Cemâatten Cemiyete İntikal
Cemâatten Cemiyete İntikal
Modern bir toplumun akılcı, bilimsel ve lâik esaslara göre yeniden inşası, geleneksel anlayış ve yaşayışta çok önemli değişiklik ve yeni düzenlemeleri de beraberinde getirmiş olduğundan, doğrusu Türkiye Cumhuriyetinin bu ilk döneminde gerçekleştirilmiş bulunan inkılaplar Türk toplumunun kaderi açısından hayatî önemi haiz bulunmaktadırlar. Nitekim, Türkiye’de müteakip dönemde ortaya çıkan sosyo-ekonomik büyüme ve çeşitlenme, hızlı nüfus artışı, şehirleşme, sanayileşme, modern eğitim ve kitle iletişiminin yaygınlaşması gibi birçok değişimlerin temelinin Atatürk döneminde atıldığı çok iyi bilinmektedir. Öte yandan, Türkiye’de, Cumhuriyetle birlikte kendini gösteren bu çok köklü değişim ve dönüşüm olgusunun, zaten hemen her toplumda olduğu gibi, sosyolojik olarak, Türk toplumu içerisinde de, içten içe var olan sürekli bir tarihî ve toplumsal oluş ye değişim olgusu ve sürecinin bir parçasını oluşturduğunu ve üstelik bu çerçevede onun, toplumların tarihi içersindeki bazı çok hızlı değişim ve dönüşüm dönemlerine benzer bir tür hızlı ve köklü değişim ve dönüşüm devresine işaret ettiğini önemle belirtmek gerekmektedir.
Toplumsal bir olgu olarak, böylesine köklü ve hızlı bir değişimin başlangıçları, gördüğümüz gibi, Türkiye’de en azından XVIII. yüzyıldan bu yana kendini göstermiş bulunan ve XIX. yüzyılda özellikle Tanzimat’la birlikte belli bir ivme kazanan bir olgu ve sürecin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu uzun süreç içersinde, giderek çöküntüye doğru sürüklenen bir imparatorluğun değişim ve dönüşüm sorunlarına bağlı bunalımını yaşayan Türk toplumunda, Cumhuriyet ve inkılaplar, bu bunalım ve arayışın en şiddetli bir devresinde hayatî bir dönüşüm olarak kendilerini göstermişlerdir ve anlaşılan değişim süreci, modern Türkiye’de, kendi iç ve dış dinamikleri çerçevesinde, Cumhuriyet tarihi boyunca devam etmiş olup, bugün toplumsal hayatın hemen her alanında yaşanmaya devam etmektedir.
Bu bakımdan da, toplumsal değişim ve dönüşümleri bir anda ortaya çıkmış ve bitmiş münferit olgular biçiminde anlamak yanıltıcı olduğu gibi, böylesine değişim ve dönüşümleri en azından kısa vadede düz hatlı bir gelişme çizgisinde açıklamaya kalkışmak ta hatalı olmaktadır. Toplumsal bir fenomen olarak değişim, uzun vadede içten, yavaş ve birikici ve bazen anî sıçrayışlar ile karakterize olmaktadır ve nitekim, Cumhuriyet tarihi içerisinde, modern Türkiye’de din ile olan ilişkileri bakımından değişim olgusu da bu çok yönlü karakteristikleri bize tipik bir biçimde sunmaktan geri durmamaktadır. Her şeye rağmen, Türkiye’de, Tönnies’in deyişi ile “Gesellschaft” (Cemâat) ilişkilerden “Gemeinschaft” {Cemiyet) ilişkilere veya yukarıdaki bahislerde bizim tercih ettiğimiz geleneksel ve büyük ölçüde sözlü bir kültüre dayalı ilişkilerin egemen olduğu bir toplum modelinden yazılı kültüre dayalı, eğitilmiş modern bir toplum modeline doğru olan değişim, tüm gelgit ve zikzaklarına rağmen bütün hızıyla devam ediyor ve din ile olan ilişkileri de dahil, bu çerçevede Türk toplumu bu iki model arasındaki hızlı değişim ve dönüşümler içerisinde ve kendi şartlarında yoğrulan, uyum ve uyumsuzluklara, gelgitlere ve dolayısıyla da çelişkilere ve arayışlara sahne olan “tranzisyonel” bir toplum modelinin tüm özelliklerini, kanaatimizce bize tipik bir biçimde sunmaktan geri durmuyor.
- Diyanet İşleri Başkanlığı
Böylece, meselâ yukarıda, Cumhuriyetle birlikte artık Türkiye’de kesinleşen ve onun en önemli bir karakteristiğini teşkil eden lâikliğin belirgin özelliklerinden birisinin, din ile devletin birbirinden ayrılması olduğuna işaret edilmiş olup, buna rağmen, Türkiye’de özellikle Diyanet Teşkilatı’nın devletin bünyesinde genel idarenin bir parçası olarak yer almasının ve bir şekilde kontrol altında tutulmasının bir tezat oluşturduğu ve bunun düzeltilmesi gerektiği sıklıkla ifade edilmiştir. Hattâ, bu durum bazılarını, Cumhuriyetle birlikte, Türkiye’de, din ile ilişkileri bakımından, din ve devletin birleştirildiği “devlet dini” modeline geçildiği ve bunun düzeltilmesi gerektiğini sıklıkla öne sürmeye de yöneltmiş bulunmaktadır.
Gerçekte ise bu, anlaşılan Ülkenin tamamen özel durum ve şartlarından kaynaklanmış bulunuyor. Zira, her şeyden önce, bilindiği gibi, bugün Türkiye’de nüfusun çok büyük bölümünün dahil olduğu İslâm dini, bünyesinde ruhban sınıfına yer vermemiş, bu duruma bakarak birçok araştırıcı özünde İslâmiyet’i “lâik” bir din şeklinde yorumlamıştır. Nitekim, İslâmiyet’te meselâ Hıristiyanlık’ta görüldüğü şekli altında bir kilise teşkilatının ortaya çıkmamış olması da buradan kaynaklanmıştır. Organik topluluk şekillerinde ve özellikle de tabiî dinî gruplarda görüldüğü şekilde organik cemâat bağları ile dinî bağların İslâm ümmeti içerisinde birbirinden pek ayrılmamış olması da aynı şekilde bir bakıma buradan kaynaklanıyor. Her halükârda İslâmiyet’te dinî otorite kendi özel durum ve şartları çerçevesinde kurumlaştı ve yukarıdaki bölümlerde birkaç defa işaret edildiği üzere devletle bir ölçüde bütünleşme eğilimleri gösterdi. Hattâ bu çerçevede ulema, din ile toplumu da tam anlamı ile bütünleştirme eğilimlerine yöneldiler. Ancak bu hiçbir zaman tam anlamı ile gerçekleşmediği gibi din ile devletin bütünleşmesi de aynı şekilde bir devlet dini modeline veya Sezaropapİzm’e dönüşmedi. Zira, tarihî ve sosyolojik bir olgu ve gerçeklik olarak, hemen her toplumda olduğu gibi Müslüman topluluklar içerisinde de, zaman içerisinde toplumsal farklılaşma, toplumsal işbölümü ve sosyal kurumların buna göre kendi alanlarında uzmanlaşma eğilimine yönelmeleri süreci doğal olarak kendini gösterdi ve onun etkileri toplum yapısının karmaşıklaşması ve değişimin artması oranında daha belirgin bir hal aldı. Her şeyden önce dinin bu ümmet yapısı içerisindeki birleştirici, bütünleştirici ve küllileştirici özelliklerine karşı, farklı dinî anlayışlardan hareketle geliştirilen yorumlar sonucu yeni eğilimler ve cemâatler ortaya çıktılar. Sûfilik, belli bir dönemden itibaren, Müslüman topluluklar içerisinde bunun sayısız örneklerini suna gelmiştir ve hattâ zamanımızda sunmaya devam etmektedir. Öte yandan, Abbâsîler döneminde fakihler, özellikle ilk zamanlarda devlet adına resmi fetva vermekten çekindiler ve hattâ bu konuda baskılara maruz kaldılar. İmam Mâlik, Halife Mansûr’un, Muvatta’m Kâ’be’nin duvarına asılarak herkesin buna uymasının sağlanması sûretiyle resmîleştirilmesi önerisine karşı çıktı. Böylece din adına fetva verme işi başlangıçta özel bir girişim oldu; ancak kadılık, Arap kültüründe bir anlamda önceki dönemin hakemlik kurumunun bir devamı olarak daha Emeviler döneminde devlete bağlı resmî bir hüviyet kazanmıştı. Bir süre sonra Hanefî imamlarından Ebû Yûsuf resmî devlet görevlisi olarak fetva vermeyi kabul etti. Kadılık, kadı el-kudât’lık, kazaskerlik, şeyhülislâmlık ve müftülük kurumlarınm ihdası ve teşkilatlanmasını, OsmanlI’da Meşîhat’m II. Mahmud döneminde, 1826 da resmî bir devlet dairesine dönüştürülmesi olgusu izledi. Aslında bu olgu, Türk-Islâm tarihinde din görevlilerinin bürokratlaştırılması sürecinin de bir parçasını oluşturmaktaydı. XIX. yüzyılda bir süre sonra resmî dinî teşkilat içerisine Meclis-i Meşâyih de sokulmak sûretiyle, din kurumunun resmî devlet organına dönüştürülme işleminde daha da ileri bir adım atılmış oldu. Tanzimat’tan sonra İlmiye sınıfının mülkî yetkilerinin ellerinden alınmış olması ve onların yalnızca din işleri ile uğraşmaya yönlendirilmiş bulunmaları, din görevlilerinin uzmanlaşmış hizmetlilere dönüştürülmesi sürecini hızlandırdı. Ancak, onlar gerçekte yine de hiçbir zaman bir ruhban sınıfı olamadılar.
Cumhuriyetle birlikte, Türkiye’de din meselesi bir kez daha masaya yatırıldı ve ülkenin din işlerini tamamen özel nedenlerle devlete bağlı olarak yürütmek üzere bir Diyanet İşleri Başkanlığı ihdas edildi. Genel idarenin bir parçası ve dolayısıyla da İdarî bir birim olarak Diyanet İşleri Teşkilatı, aslında hukukî olarak dinî bir teşkilat değildir. Bu şekli altında onu, uzun bir tarihî gelişim sürecinin bir çeşit olgunlaşmış şeklinden ibaret saymak uygun düşebilir; ve bunun yerine onu, lâiklikteki din ve devlet ayrılığı düşüncesi veya ilkesinden hareketle bir tür cemâat teşkilatına dönüştürme düşüncesinin tarihî veya dinî bir dayanağını bulmak pek mümkün görünmeyip, böyle olduğu için de bu durum kanaatimizce Türkiye’de lâikliğe nev’i şahsına münhasır bir özellik vermektedir. Her halükârda onu, meselâ örneklerine Zerdüştlük veya Konfüçyanizm tarihinde rastladığımız anlamda bir “devlet dini” modelinde değerlendirmek yanıltıcı ve hatalı olmaktadır, zira Türkiye Cumhuriyeti devleti lâiktir.
Diyanetin hukukî ve dinî statüsü konusundaki bu tür tartışmalara rağmen anlaşılan Teşkilat, hem yapı ve hem de fonksiyonları açısından, tarihi içerisinde çok önemli aşamalardan geçmiş, büyük bir gelişme göstermiş, üstelik 1961 ve 1982 Anayasalarında Diyanet’e dair yer alan maddelerle Anayasal bir kuruluş hüviyetini kazanmıştır. 1924 tarih ve 429 sayılı, Diyanet İşleri Reisliği’ne “dini mübini İs- lâmtn (teşri ve infazı TBMMM’ye ait olan muâmelâtı nâsa dair olan ahkâm dışında) itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesalihin tedvin ve müessesatı diniyyenin idaresi” görevini yükleyen Kanundan bu yana kaydedilen gelişim sürecinde, özellikle 1965’te yürürlüğe giren 633 sayılı kanun önemli ve belirleyici bir çerçeve oluşturmuş; Kanunda, Diyanet İşleri Başkanlığının görevleri “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” biçiminde belirlenmiş; bundan böyle Diyanet, gerek merkez ve gerekse de taşra teşkilatı olarak kayda değer bir gelişme göstermiş; hattâ, hizmet alanını, yurt dışı din müşavirlikleri ve ateşelikleri aracılığı ile, muhtelif ülkelerde, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren yurtdışına işçi göçü sonucu oluşan Müslüman Türk cemâatlere yaymak sûretiyle işlevlerine yeni boyut ve formülasyon kazandırmayı başarmıştır.
Bu çerçevede, Türkiye’deki cami, mescit gibi ibadet yerlerinin sayısında da çok büyük bir artış gözlenmiş, buna paralel olarak din görevlilerinin sayısı da oldukça artmıştır. Türkiye’de son dönemde yılda ortalama 1500 camiin yapıldığı ve cami artış oramnın Türkiye’deki nüfus artışına (% 2,5) eşit olduğu, 1989 yılı itibariyle 62947 cami bulunduğu ve genel nüfusa göre 857 kişiye bir cami düştüğü anlaşılmaktadır. Anlaşılan büyük bölümü erkeklerden oluşan (1989 rakamlarına göre % 97) ve sayısı 90 binlere erişmiş bulunan din görevlilerinin yaş ortalaması 31 olup, bu durum Diyanet teşkilatının oldukça genç bir kadroya sahip olduğunu göstermektedir. Buna karşılık, din görevlilerin eğitim durumlarında çağın şartlarına göre çok büyük ölçüde iyileştirmelere ihtiyaç bulunduğu anlaşılmaktadır. Genel idarenin bir kurumu olarak Diyanetin mali kaynağı devlet bütçesinden karşılanmakta, anlaşılan bütçeden ona ayrılan pay özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren artarak devam etmiş bulunmaktadır. Öyle ki, bazen onun bütçenin % 2’sine erişmiş olması kayda değerdir. Öte yandan, 1975 yılında kurulmuş bulunan Türkiye Diyanet Vakfı, zengin mal varlığı ve gelirleri ile Diyanete faaliyetlerinde çok önemli bir destek oluşturmaktadır. Esasen Vakfın amacı, “İslâm dininin gerçek hüviyetiyle tanıtılmasında, toplumun din konusunda aydınlatılmasında, Diyanet İşleri Başkanlığına yardımcı olmak, gereken yerlerde cami yapıp donatmak, fakir hastalar için tedavi kurumlan açıp işletmek, zekât, fitre gibi Müslüman vatandaşlarımız tarafından yapılacak yardımları şartlarına uygun olarak toplumdaki ihtiyaç sahiplerine intikal ettirerek sosyal yardım ve hizmeti geliştirmek” şeklinde belirlenmiş bulunmaktadır. Nihayet, Türkiye’de cami, mescit ve benzeri hayır kurumlarım yaptırmak veya onarmak üzere, özellikle 1950’li yıllardan itibaren Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği adı altındaki derneklerin ve 1980’den sonraki dönemde de onların bir uzantısı olan vakıflar ve benzeri oluşumların giderek artan sayısı ve faaliyetlerine işaret etmek gerekir. Bütün bu gelişmelerin modern Türkiye’de özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sayısı hızla artan cami, mescit, Kur’ân Kursu gibi kurum ve kuruluşların artış sürecindeki payına önemle işaret edelim.