi tavsiflere mazhar olmakta ve tapınma konusu yapılmaktaydı ki, bunun örneklerini eski Mısır’da, Japonya’da, Roma’da, Ba- bil’de bulmak mümkündür. Bu tür bir tapınma, İsrail peygamberlerinde görüldüğü üzere, daha yüksek seviyeli bir dindarlığın ortaya çıkmaya başlaması anından itibaren, şiddetli reaksiyonlarla karşılaşacaktır.
[1] İlkel Karizmatik Krallığın Özellikleri
Arkaik dönemde egemenliğin mümkün bütün şekilleri ve fonksiyonları, kabilenin başkanmm veya kralın karizmatik şahsiyetinde toplanmış bulunmaktadır. Zira onun mukaddes bir güce sahip olduğuna inanılır. Bu bakımdan bazı ilkel kralların gökten indiğine inanıldığı vâkîdir. Bazılarının ise doğuştan bu güce sahip olduğu kabul edilmektedir. Eski İran’da, kralın halkın üzerinde meşru bir egemenlik kurma hakkının bulunduğunu ifade etmek üzere “Şvarna” kavramı mevcuttu. Bunun tipik bir örneğini de eski Türkler ve hatta Proto-Türklerde- ki “Kut” kavramında bulmaktayız. Hakikaten, orada “Hakan”, ‘Tanrı’nın Kutu”na. sahiptir ve bu sıfatla yeryüzünde O’nu temsil etmekte-
[2] Tanrı’mn İradesiyle Vücûd Bulan Krallığın Özellikleri
En basit yapılı ve ilkel kültür seviyesindeki arkaik toplumların ka- rizmatik egemenlikleri ile biraz daha ilerlemiş ve toplum yapıları nispeten karmaşıklaşmış toplumların medenî dinlerinin devletle ilişkilerini birbirinden ayırt etmemiz gerekmektedir. Bu seviyede karşımıza “Tanrı tarafından irade olunan kraliyet” tipi çıkmaktadır. Şu halde burada bir ulûhiyetin iradesiyle başkanlığa veya krallığa seçilme söz konusudur. Bu nedenle de kralın tahta çıkışı, ulûhiyetin onayına bağlı mukaddes bir fiili oluşturmaktadır. Eski Ahid’de sözü edilen İsrail krallarında bu durumun tipik örneklerini bulmak mümkündür. Eski