Sosyoloji

Zygmunt Bauman – Siyaset Arayışı

Zygmunt
Bauman – Siyaset
Arayışı

Sunuş

İnanmak için inançların tutarlı olması
gerekmez.

İçinde bulunduğumuz durumu biçimleyen
karmaşık ve kolayca görünmeyen toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini
bilmenin hem iyi hem de kötü bir şey olabileceği artık herkesin malumu.

Ama ortada bilinmesi gereken ne var ki? Bu
kitap işte bu soruyla hesaplaşmaya çalışıyor. Bulduğu cevap kabaca şöyle: Özel
ve kamusal hayat arasındaki köprüler atıldığı ya da hiç inşa edilmemiş olduğu
sürece (…)bireysel özgürlüğün artmasıyla kolektif iktidarsızlığın artması
çakışabilir.

Güçlü ve devamlı köprüler olmayınca ve
tercüme becerileri kullanılmaya kullanılmaya körelmiş veya bütün bütüne
unutulmuş olunca, özel dertler ve acılar bir birikim oluşturmaz ve yoğunlaşıp
ortak davalar haline gelmezler. Bu koşullarda, bizi ne bir araya getirebilir?

Toplumsallığımız düzenli çıkış
imkânlarından yoksun olduğu için, tek atımlık şaşaalı patlamalarla boşaltır
içini…

Bu durumu değiştirme şansı, agora’ya
bağlıdır.

Ancak asıl sorun, eski tarz özel/kamusal
alanlardan günümüzde pek bir şey kalmamış olması, bir yandan da bunların yerini
alabilecek yeni alanların ortalıkta görünmemesidir.

Cornelius Castoriadis 1996 Kasımında Daniel Mermet‘e, çağdaş siyasetin en bariz özelliğinin önemsizliği olduğunu
söyler: “Siyasetçiler iktidarsız… Artık bir programları yok. Tek
amaçları koltuklarında kalmak.”

Liberalizm bugün basit bir “alternatif
yok” amentüsüne indirgenmiştir.

Kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin
getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanlar, kolektif
eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür değildirler.

Soru sorma sanatını unutan ya da bu sanatın
kullanılmaz hale gelmesine izin veren hiçbir toplum, kendini kuşatan sorunlara
cevap bulabileceğine güvenmemelidir.

Sosyoloji sahneye işte burada girer…

Bu kitabın bütün savına çerçeve oluşturan
fikir şudur: Bireysel özgürlük ancak kolektif çalışmanın ürünü olabilir.

İlk bölümün konusu siyasetin değişen
anlamıdır;

İkinci bölümde mevcut siyasi eylem faillerini
kuşatan dertler ve bu faillerin etkililiklerindeki düşüşün nedenleri
tartışılıyor;

Üçüncü bölümde ise çok ihtiyaç duyulan
reforma kılavuzluk edebilecek bir vizyonun ana hatları kabaca çiziliyor.
İdeoloji sonrası bir dünyada ideolojinin, gelenek sonrası bir dünyada
geleneğin, “değer krizi”nden mustarip bir toplumda ortak değerlerin
bugünkü durumu ve geleceği ise ayrı bölümlerde ele alınıyor.

KAMUSAL
ALAN ARAYIŞI

İnsanların hiç tanımadıkları bir pedofile
tepki amacıyla bir araya toplanmalarının anlamı nedir? …ortak bir dava;
toplulukla birlikte davranmanın verdiği heyecan muhtemelen. (s. 18-19)

Günümüzde yaşanan güçlükler ve ıstıraplar
parçalı ve dağınık olduğu gibi meydana getirdikleri muhalefet de öyledir.
Muhalefetin dağınıklığı, onu yoğunlaştırıp ortak bir davaya bağlamanın ve ortak
bir suçluya karşı yönlendirmenin güçlüğü, sadece çekilen acıları daha da
buruklaştırıyor.

İnsanlar arasında uyuşmazlığın ve
kopukluğun had safhaya geldiği bir noktada bileştirici unsur olarak günah
keçisini öneren Rene Girard,
toplumun dolaylı olarak kurbanın katline iştirak etmesi halinde, insanlar
arasındaki kopukluğun büyük ölçüde giderilebileceğini öngörür. (s. 23)

Sigmund Freud, Das Unbehagen in der
Kultur

Freud bu çığır açıcı kitapta
“uygarlık”ın bir değiş tokuş olduğunu ileri sürüyordu: doğadan, insanın
kendi bedeninden ve başka insanlardan gelen birçok tehlikeye karşı güvenlik.

Postmodernity
and its Discontents
adlı kitabımda, Freud bu
kitabı yetmiş yıl sonra yazsaydı, yaptığı teşhisi muhtemelen tersine çevirmesi
gerekecekti diye iddia etmiştim: …sürekli genişleyen bireysel özgürlük
sunağında günbegün kurban edilen şey güvenliktir.

Sicherheit’ın bu üç bileşeni de (güvenlik,
kesinlik ve emniyet), rasyonel olarak düşünme ve hareket etme yetisinin bağlı
olduğu özgüvenin koşullarıdır.

Günümüzde Sicherheit’ın üç bileşeni de
sürekli ve yoğun darbeler almakta.

Günümüzün belirsizliklerinin, Anthony Giddens‘ın yerinde ifadesiyle, imal
edilmiş oldukları gittikçe bariz bir hal almakta ve böylece belirsizlik içinde
yaşamak bir yaşam biçimi, eldeki tek yaşamın tek biçimi olarak ortaya
çıkmaktadır. (s. 27-28)

Manuel Castells,
gelmekte olan “enformatik toplumu”nu konu alan yakın tarihli
incelemesinde, sermaye serbestçe dolaşırken, siyasetin ümitsizce yerel
kaldığını ileri sürer.
Hareketin hızı gerçek
iktidarı mekân-dışı kılmaktadır.

Der Spiegel’in iktisat uzmanları Hans Peter
Martin ve Harald Schumann, günümüzdeki eğilim azalmadan sürerse, küresel
(potansiyel) işgücünün yüzde 20’sinin “ekonomiyi işler durumda
tutma”ya (her ne demekse) yeteceğini; bunun da dünya nüfusunun geri kalan
gücü kuvveti yerinde yüzde 80’ini ekonomik olarak gereksiz kılacağını hesap
ediyorlar.

Niklas Luhmann, oynadığımız rollerin ve
bunları oynadığımız ortamların çokluğu göz önünde bulundurulduğunda, hepimizin
her yerde “kısmen yerinden edilmiş” olduğu gibi hatırlanmaya değer
bir önermede bulunmuştur. (s. 31)

Yaşam politikasının yüreğinde derin ve
doyurulmaz bir güvenlik arzusu yatar; bu arzuyu gerçekleştirmek için eyleme
geçilmesi ise daha fazla ve daha derin bir güvensizliğe yol açar.

Piyasa belirsizlikten güç alır; temel
gıdası sürekli artan hacimde belirsizliği yeniden üretmektir.

Artık kimsenin dünyadaki mevcudiyeti
emniyetli değildir. (s. 41)

Geçici olduğunu bilen tek canlı insandır;
sadece geçici olduğunu bildiği için de, aynı zamanda kendi varoluşunun tersine
başı ya da sonu olmayan daimi bir varoluşu, sonsuzluğu hayal edebilir – hayal
etmek durumunda kalır. Bir kere sonsuzluk hayal edildikten sonra da, bu iki
varoluş türünün birbiriyle karşılaştığı noktalar olsa da, aralarında hiçbir
menteşe ya da perçin olmadığı bariz bir hale gelir. (s. 42)

Ölüm, ölen kişinin kabahati değildir, tıpkı
doğumun onun erdemi olmadığı gibi. Kişi ne başlangıç ne de son karşısında
kişisel sorumluluk taşımaz, bu yüzden de bunları ihmal etti diye kendisine
eziyet etmesi gerekmez.

Hem millet hem de aile bireysel ölümlülüğün
verdiği ezaya getirilen kolektif çözümlerdir.

Ancak artık ölümsüzlüğü peylemek şöyle
dursun, emniyetli bile görünmeyen bu bütünlükler de yavaş yavaş ve amansız bir
biçimde parçalanmakta ve bu yüzden de anlam verici güçlerinin büyük kısmını,
belki de hepsini yitirmektedirler.

Modernlik, doğuşunda, ölümü aşkın anlamından
mahrum bırakmıştı.

Durkheim, Tanrı’nın en baştan beri kılık değiştirmiş cemaatten öte
bir şey olmadığını iddia ediyordu; ama -ister büyük olsun ister küçük, ister
hayali olsun ister elle tutulur- artık cemaat, Tanrı’yı oynayamayacak kadar zayıftır.

Ölüm ancak şimdi tam anlamıyla ve gerçekten
anlamsız bir hal alma yolundadır. (s. 48)

Eric Hobsbawm,
The Nation and Globalization

“Küresel ekonominin temel yapısı,
dünyanın siyasi yapısından gittikçe kopuyor ve onun sınırları üzerinden
geçiyor.” Bunun ulus-devletlerin kimlik inşa edici potansiyeli için
yaratacağı yankılar dev boyutlardadır: “Toprağa ve iktidara sahip olan
devletin tersine, ‘millet’in diğer unsurları ekonominin küreselliği tarafından
ayaklar altına alınabilir ve kolayca alınmaktadır. Etnilik ve dil bunun iki
bariz örneğidir. (s. 49)

İnançsız insanlar yaptıklarına ve yaşama
biçimlerine anlam verebilmek için kendine dönük zorlanmalar, depresyonlar, endişeler
-modern hastalık formu olarak “psikopatoloji”- içinde kapana kısılmış
olduklarını göreceklerdir. Zaten “psikopatoloji” teriminin kendisi
Grekçe aslında ruhun ıstırabı anlamına gelir, ama modern kullanımda ruh atılıp
yerine kişilik, daha doğrusu ego geçirilmiştir. (s. 51)

Bizi vesveseli ve kaygılı kılan varoluşsal
korku, katıksız ve ham biçimi içinde, başa çıkılmaz, yola getirilmez ve bu
yüzden de güçten düşürücü bir şeydir. Bu korkunç hakikati bastırmanın tek yolu,
o büyük, bunaltıcı korkuyu daha küçük ve başa çıkılabilir parçalara bölmek –
hakkında hiçbir şey yapamayacağımız büyük meseleyi başarmayı umabileceğimiz bir
küçük, “pratik” görevler kümesi haline sokmaktır. Söküp atılamayan
korkuyu en iyi, savaşılabilecek bir dert hakkında kaygılanıp halletmek için
“bir şeyler yapmak” teskin eder. (s. 54)

Çağdaş dünya, ıstırap çeken birinin
başkalarıyla paylaşmayı ummasının makul olacağı bir çıkış yolu bulmak için
ümitsizce uğraşan yüzer-gezer korku ve hayal kırıklıklarıyla ağzına kadar dolu
bir kaptır. (s. 65)

“Melekler İyi’nin değil ilahi
yaratılışın partizanıdırlar”, oysa şeytan “bu ilahi olarak yaratılmış
dünyaya herhangi akılcı bir anlam yüklemeyi reddedendir” (s. 66)

FAİL
ARAYIŞI

Bakhtin iktidarın beşiğindeki korkuyu bulup
çıkarmaya çalışmıştı. Orada, (…) kozmikkorku’yu bulmuştu:

Ölçüsüz derecede büyük ve ölçüsüz derecede
güçlü olan karşısındaki korku…

Bu kozmik -yüce- korku, Bakhtin’e göre,
gündelik, dünyevi iktidarın prototipiydi. (s. 68)

Bütün dünyevi iktidarların “kurucu
uğrağı,” der Bakhtin, “şiddet, bastırılma, yalan, dehşet ve tebaanın
korkusudur.” (s. 69)

Modernlik yapısal olarak “ihlal
edici” bir oluşumdur.

Modernlik döneminde yıkılan, bulanıklaşan
ya da silinen diğer ayrım çizgileri arasında, korku ile gülme arasındaki ayrım çizgisi
de vardır.

(Gülme, güçsüzün gücü…)

Birey olmak ille de özgür olmak demek
değildir.

Artık kamusalın tanımı da tersine çevrilmiş
durumda. Özel meselelerin ve tek bir kişiye ait mülklerin teşhire çıkarıldığı
alan haline geldi kamusal…

Arzuyu kışkırtıp harekete geçiren, keyif
verici ve daha önce denenmemiş bir duyumun yaşanacağı vaadidir.

…demek ki arzu başından itibaren nesne
yönelimlidir. Bu yüzden, günümüzdeki seçme kodu, sahip olduğu beceriler
öncelikle haz verici bir duyum vaadini tespit edip bu duyumu ele geçirmeye
giden yoldaki ipuçlarını takip etme yeteneğinden ibaret olan bir fail yaratır.

Günümüzde yaygınlık kazanan seçme kodunun
hizmet ettiği hayat stratejisi içinde, insan kolektiviteleri çoğunlukla, bu tür
ben-yönelimli faillerin oluşturduğu toplamlar olarak değer kazanırlar.

Faillerin hep beraber aradıkları duyumlar
ancak her biri tarafından tek tek deneyimlenebilir… (s. 86)

Hangi arzunun peşine düşersek düşelim,
bunun gelecekteki arzu arayışlarımızı önlemesine mahal verilmemelidir. Adorno
ve Horkheimer bu durumu biraz acı bir biçimde ifade ediyorlardı: “Bireyler
hiçbir iz bırakmayan, daha doğrusu bıraktıkları izlerden akıldışı, yüzeysel ve
trafikteki anlamıyla ‘sollanmış’ oldukları için nefret edilen anlık
deneyimlerden oluşan bir seriye indirgenmişlerdir.” (s. 87)

…toplumsallaştırma insanları yapmak zorunda
oldukları şeyi kendi istekleriyle yapmaya ikna etmekten ibarettir.

İnsanlar özerk ya da kendilerinden emin
olabilirler – ama aynı anda ikisi birden olamazlar. (s. 89)

Hiçbir varlık -ne bir birey ne de bir
toplum- ölümlülüğü kabul etmeksizin özerk olamaz.

…ölümlülüğü kabul etmek demek, kurumların
ve anlamlandırmaların fiili geçerliliğinin herhangi bir kalıcı zemini ve
ölümsüz/sonsuz/zamandışı temelleri olduğunu inkâr etmek demektir. (s. 93)

Özerk olmak için toplumun özerk bireylere
ihtiyacı vardır; bireylerse ancak özerk bir toplum içinde özerk olabilirler.

…bu iki alan arasındaki bağ, karşılıklı
bağımlılık, iletişimdir aslında.

agora iki ucu birbirine bağlıyor ve bir arada tutuyordu. (s. 96-97)

POSTMODERN DÜNYADA İDEOLOJİ

Sözlerin de kendi yazgıları vardır

Etimolojik olarak, “ideoloji”
sözcüğü “fikirler bilimi” anlamına gelir. (s. 119)

İnsan davranışına insanların savunduğu
fikirler yön verir.

Bu dünyanın çok büyük bir ölçekte ürettiği
birçok yanılsamadan biri de fikirlerin gücünün her şeye yettiğiydi.

Mannheim’ın “ideoloji” kavramı,
(…)György Lukâcs tarafından (…)geliştirilmiş olan “yanlış bilinç”
fikrinden etkilenmişti.

Oyun bilişim tiyatrosunda oynanıyor ve
burada ideoloji hakikatin karşısına onun en büyük düşmanı olarak çıkıyordu.

Mekân onu alt etmek için gereken zamanın
tortusudur; sermaye ve enformasyon hareketlerinin hızı elektronik sinyalin
hızıyla eşit olduğunda, mesafenin alt edilmesi anlık bir şey olur ve mekân “maddiliği”ni,
hareketi yavaşlatma, durdurma, ona direnme ya da başka bir yoldan kısıtlama
yeteneğini -normalde gerçekliğin ayırt edici özellikleri sayılan bütün
nitelikleri— yitirir.

Sermaye de bilgi de yerel sınırlarından
kurtulmuş durumdalar.

Bir dünya algısının diğerinden üstün
olduğunu göstermenin hiçbir yolu olmayınca, geriye kalan tek strateji, onları muazzam
ve indirgenemez bir çeşitliliğe sahip oldukları şeklindeki kaba olgu etrafında
gidip gelirken ki halleriyle kabul etmektir. (s. 135)

POSTMODERN
DÜNYADA GELENEK VE ÖZERKLİK

“Gelenek”, “âdet” ya da
“alışkanlık”la eşanlamlı değildir, ama bu terimler sık sık birbiriyle
karıştırılır. Aslında gelenek, âdet ve alışkanlığın tam zıttıdır. Âdete ya da
alışkanlığa dayalı davranış düşünce içermeyen davranıştır. (s. 141)

Oysa “gelenek” bir seçim durumuna
gönderme yapar.

Eric Hobsbawm söz dağarcığımıza “icat
edilmiş gelenek” kavramını soktu: Hobsbawm’ın gösterdiği gibi, henüz oluşmamış
cemaatlerin gözü yukarıda olan siyasi liderleri, sık sık, cemaati bir arada
tuttuğunu ve onu bir araya gelmeye mecbur ettiğini ima ettikleri ortak bir
geçmiş icat etmişlerdir.

Anthony Giddens’ın ileri sürdüğü gibi,
bizler “gelenek sonrası bir toplum”da yaşıyoruz.

Kabul görmek için birbirleriyle çatışan
geçmiş yorumlarının fazlalığı, genel ya da genele yakın bir güven kazanabilecek
tek bir tarih yorumunun olmayışı söz konusudur bu fikirde.

Toplum, ancak üyelerine seçme hakkı
veriliyorsa ve ve bu üyeler bu haktan hiçbir zaman feragat etmiyor ya da onu
başka birine (ya da bir şeye) devretmiyorlarsa özerk olabilir. Özerk bir toplum
kendi kendini kuran toplumdur; özerk bireyler kendi kendilerini kuran
bireylerdir.

POSTMODERNLİK
VE AHLAKİ VE KÜLTÜREL KRİZLER

Krizden bahsetmek için, önce bir teoriye,
normal, sorunsuz duruma dair bir imgeye ihtiyaç vardır.

Martin Heidegger (…)ancak bir şeyler
“yanlış gittiği “nde doğru ve uygun fikrini ortaya atar ve bu fikre
daha yakından bakanz; ancak çekiç kırıldığında ve telaşla onun yerine koyacak
bir şey aradığımızda çekicin “özü” hakkında, bir nesnenin çekiç olabilmek
için sahip olması gereken özellikler hakkında sorular sormaya başlarız.

…“normal”e ilişkin bir teori arayışını
teşvik eden, bir “normallik” imgesi koyutlayan şey kriz algısıdır –
ve bunun tersi doğru değildir. Bu kriz algısı olmazsa, yolumuza düşünmeden ve
teorileştirmeye başvurmadan, “normalliği” bir kere olsun düşünce
konusu yapmadan, belki de sonsuza kadar devam ederiz. (s. 150-151)

Bugün “kriz” dediğimiz şey çelişkili
yapıdaki güçlerin çatıştığı, geleceğin ortada olduğu ve hayatın yeni, ama
önceden görülemeyen bir biçim almak üzere bulunduğu bir durum değildir
yalnızca; öncelikle, içinde belirgin hiçbir şeklin katılaşıp uzun bir süre
hayatta kalamayacağı bir durumdur. Başka bir deyişle, kararsızlık durumu değil,
karar vermenin imkânsız olduğu durumdur. (s. 153)

Anthony Giddens’ın kullandığı yerinde
terimle söyleyecek olursak, imal edilmiş bir belirsizliktir bizimkisi.

“Kültürel kriz” kavramı, normatif
muğlaklık, çiftdeğerlilik, tutarsızlık, bulanıklık, belirsizlik durumuna ve bu
durumun bir bütün olarak toplumun refahını ve bu toplumun üyelerinin doğru
dürüst bir hayat sürmesini şu ya da bu şekilde tehdit eden, can sıkıcı bir
durum olarak algılanmasına göndermede bulunur hale gelmiştir. (s. 159)

VİZYON
ARAYIŞI

Liberal demokrasinin hedefi yalnızca,
devletin kendi işini görmesine izin veren bir toplum ve toplumun kendi işini
görmesine izin veren bir devlet değildir; aynı zamanda devletin işinin doğru
dürüst yapılıp yapılmadığını denetleyebilen bir toplum ve toplumu, o toplumun
işlerini görmenin yol açabileceği aşırılıklardan koruyabilen bir devlettir. (s.
163-164)

Liberal demokrasi ideali ile gerçekteki
biçimi arasındaki mesafe azalacağına artmaktadır.

“Yabancılaşma” yerine bugünlerde
“yersizleşme”den ya da “evsizlikken söz etmek daha yerinde
olacaktır. Aslında, “yabancılaşma”, birbirlerine yabancılaşabilecek
bütüncül bir dünya ve bütüncül bir kişi varsayıyordu, oysa bugün ne çok-ağlı
toplum bir bütünlük olarak yaşanabilecek fazla şey sunuyor, ne de onun modüler
üyeleri bütüncül kişilerin özbilincini geliştirecek fazla vesileye sahip. (s.
169)

Ait olma fikrinin en bütünlüklü
cisimleşmesi, insanlık tarihinin büyük bölümünde hüküm sürmüş birliktelik biçimi
olan kabiledir.

Modern toplumsal bütünlükler, yapısı gereği
tamamlanmamış olan iki bütünlüğün -“cumhuriyet” ve “milletin-
bir bileşimi oldukları için kabilenin bağdaşıklığından yoksundurlar.

Kabile, tek alternatifi tek başına ölmek
olan tek yaşam-belirleyici olduğu için, ideoloji, doktrin aşılama ve propaganda
olmadan da yaşayabiliyordu; oysa millet bunlar olmadan yaşayamaz.

Ulus-devlet içindeki cumhuriyet, refahı
tanımlama ve artırma kudretinin büyük kısmını hızla yitirmekte olduğu için,
ulus-devletin topraklan gittikçe milletin özel arazisi haline gelmektedir.
Cumhuriyetin, milletin uzun vadeli güvenliğini sağlayacak ve böylece onun
“kuşatılmış kale” kompleksini iyileştirip ya da hafifletip
hırçınlığını ve hoşgörüsüzlüğünü giderecek ya da azaltacak gücü kalmamıştır pek.

Sermayenin, finansmanın ve enformasyonun
küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel makamların ve öncelikle de
ulus-devletin denetim ve yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Bunların
işlediği mekânda, cumhuriyetçi devletin yurttaş katılımı ve etkili siyasi eylem
için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi
kurumların olmadığı yerde, “yurttaşlık” da yoktur. (s. 178)

Titanik bizleriz, bizim zafer kazanmış bir
havayla kendi kendisini kutlayan, yoksullarına acımasızca davranan kör,
ikiyüzlü toplumumuz – öngörü aracı dışında her şeyin öngörüldüğü bir toplum…
Hepimiz sisler içinde bir yerlere gizlenmiş bizi bekleyen bir aysberg olduğunu
tahmin ediyoruz; ona çarpacak ve müzik sesleri arasında batacağız (Jacques
Attali).

Belirsizliğin
Ekonomi Politiği

Gelecek için tasanlar yapma yeteneği,
rasyonel olduğu düşünülen her türlü davranışın koşuludur… Devrimci bir proje
tasarlayabilmek, yani bugünü tasarlanmış bir geleceğe göre dönüştürmeye
yönelik, üzerinde iyice düşünülmüş bir niyete sahip olabilmek için, bugüne bir
nebze de olsa bir yerinden tutunmak gerekir (Pierre Bourdieu).

“Bugüne tutunmak” çağdaş in-sanların
içinde bulundukları durumda bariz biçimde eksik olan bir özelliktir.

İstikrarsızlık durumu, der Bourdieu,
“bütün geleceği belirsizleştirir ve böylece her türlü rasyonel tahmin
çabasını önler.

Belirsizliğin ekonomi politiği, mekânla
bağlarını koparmış finansman, sermaye ve ticaret güçlerinin yerel siyasi otoritelere
dayattıkları “bütün kurallara son verecek kurallar” kümesidir.

Belirsizliğin ekonomi politiğinin
tartışmasız hâkimiyetine giden yolda, bir kenara atılan ilk kurbanlar cumhuriyetçi
kurumlar oluyor.

ABD’de, nüfusun yüzde 16.5’u yoksulluk
içinde yaşıyor; yetişkin kadın ve erkeklerin beşte biri okuma yazma bilmiyor; yüzde
13’ünün ortalama ömrü 60 yıldan az.

Öte yandan, dünyanın en zengin üç adamının
şahsi varlıkları en yoksul kırk sekiz ülkenin toplam milli hasılasından fazla;
en zengin on beş kişinin serveti Sahra-altı Afrika’nın tamamının toplam
hasılasını aşıyor.

Fransa’da 1991’deki ulaşılabilen iş
hacminin, 1891’dekinin yüzde 57’si olduğunu öğreniyoruz: 60 milyar saat yerine
34.1 milyar saat. Bu dönemde, gayri safi milli hasıla on kat, saat başı
üretkenlik on sekiz kat artmışken, çalışan insanların toplam sayısı yüzyıl
içinde 19 milyondan yalnızca 22 milyona çıkmış.

…günümüzde iş, her gün yapılan bir
gereksizleşme provasıdır adeta. “Belirsizliğin ekonomi politiği”,
Ortodoks savunma hatlarının ve onlara yerleşmiş birliklerin dağıtılmasını
sağlamıştır. Emek “esnek”leşmiştir…

Çağdaş erkek ve kadınların ezici
çoğunluğunun yaşam dünyalarının yapısal istikrarsızlığı, cumhuriyetin
günümüzdeki krizinin nihai nedenidir.

“Küreselleşme” terimi günümüz
söyleminde, modern çağ boyunca “evrenselleşme” teriminin işgal ettiği
yere yerleşmiştir.

“Küreselleşme” dünya işlerinin
izlediği güzergâhın benzersiz doğallaştırılmasına işaret eder: Dünya işlerinin
özünde sınır ve denetim dışı kalmasını, yan asli, plansız, beklenmedik,
kendiliğinden ve olumsal bir karakter kazanmasını gösterir. Tıpkı İnternet kullanıcılarının
ancak kendilerine sunulan seçenekler arasından seçim yapabilmeleri ve
İnternetin işletim kurallarını ya da bu kurallarla ulaşılabilen seçenekler
yelpazesini pek etkileyememeleri gibi. (s. 200)

Evrensellik, bütün insan türüne şâmil
iletişim kurma ve karşılıklı anlayışa ulaşma yeteneğinden öte bir şey değildir.

Egemen ya da yan egemen cemaatlerin sınırları
ötesine ulaşabilecek bu tür bir evrensellik, egemen ya da yan egemen
devletlerin sınırlan ötesine ulaşacak bir cumhuriyetin olmazsa olmaz koşuludur;
küreselleşmenin kör, yabanıl, sapkın, denetimsiz, bölücü ve kutuplaştı-ncı
güçlerinin tek alternatifi tam da bunu yapacak bir cumhuriyettir.

In
Search of Politics

Türkçeleştiren: Tuncay Birkan

Metis Yayınları

Kasım, 2000

İlgili Makaleler