TRANZİSYONEL TOPLUMLARDA DİN
TRANZİSYONEL TOPLUMLARDA DİN
Rocher’nin ideal-tipleştirmesinden hareketle toplumlarm di- kotomik bir biçimde geleneksel/modem şeklindeki ikili tasnifinden hareketle, bu tür toplumlarda din konusunun makro sosyolojik düzeyde ele almışı ve nihayet post-modern toplumlarda din meselesi ve bunun özellikle Ülkemiz gibi geleneksellikten modernliğe yönelmiş ancak ne tam anlamıyla geleneksellikten sıyrılabilmiş ve ne de modernleşebilmiş ve daha doğrusu birinden ötekine hızlı bir geçiş sürecine sahne olmakla birlikte bunu bir türlü tamamlayamamış olan ve bu bakımdan da “tranzisyonel” (geçiş) kategorisinde değerlendirilebilecek olan toplumlardaki yankıları bizi, bu tür toplumlarda din konusunu, en azından makro düzeyde Vfe en karakteristik özellikleri itibariyle ele almaya götürmektedir. Zira, sanayileşme ve şehirleşme ve onların beraberlerinde sürükledikleri toplumsal değişmeler, geleneksel toplumları dünya ölçüsünde kökünden sarsmış olmakla birlikte, bu gelişme ve değişmeler dünyanın her yerinde benzer hız ve oranlarda olmamış, esasen ekonomik bakımdan “geri kamış” veya “kalkınmakta olan” toplumlar yahut ülkeler terimleri bu olgular ve gerçekliklerden kaynaklanmıştır.
Gerçi, hızlı toplumsal değişimler ve toplumlar arası ilişkilerin giderek artması ve bu gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan değişimler ve etkileşimler, bir küreselleşme eğilimini de beraberinde sürüklediği gibi, öte yandan bu olay, dünyanın kültürel plüralizmi ve zenginliği için bir tehdit de oluşturmaya yönelmiştir. Her halükârda tranzis- yonel toplumların geleneksel sosyal ve kültürel yapıları dünyada meydana gelen değişmelerden büyük ölçüde etkilenmiş bulunmakta; öyle ki, bu durum onların toplumsal ve kültürel varlıkları ve kimlikleri için ciddî bir tehdit oluşturmaktadır. Her ne kadar bu toplumlar geleneksel form ve değerlerini tamamen yitirmiş değillerse de, artık geleneksel toplumun özelliklerine sahip olmadıkları da muhakkaktır. Değişim onlara kendini ontolojik bir gerçeklik olarak kabul ettirmekte; ancak onlar bu değişime ayak uydurmakta oldukça zorlanmakta ve hattâ bocalamaktadırlar. Zira, oldukça hızlı bir değişim ortamında, “geleneksel” ile “modern” yahut “eski” ile “yeni”, buralarda çoğu zaman öylesine antitezik ve dikotomik bir biçimde karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır ki, bu ikilem, birçok toplumsal çalkantı ve hattâ krizleri de beraberinde getirmektedir.
Gerçi, modernliğin her zaman için geleneksel formların bir zıddı- nı oluşturmadığı ve hattâ birçok durumlarda ikisi arasında belli bir uyumun bulunduğu da özellikle Ülkemizde konuyla ilgili olarak gerçekleştirilmiş bulunan deneysel araştırmalardan anlaşılmaktadır. Ancak, sanayileşme ve şehirleşme hamleleri, eğitim öğretimin ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, hızlı nüfus artışı, köyden kente ve hattâ Türkiye’mizde olduğu üzere yabancı ülkelere göç, çarpık kentleşme ve gecekondulaşma, geleneksel aile yapısında gözlenen değişim, an’anevî toplumsal dayanışma formlarının giderek zayıflaması, işsizlik, eğitim ve istihdam alanındaki yetersizlik ve çarpıklıklar, bir tüketin? ve pazar ekonomisine geçiş, ferdiyetçiliğin artması, toplumsal, ekonomik ve kültürel dengesizlik ve çarpıklıklar, siyasal yönetimlerin başarısızlıkları… gibi birçok değişim ve faktörlerin çapraz etkileri, geçiş halindeki bu toplumları bir tür “kaos”a sürüklemiş ve böyle- sine “çarpık” bir ortamda geleneksel olanla modern olan daha da çatışmak bir biçimde karşı karşıya gelmiştir.
Bu tür bir antitezik toplumsal çelişki, bunalım ve çatışma ortamında, “eski”nin yahut geleneksel olanın çoğunlukla “kutsal” ve dinî bir form ve anlam altında yeni ve modern olanın karşısına çıkmakta oluşu da konumuz bakımından kayda değerdir. Esasen, modern sanayi toplumlarında gördüğümüz üzere, bu toplum tipinin değerleri, dünya görüşü ve zihniyeti, en azından geleneksel ve kurumlaşmış dinî yapılar, formlar, inançlar, örf ve âdetler, normlar ve değerler için bir tehdit unsuru oluşturmuş ve hattâ modern sanayi toplumlarında birincilerin ilerlemesine paralel olarak İkincilerin çoğu zaman geriledikleri gözlenmiştir. Bu durum, geleneksel yapıdan moderne doğru hızlı bir değişim gösteren tranzisyonel toplumlarda da gözlenmiştir. Böyle- ce, “sekülarizasyon” yahut “dünyevileşme” adı altında anılan ve dinin toplumun sosyo-kültürel hayatındaki hakimiyetini giderek kaybetmesi şeklinde kendini gösteren süreç ve bu olgunun yankıları endüstriyel yahut teknolojik tophımların yanı sıra ve bir ölçüde tranzisyonel toplumlarda da gözlenmiştir. Ancak bu, her zaman için geçerli olan bir durum değildir. Zira, bu tür toplumlarda sürecin tamamen tersine işlediğinin örneklerine de rastlanmaktadır. Nitekim, Ülkemizde konuyla ilgili olarak yapılan sosyolojik araştırmalardan da sürecin her iki yönde de işlediği anlaşılmaktadır. Hattâ, tekâmülcü bir bakış açısından hareketle, bir toplumda sosyo-ekonomik gelişme ve değişmelere paralel olarak ve onların artışı, hızlanması ve yaygınlaşması ölçüsünde dinin ve geleneksel dindarlıkların gerileyeceği şeklindeki, endüstriyel toplumlarda sıklıkla doğrulanan varsayım, Türkiye’miz gibi tranzisyonel toplumlarda daha çok tersi istikamette bir işlerlikle tezahür etmekte ve oralarda sanayileşmeye ve toplumsal değişme ve gelişmenin hızlanmasına paralel olarak “dindarlık”ta ve hattâ geleneksel dindarlık formlarında nispî bir artış da kendini göstermektedir. Kaldı ki, sürecin tersine işleyişinin örneklerine modern sanayi toplumların- da da rastlanmaktadır. Her halükârda, bu çerçevede, özellikle yetmişli yıllardan bu yana, hızlı toplumsal değişmeye paralel olarak, sadece Türkiye’de değil fakat bütün İslâm ülkelerinde bir dinî artış eğiliminden veya “İslâmî bir yeniden canlanma”dan söz edilmekte; ibadet yerleri ve ibadete eğilimin artışı, din eğitimi ve öğretiminin yaygınlaşması, dinî akımlar, sufi tarikatları ve dinî cemâatler, vakıflar ve derneklerin sayısındaki artış, radikal dinî faaliyetlerde gözlenen canlanma ve dinin özellikle siyasî hayatta giderek artan önemde bir faktör olarak kendini hissettirmeye başlaması gibi hususlar bu durumun göstergeleri olarak alınmaktadırlar.
Bununla birlikte, aslında dinî “yeniden canlanma” konusu yine de oldukça tartışmalı olarak kalmaya devam etmektedir. Zira, dindarlığın geleneksel formları altında dahi ölçütlerinin belirlenmesi, hele Müslüman toplumlar için oldukça zor ve nazik bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan, belli kriterlerden hareketle yapılan tespitlerin dahi dindarlıktaki bir artış ya da azalmayı gerçekten belirlemiş olsa bile bu durumun, geçici bir gelişmeye mi yoksa uzun vadeli ve sürekli bir olguya mı delâlet ettiği meselesi karşımıza çıkmakta ve doğrusunu söylemek gerekirse çoğu zaman onun çözümlenmesi oldukça güç olmaktadır.
Öte yandan, dinî “yeniden canlanma”mn faktörlerinin belirlenmesi hususu da oldukça karmaşık ve nâziktir. Meselâ Türkiye’de, özellikle çok partili döneme geçişten itibaren sürecin ivme kazanmaya başlamış olması, genellikle siyasal faktöre bağlanmak istenmiştir. Bununla birlikte, daha derinlemesine tahliller orada, Ülkede modern eğitim-öğretimin yaygınlaşmasının, sosyo-ekonomik gelişme ve değişmelerin, kırsal alandan kente göçün ve gecekondulaşmanın, geleneksel aile yapısı ve toplumsal ilişkiler alanındaki çözülmelerin ve daha saymakla bitmeyecek birçok faktörlerin etkisini ortaya koyuyorlar. Din dışı faktörlerin din alanındaki bu etkilerinin her zaman için bir dinî “yeniden canlanma” yönünde olmadığına da önemle işaret etmeliyiz. Zira onların, “dünyevileşme” {sekülarizasyon) yönünde de önemli etkileri olmuştur. Bu ekstra-dinî faktörlerin dinî yaşayış ve gelişme üzerindeki sözü geçen çifte etkilerinin ötesinde, başka her yerde olduğu gibi Türkiye’de de dinin, toplum içerisinde şüphesiz her şeyden önce kendi öz dinamiği çerçevesinde hayatiyet bulmakta olduğuna da önemle işaret etmeliyiz.
Her halükârda, özellikle tranzisyonel toplumlar halen dini, ferdî ve toplumsal hayatlarının neresine yerleştirecekleri konusunda oldukça tereddütlü ve hattâ tenakuzlu bir manzara arz etmekte; kutsal olanla olmayanın daha net bir biçimde ayrımlaşması sürecinden ibaret olan sekülarizasyona paralel olarak ve hattâ bu sürece bir tür tepki şeklinde kendini gösteren yeni dinî hareketler, cemâatler, mistik eğilimler, tarikatlar, dinî alanın bir tür “ideolojileşmesi” veya “ideolo- jileştirilmesi” ve böylece dinin siyasî planda etkin bir faktör olarak yeniden kendini göstermesi, din ve milliyetin birleşerek millî dinî cemâatlerin ve ulusal kiliselerin ortaya çıkması, gizli dinî oluşumlar ve faaliyetlerin artışı, sosyo-kültürel yaşayış planında geleneksel formlara yöneliş veya en azından onlarla daha yenilerin arasında bir sentez yahut sembiyoz ve arayış eğilimi…gibi formlar endüstriyel toplumlar- dan ziyade tranzisyonel toplumlara has bir, fenomen olarak kendini göstermektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki, geleneksel formlar ve değerler ile modern olanlar arasındaki kopukluk ve çatlaklar, tranzisyonel toplumlann özellikle değişimden en fazla etkilenen ve aslında değişime en az müsait olan çevrelerinde güvensizlik, endişe, yalnızlık ve güçsüzlük duygularım sadece ferdî planda değil fakat aynı şekilde bu toplumlar ve çevrelerin kolektif şuurlarında da güçlü bir şekilde artırmakta; esasen özellikle radikal ve fundamentalist karakterli dinî akımlar da en çok bu duyguların yoğun bir şekilde yaşandıkları bu tür mahrumiyet çevrelerinde kendi gelişmeleri için oldukça müsait bir ortam bulmaktadırlar.
Kısacası, Tönnies’in deyişi ile, “cemâat” (Gemeinschaft) tipi ilişkilerden “cemiyet” (Gesellschaft) tipi ilişkilere yönelmiş bulunan modern dünyanın en önemli sorunu uyum meselesidir ve tranzisyonel toplumlar bu sorunu daha da sancılı yaşamaktadırlar. Bu toplumlar- da, meselenin en sancılı biçimde tezahür ettiği alan ise din olmaktadır. Pek çokları, bu toplumlann meselelerini sırf bir ekonomik boyuta irca etmeye kalkışmak hatasını işlemişlerdir. Bunun gibi, din konusunu da sadece psikolojik boyutundan algılama eğilimi oldukça yaygındır. Ancak, bu tür ircacı yaklaşım ve algılamalar yanıltıcıdır. Nitekim, modern Türkiye’de din sorununu bu tür basitleştirici yaklaşımlarla anlayıp çözümlemeye çalışanların düştükleri hataya da araştırmacılar önemle işaret etmektedirler.
Şüphesiz, tranzisyonel toplumda din artık geleneksel toplumdaki konumunda değildir. Bununla birlikte orada o, sanıldığından çok daha köklü bir varlık ve gerçekliğe de sahip olmaya devam etmektedir. Zira, orada onun varlığı, bu toplumların tarihî ve halihazır manevî ve sosyo-kültürel gerçeklikleriyle bütünleşmiş bir halde hayatiyet bulmaktadır. Bu ontolojik gerçeklik sebebiyledir ki, bu toplumlarda din, geniş kitlelerin dünya görüşlerini belirlemekte ve onların hayatlarında denge unsuru olarak fonksiyon görmektedir.
Esasen, bu toplumlarda dinin toplumsal gerçekliği çok veçhelidir ve bu bakımdan da o, kendisini basitleştiren her algılamaya meydan okumaktadır. İşte bu şekildedir ki, bu tür toplumlarda ve meselâ Türkiye’de Müslümanlığın, “Resmî İslâm” ve “Volk (Halk) İslâm” şeklindeki bir perspektiften hareketle algılanmaya kalkışılması, bir ölçüde gerçeğe tekâbül ediyor görünmekle birlikte, gerçeğin oldukça basitleştirilmiş bir modelinden başka bir şey değildir ve yanıltıcıdır. Zira, meselâ tarihî olarak dahi, bu toplumlarda ve pek tabiidir ki Türkiye’de Islâm dini, en resmileştirilmiş formları altında dahi, oldukça değişik karakteristik eğilimleri ve gerçeklik boyutlarını kendi içerisinde barındırmaktadır. Hakikaten, meselâ orada ilk planda geleneksel ve muhafazakâr unsurlann yanı sıra uzlaşmacı, reformist, ihyacı, yeniden inşacı, asla dönüşçü, literalist (kitabî) ve hattâ sekülarist, vb. birçok unsur ve eğilimleri ayırt etmek mümkündür. Keza, halk dindarlığı içerisinde de mezhebî yahut tasavvufî boyutların yam sıra eski millî yahut mahallî inançlar, örf ve âdetler ve kültürlere uzanan unsurları ve boyutları ayıt edebiliriz. Kaldı ki, bu toplumların dinî yaşayış gerçekliğine, modern medeniyet ile temasla birlikte, hızlı değişim süreçlerinin beraberinde getirdiği yeni gelişmeler ve boyutlar eklenmiş bulunmaktadır. Nitekim, tranzisyonel toplumlarda ve özellikle de Türkiye’mizde, kırsal kültürün ritüalist eğilimi ağır basan geleneksel halk dindarlığının dışında kalan geniş çevrelerinde ve özelikle de şehirlerdeki dindarlığın tipik tepkisel eğilimi işte bu temas ve değişimin kolektif şuurda ortaya çıkardığı reaksiyon psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Dinî akımlarda hep geçmişin modellerine hayranlık duygularını sergileyen “passeist” (maziperest) eğilimlerin kaynağı da anlaşılan aynıdır.
Her halükârda, tranzisyonel toplumlarda ve bu çerçevede Türkiye’de, toplumsal ve sosyolojik bir olgu ve gerçeklik olarak din konusu, sanıldığından çok daha karmaşık ve çetin bir sosyolojik problem olarak karşımıza çıkmaktadır ve bu konuda, tarihî ve aktüel, derinliğine pek çok sistemli monografik çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yapılmadan, sathi bazı gözlem ve tespitlerden hareketle din konusunda girişilen acele genellemeleri bilimsellikle bağdaştırmak pek mümkün görünmemekte; esasen onlar, bu konuda, oldukça yanıltıcı sonuçları içermektedirler.