Sosyologlar

Zygmunt Bauman: Modernlik ve Müphemlik

Zygmunt Bauman: Modernlik ve Müphemlik

Modernlik ve Müphemlik

Çalışmalarıyla sosyolojinin sınırlarını genişleten, yüzyılın en parlak sosyologları arasında sayılan Zygmunt Bauman’ın en önemli kitaplarından birini sunuyoruz: Modernlik ve Müphemlik.
  Bauman’a göre yaratıcılık, müphemlikle yakından ilişkilidir; müphemliğinse her zaman modernlikle ikircimli bir ilişkisi olmuştur. Modern proje bir yandan şeyleri adlandırmak, sınıflandırmak, düzenlemek ister; baş düşmanlarından biri bu sınırları ihlâl eden, adlandırmalara direnen, kafa karıştıran müphem konumlanışlardır; öte yandan dönüp dolaşıp müphemliği tam da kendi üretir. Müphemlikse, modern projenin bu “bahçecilik” özlemleri karşısında, çeşitli stratejiler üreterek hayatta kalmaya çalışır; kimi zaman kraldan çok kralcı olur, Alman’dan çok Alman olmaya çalışan Yahudiler gibi en mülayim olmaya çalışırken farkında bile olmadan düzene karşı bir tehdit olur; Kafka’nın garip bir öyküsünde ifadesini bulur; Simmel’in, Freud’un kuram­larında ve hayatlarında ortaya çıkar… Bir ucu Soykırım’a varabilir, öteki ucuysa modernliğin ürettiği en yaratıcı, en zengin edebiyatlara, fikirlere, eserlere… Müphemlik modernliğin hem iflası hem başarısıdır.
   Bauman, anlattığı hikâyenin bir parçasıdır aynı zamanda. O, Kızıl Ordu saflarında faşist Almanlara karşı savaşmış bir komünistti. Savaştan sonra sosyalist ütopyanın sadık bir bürokratı olarak uzun yıllar çalıştı. Ancak Bauman, modernist toplum projeleri iflas etmeye başlamadan bu projelere olan inancını yitirdi, itirazını dillendirdi. Dolayısıyla ordudan ve Varşova Üniversitesi’nden atıldı; sonra da Polonya’dan göç ederek, Batı Avrupa akademilerinde çalışmaya ve yazmaya başladı. Bu hayat hikâyesinin izleri kaçınılmaz olarak düşünürün yapıtlarında ortaya çıkar. Doğu’dan Batı’ya; askerlikten sivilliğe; modernist sosyalist toplum projesinin neferliğinden, Batı akademilerinde düşünce ağırlıklı bir hayata geçiş, düşünürün düşünsel anlamda modernden postmoderne geçişinin paralel izlekleridir… Şu da var: Bauman kendini bugün de sosyalist olarak tarif ediyor.
   Bauman’a göre postmodernlik, “müphemliğin üstesinden gelmeyi hedefleyen tipik modern güdüden özgürleşme” anlamına gelir; öte yandan postmodernlik “kendi imkânsızlığıyla uğraşan, iyi ya da kötü bununla yaşamaya kararlı olan modernlik”tir.
   Bauman, uyarıcı sorularıyla zihnimizi, ahlâki duruşumuzla ilgili hassas nok­taları ve yaratıcı potansiyellerimizi harekete geçiriyor.

İçindekiler
GİRİŞ: DÜZEN ARAYIŞI
1.MÜPHEMLİK SKANDALI
  A.Yasayıcı Akıl Düşü
B.Bahçeci devlet Pratiği
C.Bahçecilik Tutkuları ve Modernliğin Ruhu
   D.Bilim, Rasyonel Düzen, Soykırım
E.İnsaniyetsizliğin Anlatımı
2.MÜPHEMLİĞİN TOPLUMSAL İNŞASI
A.Belirlenimsizliğin Dehşeti
B.Belirsizlikle Mücadele
C.Belirsizlikle Yaşama
D.Yükün Kaydırılması
3.MÜPHEMLİĞİN KENDİNİ KURUŞU
A.Nesnelliğe İtilme
B.Arasöz: Franz Kafka ya da Evrenselliğin Köksüzlüğü
C.Entelektüellerin Neolitik Devinimi
D.Köksüzlüğün Evrenselliği
E.Tehdit ve Şans
4.ASİMİLASYON SOSYOLOJİSİNDE BİR ÖRNEKOLAY
   ÇALIŞMASI-I: MÜPHEMLİK TUZAĞINDA
A.Alman Yahudilerinin Durumu
B.Yahudi Asimilasyonunun Modernleştirme Mantığı
C.Yalnızlığın Boyutları
D.Gerçek Almanyayı Tahayyül Etmek
E.Utanç ve Utanma
F.Asimilasyonun İç Şeytanları
G.Görülmemiş Hesaplar
H.Asimilasyon Projesi ve Tepki Stratejileri
I.Asimilasyonun Nihai Sınırları
İ.Asimilasyonun Çatışkıları ve Modern Kültürün Doğuşu
5.ASİMİLASYON SOSYOLOJİSİNDE BİR ÖRNEKOLAY
   ÇALIŞMASI-II: MÜPHEMLİĞİN İNTİKAMI
A.Müphemliğin Karşı Atağı
B.Freud ya da İktidar Olarak Müphemlik
C.Kafka ya da Adlandırmanın Zorluğu
D.Simmel ya da Modernliğin Ötek Ucu
E.Asimilasyonun Öteki Yüzü
6.MÜPHEMLİĞİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ
A.Aşk Arayışı ya da Uzmanlığın Varoluşsal Temelleri
B.Becerilerin Yeniden Tevzii
C.Uzmanlığın Kendini Yeniden Üretmesi
D.Uzmanlığı Pazarlamak
E.Müphemlikten Saklanmak
F.Uzman Tasarımlı Dünyanın Eğilim ve Sınırları
7.POSTMODERNLİK YA DA MÜPHEMLİKLE YAŞAMAK
A.Hoşgörüden Dayanışmaya
  B.The Exorcist ve The Omen ya da bilginin modern ve
postmodern sınırları
C.Yeni Kabilecilik ya da Bir Barınak Arayışı
D.Postmodernliğin Çatışkıları
E.Dayanışmanın lası Gelecekleri
F.Sosyalizm: Modernliğin Son Kalesi
G.Toplum Mühendisliğinin Geleceği Var mı?
H.Postmodern Siyasal Gündem

Giriş: Düzen Arayışı

Bir nesne ya da bir olayın birden fazla kategoriye sokulabilmesi de­mek olan müphemlik, dile özel bir düzensizliktir, yani dilin icra et­tiği adlandırma (sınıflandırma) fonksiyonunun iflası. Bu düzensiz­liğin temel belirtisi, belli bir durumu doğru biçimde okuyamadığı­mız ve alternatif eylemler arasında seçim yapamadığımız zaman hissettiğimiz keskin rahatsızlıktır.
İşte bu durumda doğan endişeden ve bunu takip eden kararsız­lıktan dolayı, müphemliği bir düzensizlik olarak yaşarız; o zaman da ya kullandığımız dili yetersizlikle suçlarız, ya da kendimizi dili yanlış kullanmakla. Hâlbuki müphemlik, dilde ya da dilin kullanı­mında yatan bir patolojinin sonucu değildir; dilsel pratiğin sıradan bir unsurudur. Müphemlik, dilin ana fonksiyonlarından birinin so­nucudur: Adlandırma ve sınıflandırma. Müphemliğin boyutları, bu fonksiyonun icrasındaki etkinliğe bağlı olarak artar. Dolayısıyla müphemlik, dilin alter ego’su, daimi yoldaşı, düpedüz normal hali­dir.
   Sınıflandırmak, bölmek ve ayırmaktır. Sınıflandırma, öncelikle şunu koyutlar: Dünya ayrı ve farklılaşmış varlıklardan oluşur. Da­ha sonra, her bir varlığın belli bir gruba ait olduğunu ve bu grubun da -toplu olarak- başka varlıkların karşıtı olduğunu varsayar. Son olarak ise, farklı eylem kalıplarını farklı varlık kategorileriyle ilintilendirerek (özgül bir davranış kalıbının bir kategorinin geçerli ta­nımı olduğunu düşündürerek), varsayımlarını gerçeğe dönüştürür. Sınıflandırmak, başka bir deyişle, dünyaya bir yapı atfetmektir: Dünyadaki olabilirlikleri manipüle etmek; bazı olayları ötekilerden daha olası kılmak; olaylar rastgele değilmiş gibi davranmak ya da olayların rastgeleliğini sınırlandırmak veya tamamen yok etmektir.
  Dil, adlandırma/sınıflandırma fonksiyonu aracılığıyla, insan yerleşimine uygun düzenli ve iyice oturmuş bir dünya ile rastgeleliklerle dolu olumsal bir dünya arasına kendini yerleştirir. Bu ikin­ci dünyada, hafıza, öğrenme kapasitesi gibi silahlar, insanı doğru­dan doğruya intihara sürüklemese bile, faydasızdır. Dil, düzenin idamesi, rastgelelik ve olumsallığın reddi ya da bastırılması için uğraşır durur. Düzenli bir dünya, “kişinin önünü gördüğü” (ya da başka bir deyişle, kişinin önünde neler olduğunu nasıl görebilece­ğini -nasıl kesin olarak görebileceğini- bildiği); kişinin, bir olayın olabilirliğini nasıl hesaplayacağını ve bu olabilirliği nasıl artırıp azaltacağını bildiği; belli durumlar arasındaki bağların ve belli ey­lemlerin etkinliklerinin, geçmiş başarıların gelecektekilere kılavuz­luk etmesini mümkün kılacak ölçüde aynı kaldığı bir dünyadır. Öğ­renme/ezberleme yetimizden dolayı, dünyanın düzenliliğini idame ettirmek çıkarlarımıza uygun düşer. Yine aynı sebeple, müphemlikten rahatsız olur, onu bir tehdit olarak algılarız. Müphemlik, ola­sılık hesaplarını altüst eder, ezberlenen eylem kalıplarının bağlam­larını birbirine karıştırır.
   Dilin yapılaştırma araçları yetersiz kaldığında durum, müphemliğe döner; eldeki durum, artık ya dilin ayırdığı kategorilerin hiçbi
rine girmiyordur ya da aynı anda bu kategorilerden birkaçına bir­den giriyordur. Müphem bir durumda, öğrenilen kalıplardan hiçbi­ri o duruma uymaz, ya da öğrenilen kalıplardan birkaçı birden uyar. Ancak her iki durumda da sonuç, kararsızlık,kararlaştırılamazlık, dolayısıyla da denetimsizlik duygusu olur. Yapılaştırma girişimi sonucunda, yok olduğu düşünülen rastgelelik yeniden kendini gös­terirken, eylemin sonuçları tahmin edilemez hale gelir.
   Görünüşte dilin bu adlandırma/sınıflandırma fonksiyonunun amacı müphemliğin önüne geçmektir. Buradaki performans, kate­goriler arasındaki sınırların netliğine, kategorilerin tanımsal sınırla­rının keskinliğine ve nesnelerin kategorilere ayrılmasındaki kesin­liğe göre ölçülür. Hâlbuki bu tür ölçütlerin uygulanması ve bunla­rın gözetlemekle yükümlü olduğu eylemin kendisi, müphemliğin nihai kaynaklandır; bu yüzden de, yapılaştırma/düzenleme çabası ne kadar büyük ve tutkulu olursa olsun, müphemlik hiçbir zaman tamamen yok olmayacaktır.
  Adlandırma/sınıflandırma fonksiyonunun gerçekleştirmeye ça­lıştığı ideal, dünyadaki bütün başlıkları ihtiva eden bütün dosyaları içine alacak bir tür ferah dosya dolabı yaratmaktır; bu dolapta, her dosya ve her başlığın kendine has bir yeri olacak ve yerinin belir­lenmesinde kuşkular bulunan başlıklar için de çapraz-referanslı bir dizin bulunacaktır. İşte müphemliği kaçınılmaz kılan tam da böyle bir dosya dolabının imkânsızlığıdır. Yeni müphemlik kaynaklarını yaratan da, böyle bir dolabın inşasını amaçlayan ısrarın ta kendi­sidir.
   Sınıflandırma, dâhil etme ve dışlama eylemlerinden oluşur. Her bir adlandırma eylemi dünyayı ikiye ayırır: Verilen isme uyan ve uymayan varlıklar. Belli varlıklar, yalnızca öteki varlıklar dışlandığı, dışarıda bırakıldığı takdirde bir kategoriye dâhil edilebilir -bir kategori oluşturabilirler. Böyle bir dâhil etme/dışlama operasyonu, her halükarda, dünyaya uygulanan bir şiddet eylemidir; belli ölçü­de zor kullanmaya gereksinim duyar ve uygulanan gücün boyutla­rının, yaratılan farklılığı dengelemeye yetmesi durumunda başarıya ulaşabilir. Zor kullanımının yetersizliği, sınıflandırma eylemi ile belli kategorilere koyutlanan varlıkların bu kategorilere uymaktaki açık isteksizliğinde ve yanlış tanımlanan, yetersiz ya da aşırı anlam­lar yüklenen varlıkların -eylemlerinde okunamayan ya da çelişen sinyaller gönderen varlıkların- ortaya çıkmasında kendini gösterir.
Müphemlik, sınıflandırma işinin bir yan ürünüdür ve her sefe­rinde daha fazla sınıflandırma çabası gerektirir. Müphemlik adlandırma/sınıflandırma çabasından doğsa da, bununla savaşmak ancak daha doğru bir adlandırma ve daha kesin tanımlanan kategorilerle mümkündür. Başka bir deyişle, müphemlikle mücadelede bir yan­dan dünyanın tedbirli ve saydam olması doğrultusunda daha zorla­yıcı (olgu karşıtı) taleplerde bulunulurken diğer yandan da daha fazla ikircim yaratılması kaçınılmazdır. Dolayısıyla da müphemlik­le mücadele kendisini hem güçlendiren hem de törpüleyen bir ope­rasyondur. Bu mücadele, hiç zayıflamayan bir güçle sürer gider, çünkü kendi sorunlarını, bunları çözmeye uğraşırken kendisi ya­ratmaktadır. Ancak bu mücadelenin yoğunluğu, zaman içinde, müphemliğin mevcut boyutlarının denetimine yetecek gücün bulu­nup bulunmadığına, bir de müphemliğin azaltılmasının doğru tek­nolojinin keşfi ve uygulanması ile ilgili bir sorun, yani yönetsel bir sorun olduğunun farkına varılıp varılmamasına bağlı olarak değişir. Bu iki faktör bir araya gelerek, modern zamanları, müphemliğe karşı yürütülen amansız bir savaş dönemine çevirmiştir.
   Modernliğin kaç yaşında olduğu tartışmalı bir sorudur. Modernli­ğin yaşı konusunda herhangi bir uzlaşma yok. Neyin yaşının belir­leneceği konusunda dahi uzlaşma yok. Zaten bir nesnenin yaşını
ciddi şekilde bulma çabası başladığında, nesne gözden kaybolmaya başlar. Tıpkı varlığın süre giden akışından çekip almaya çalıştığımız bütün öteki yarım bütünlükler gibi, modernlik de böyle bir çabaya girişildiğinde ele geçmez hale gelir; biz de göndergesi, merkezde belirgin çevrede ise aşınmış olan bu kavramın ikircimle dolu oldu­ğunu keşfederiz. Dolayısıyla da bu konudaki tartışma hiç çözüme kavuşmayacakmış gibi görünür. Bu denemelerin temelini oluşturan modernliğin bu tanımlayıcı özelliği tam da bu tartışmanın bir par­çasıdır.
   Modernliğin kendisine biçtiği ve aynı zamanda da modernliği oluşturan pek çok imkânsız ödev arasında düzenleme ödevi (daha doğrusu ve daha da önemlisi bir ödev olarak düzen) öne çıkıyor: İmkânsız ödevlerin en imkânsızı, vazgeçilmez ödevlerin en vazge­çilmezi olarak; gerçekten de, bütün öteki ödevleri sadece kendisi­nin metaforu haline getiren bir ödev, bütün öteki ödevlerin arketipi olarak…
   Düzen, kaos olmayan şeydir; kaos ise düzenli olmayan şeydir. Düzen ve kaos modern ikizlerdir. Bunlar, ilahi olarak emredilen ve ne zorunluluktan ne de rastgelelikten haberi olan, yalnızca var olan -kendi varoluşunu da düşünmeyen- dünyanın dağılışı ve çöküşü­nün ortasında doğdular. İşte biz, düzen ve kaos çatallaşmasından önce var olan bu düşüncesiz ve dikkatsiz dünyayı kendi terimleriy­le tanımlamakta zorlanıyoruz. Onu kavramak için genelde olumsuzlamalardan medet umuyoruz: Kendi kendimize bu dünyanın ne olmadığını, neyi içermediğini, neyi bilmediğini, neyin farkında ol­madığını söylüyoruz. Büyük ihtimalle bu dünya, kendisini bizim tanımlamalarımızla tanıyamazdı. Bizim neden bahsettiğimizi dahi anlayamazdı. Böyle bir anlamayla yaşayamazdı. Anlama anı, onun yaklaşan ölümünün işareti olurdu. Zaten öyle de oldu. Tarihsel ola­rak bu anlama hali, geçip giden bu dünyanın son nefesi, doğmakta olan modernliğin de ilk sesi oldu.
   Modernliğin, düzen üzerinde düşünülen bir zamana ait olduğu­nu düşünebiliriz; bu düzen, dünyanın, insan habitatının, insan ben­liğinin ve bu üçü arasındaki bağlantının düzenidir. Modernlik, bir düşünce meselesi, bir kaygı konusudur; kendi kendinin farkında olan, bilinçli bir pratik olduğunun bilincinde olan ve durduğu ya da sadece yavaşladığı takdirde ortaya çıkacak boşluktan sakınan bir pratiktir. Tutarlı olmak adına (tekrar edelim, modernitenin doğum tarihi tartışmalı kalmaya mahkûmdur: Tarihleme projesi, tıpkı kele­bekler gibi, yerlerini sabitlemek amacıyla vücutlarına batırılan bir topluiğneyle ölen birçok foci imaginarii’den sadece biridir), yakın­larda yaptığı çalışmasında Hobbes’un görüşünü düzen bilincinin, yani bize göre modern bilincin, yani modernliğin doğuşunun işare­ti olarak gören Stephen L. Collins’in düşüncesine katılalım. (“Bi­linç,” diyor Collins, “şeylerdeki düzenin algılanması niteliği olarak ortaya çıkar.”)
Hobbes’e göre doğal olan, akış halinde olan bir dünyaydı ve doğal ola­nın zapt edilebilmesi için düzen yaratılmalıydı… Artık toplum, önceden tanımlı, dışsal ve varoluşu, hiyerarşik olarak emreden bir şeyin aşkın biçimde ifade bulan bir fikri değildir. Artık toplum, kendisinin atadığı bir temsilci olan bağımsız devletin emrettiği nominal bir varlıktır… [Elisabeth’in ölümünden kırk yıl sonra] düzen, doğal değil, yapay, in­sanın yarattığı, açıkça siyasal ve toplumsal bir şey olarak algılanıyor­du… Her taşın altından çıkan [yani, akışkan] şeylerin zapt edilebilmesi için düzen tasarlanmalıydı… Düzen bir iktidar meselesi oldu; iktidar da bir irade, güç ve hesaplama meselesi… Toplum düşüncesinin tamamen yeniden tanımlanmasının temelinde, tıpkı düzen gibi devletler sistemi­nin de insanoğlunun yaratısı olduğu inancı vardı.
   Collins, bugünü geçmişe yansıtma ve bugünle sınırlı düşünme tu­zaklarına düşmeyen titiz bir tarihçi. Ancak Hobbes sonrası dünya­mızla ilgili birçok özelliği Hobbes öncesi dünyaya atfetme -bunla­rın yokluğunu göstererek de olsa- hatasına düşmekten de kurtula­mıyor. Gerçekten de böyle bir tanımlama stratejisinin yokluğunda Hobbes öncesi dünya bizim için hiçbir şey ifade etmezdi. Bu dün­yanın bize hitap edebilmesini sağlamak için, onun sessizliklerini duyulabilir kılmalıyız: Bu dünyanın farkında olmadığı şeyleri açı­ğa vurmak için. Hatta şiddete başvurmalıyız: Bu dünyayı daha ön­ce habersiz kaldığı konularda tavır almaya zorlamalı ve böylelikle de bu dünyayı kendisi yapan, bizimkiyle iletişim kuramayacak ka­dar farklı bir dünya yapan bu ilgisizliği ortadan kaldırmalıyız. Bu iletişim girişimi kendi amacına meydan okuyacaktır. Bu zorla dö­nüştürme sürecinde, iletişim umudunu daha da uzaklaştıracağız. Sonuçta, bu “öteki dünya”yı yeniden kurmak şöyle dursun, kendi dünyamızın “ötekisini” tercüme etmekten başka bir şey yapmış ol­mayacağız.
   Şeylerin düzeninin doğal olmadığını bilmemiz, Hobbes-öncesi öteki dünyanın, düzeni doğanın işi olarak gördüğü anlamına gel­mez. O dünya, bizim “düşünme” olarak bildiğimiz formda, bugün bizim düzen üzerinde düşündüğümüz şekilde, düzen hakkında hiç düşünmüyordu. Düzenin doğal olmadığının keşfi tam da düzenin kendisinin keşfiydi. Düzen kavramı bilinçte, düzen sorunuyla aynı anda ortaya çıktı: Bir tasarım ve eylem meselesi olarak düzen; bir saplantı olarak düzen… Daha keskin bir dille söylersek, bir sorun olarak düzen, düzenleme telaşının hemen ardından tam da düzenle­yici pratikler üzerinde bir tefekkür olarak ortaya çıktı. “Düzenin olmayışı”nın ilanı, gizlendiği yerden, hiçlikten, sessizlikten gün yü­züne çıkan bir düzenin ta kendisiydi. Ne de olsa, “doğa,” insanın sessizliğinden başka bir şey demek değildir.
   Biz modern insanların düzene bir tasarım meselesi olarak bak­mamız, modernlik öncesi dünyanın tasarıma karşı kaygısız olduğu, düzenin kendiliğinden oluşmasını ve hiçbir yardım almadan sürüp gitmesini beklediği anlamına gelmez. O dünya böyle bir alternatif­ten yoksun yaşıyordu. Eğer aklına bu düşünce gelmiş olsaydı zaten kendisi olamazdı. Bizim dünyamız, kaos denizindeki insan tasarı­mı ve insan yapısı yapay adaların kırılganlık ve nazikliklerine dair kuşkular tarafından biçimlendirilmişse, bundan, modernlik öncesi dünyanın, düzenin hem bu denize hem de insan takımadalarına hâ­kim olduğuna inandığı sonucu çıkmaz. Tersine o dünya kara/deniz ayrımının farkında değildi.
    Şunu diyebiliriz: Varoluş, düzen ve kaos olarak çatallaştığı öl­çüde moderndir; varoluş, düzen ve kaos alternatiflerini içerdiği öl­çüde moderndir.
    Evet. Düzen ve kaos, nokta. Düzeni, bu alternatif bir düzen ye­rine ikame etmek gibi bir hedef yoktur, tabii herhangi bir hedeften söz edebilirsek (yani düşünebildiğimiz kadarıyla). Düzen mücade­lesi, bir tanımın başka bir tanımla savaşı değildir; gerçekliğin bir tür ifadesinin rakip bir öneriye karşı mücadelesi de değildir. Bu, be­lirlenimin ikircime, semantik kesinliğin müphemliğe, saydamlığın örtüklüğe, berraklığın bulanıklığa karşı mücadelesidir. Bir kavram olarak, bir vizyon olarak ve bir amaç olarak düzen, ancak bütünsel müphemliğin, kaosun rastgeleliğinin içyüzünü görmekle mümkün­dür. Düzen, her zaman için bir hayatta kalma savaşı içindedir. Dü­zenin ötekisi başka bir düzen değildir: Düzenin tek alternatifi kaos­tur. Düzenin ötekisi, belirlenemeyen ve öngörülemeyenin pis hava­sıdır. [Burada] öteki, bütün korkuların kaynağı ve arketipi olan be­lirsizliktir. “Düzenin ötekisi”nin eşanlamlıları şunlardır: Tanımlanamazlık, tutarsızlık, uyumsuzluk, bağdaşmazlık, mantıksızlık, irrasyonellik, ikircim, karmaşa, kararlaştırılamazlık, müphemlik.
   “Düzenin ötekisi” olan kaos salt olumsuzluktur. Bu, düzenin ol­mak istediği her şeyin reddidir. İşte düzenin olumluluğu, kendisini bu olumsuzluğa karşı kurar. Ancak kaosun olumsuzluğu, düzenin kendini kuruşunun bir sonucudur: Düzenin oluşumunun yan etkisi, artığı, fakat aynı zamanda da düzenin olabilirliğinin sine qua non [olmazsa olmaz] koşuludur. Kaosun olumsuzluğu olmazsa düzenin olumluluğu da olmaz. Kaos olmadan düzen olmaz.
  Şöyle diyebiliriz: Varoluş, “bizden sonra tufan” duygusuyla doyurulduğu ölçüde moderndir. Varoluş, aksi halde orada olmayacak şeyleri tasarlama yani kendi kendini tasarlama gayretiyle yönlendi­rildiği ölçüde moderndir.
   Ham varoluş, müdahale edilmemiş varoluş, düzenlenmemiş va­roluş ya da düzenlenmiş varoluşun çeperleri bugün artık doğa olu­yor: Tek başına insan habitatına uygun olmayan, güvenilmemesi ve kendi haline bırakılmaması gereken, insani gereksinimlere uyar­lanması için dizginlenen, köleleştirilen ve yeniden yaratılan bir şey. Hep denetlenen, kısıtlanan, çevrelenen, biçimsizlikten özel çaba ve güçlerle çekilip alınarak biçimlendirilen bir şey. Doğanın kendisi kendiliğinden bir biçime sahip olsa bile bu biçim dışarıdan yardım edilmezse ortaya çıkmayacak, savunulmazsa yaşamayacaktır. Do­ğaya göre yaşamak, birçok tasarım, örgütlü çaba ve ciddi gözetle­me gerektirir. Hiçbir şey doğallıktan daha yapay değildir. Kişinin kendisini doğa yasalarının merhametine teslim etmesinden daha az doğal olan hiçbir şey yoktur. Güç, baskı ve erekli eylem, doğa ile yapaylığın doğal olduğu toplumsal düzen arasında bir yerdedir.
  Şöyle diyebiliriz: Varoluş, tasarım, manipülasyon, yönetim ve mühendisliğin etkisi altında olduğu ve bunlar tarafından sürdürül­düğü ölçüde moderndir. Varoluş, marifetli (yani, bilgi, beceri ve teknolojiye sahip) egemen failler tarafından yönetildiği ölçüde mo­derndir. Faillerse, varoluşu yönetme hakkına sahip çıktıkları ve bu hakkı başarıyla savundukları ölçüde egemendirler: Düzeni tanımla­ma ve bunun sonucu olarak da tanımlamadan kaçan artıklar olan kaosu bir tarafa itme hakkına yani.
   Müphemliğin kökünü kazıma çabası tipik bir modern pratiktir; modern siyasetin, modern aklın ve modern yaşamın özüdür. Bu, ke­sin olarak tanımlama ve kesin olarak tanımlanamayan her şeyin bastırılması ya da elenmesi çabasıdır. Modern pratiğin amacı, ya­bancı toprakların fethi değil, compleat mappa mundi’deki [dünya­nın tam bir haritası-ç.n.] boş noktaların doldurulmasıdır. Aslında boşluğa tahammülü olmayan şey doğa değil, modern pratiktir.
   Dolayısıyla da hoşgörüsüzlük, modern pratiğin doğal bir eğili­midir; düzenin inşası, katılma ve kabul edilmenin sınırlarını çizer. Asimile edilemeyen her şeyin hak ve temellerinin reddini -ötekinin gayri meşrulaştırılmasını- ister. Kolektif ve bireysel eylemler müphemliği yok etme amacı tarafından yönlendirildiği sürece, sonuç, hoşgörü maskesi altında da olsa hoşgörüsüzlük olacaktır ki bunun anlamı şudur: Aslında sen çok kötüsün fakat ben o kadar cömertim ki yaşamana izin vereceğim.
   Modern devletin ötekisi, hiç kimsenin yurdudur, tartışmalı bir alandır: İkircimin dar ya da geniş bir tanımıdır, ikircim canavarıdır. Modern devletin egemenliği, tanımlama ve tanımları sabitleme iktidarı olduğu için, kendi kendisini tanımlayan ya da iktidarın tanım­lamasından kaçan her şey sapkındır. Bu egemenliğin ötekisi, yasak bölgeler, huzursuzluk ve itaatsizliktir; yasa ve düzenin çöküşüdür.
  Modern aklın ötekisi, çokanlamlılık, bilişsel uyumsuzluk, çokanlamlı tanımlar ve olumsallıktır; muntazam sınıflandırmaların ve dosya dolaplarının dünyasındaki çokanlamlılık. Modern aklın ege­menliği, tanımlama ve tanımlan sabitleme iktidarı olduğu için, ke­sin bir tayinden kaçan her şey bir anormalliktir, bir meydan okuma­dır. Bu egemenliğin ötekisi, dışlanmış ortalamanın yasasının ihlali­dir.
   Her iki durumda da tanımlanmaya direniş, egemenliğe, iktidara, dünyanın saydamlığına, bunun denetimine ve düzene sınır koyar. Bu direniş, düzenin boş yere içermeye çalıştığı akışkanlığı, düzenin sınırlılığını ve düzenleme zorunluluğunu inatla ve kararlılıkla hatır­latır. Hem modern devlet hem de modern akıl kaosa gereksinim du­yar; sadece düzen yaratmaya devam etmek için bile olsa. Her ikisi de çabalarının boşa çıkması sayesinde serpilip gelişirler.
   Modern bilinç, modern varoluşun yakasına yapışmış, onu hu­zursuz bir etkinliğe itmiştir. Modern bilinç, süre giden düzenin sonuçlandırılamazlığının bilinci ya da buna dair kuşkudur. Bu, düzen-tasarlama ve müphemlikleri bertaraf etme projesinin yetersizliği ve hatta imkânsızlığı önsezisi, dünyanın rastgeleliği ve bunu oluşturan kimliklerin olumsallığı önsezisi tarafından itilen ve yürütülen bir bilinçtir. Bilinç, güç destekli düzenin örtüsünün altındaki kaosun yepyeni tabakalarını ifşa ettiği ölçüde moderndir. Modern bilinç eleştirir, uyarır ve alarma geçirir. Eylemin etkisizliğini her seferin­de yeniden ortaya çıkararak eylemi sürekli kılar. Düzenleme prati­ğinin başarılarını niteliksizleştirerek ve yenilgilerini ortaya dökerek bu pratiği daimileştirir.
   Nitekim, modern varoluş ile modern kültür arasında (kendinin farkında oluşun gelişmiş biçimiyle) bir sevgi-nefret- ilişkisi, iç savaşlarla dolu bir ortak yaşam vardır. Modern çağda kültür, iktidarı mümkün kılan Majestelerinin azgın ve açıkgöz muhalefetidir. Bu ikisi arasında ne kaybedilen bir sevgi ne bir uyum ne de tıpatıp bir benzerlik vardır: Var olan şey sadece, karşılıklı gereksinim ve ba­ğımlılıktır, muhalefetten kaynaklanan birbirini tamamlama duru­mudur, yani muhalefetin ta kendisidir. Modernlik, eleştirmenine ne kadar içerlerse içerlesin, olası bir ateşkesten sağ çıkamayacaktır.
    Modern kültür modern varoluşu baltalar mı yoksa buna hizmet mi eder? Buna karar vermeye çalışmak boş bir çabadır. Çünkü her ikisini de yapar. Birini yapması için öbürünü de yapması gerekir. Zorla olumsuzlama, modern kültürün olumluluğudur. Modern kül­türün işlevselliği, işlev bozukluğudur. Modern güçlerin yapay dü­zenler için verdiği mücadele, yapayın gücünün sınırlarını araştıran kültüre ihtiyaç duyar. Düzen mücadelesi hem bu araştırmaya danış­manlık yapar hem de onun bulguları tarafından bilgilendirilir. Bu süreçte söz konusu mücadele, başlangıçtaki gururunu, naiflik ve ce­haletten doğan hırçınlığını zamanla atar. Bunun yerine, kendi daimiliği, sonuçsuzluğu ve amaçsızlığı ile yaşamayı öğrenir. Sonuçta gayet zor olan tevazu ve hoşgörü becerilerini de öğrenmesini uma­lım.
   Modernliğin tarihi, toplumsal varoluş ile bunun kültürü arasın­daki gerilimin tarihidir. Modern varoluş, kendi kültürünü kendisine muhalefete zorlar. Bu uyumsuzluk, tam da modernliğin istediği uyumsuzluktur. Modernlik tarihi, esrarengiz ve daha önce hiçbir dönemde görülmemiş dinamizmini, birbirini izleyen uyum şekille­rinin foci imaginarii’sinin sadece solgun ve eksik yansımaları ola­rak geçersiz kılma hızından alıyor. Aynı nedenden dolayı modern­liğin tarihi, bir ilerleme tarihi olarak, insanlığın doğal tarihi olarak da görülebilir.
   Bir yaşam biçimi olarak modernlik, kendisine imkânsız bir görev biçerek kendini mümkün kılar. İşte sürekli huzursuzluk dolu yaşamını hem mümkün hem de kaçınılmaz kılan ve çabalamanın sona ermesi olasılığını etkin biçimde önleyen şey, tam da bu çabanın kendine özgü sonuçsuzluğudur.
    İmkânsız ödev, mutlak gerçeğin, arı sanatın, her açıdan insanlı­ğın, düzenin, kesinliğin, uyumun ve tarihin sonunun foci imaginarii’si tarafından verilir. Bunlar bütün ufuklar gibi, asla erişilmez şeylerdir. Bütün ufuklar gibi, bir amaç uğruna yürümeyi mümkün kılarlar. Bütün ufuklar gibi, yürüyüş sırasında ve yürümekten dola­yı uzaklaşırlar. Bütün ufuklar gibi, daha hızlı yürüdükçe daha hızlı uzaklaşırlar. Bütün ufuklar gibi, yürüme amacının zayıflamasına ya da bu amaçtan taviz verilmesine asla izin vermezler. Bütün ufuklar gibi, zamanda sürekli yol alırlar ve böylelikle de yürümeye, bir va­rış noktası, yön gösteren bir ibre ve bir amaç yanılsaması katarak desteklerler.
   Foci imaginarii -yani modernliğin uzamını hem engelleyen hem açan; hem etrafını kuşatan hem yayan ufuklar- kendi başına istikametten yoksun olan uzamda, bir güzergâh hayaleti yaratır. Bu uzamda yollar yürüdükçe yaratılır; yolcular geçip gidince de yok olur. Yol, yürüyenlerin önünde (ve ilerisi, yürüyenlerin baktığı yer­dir), onların devam etme kararlılıkları tarafından çiziliyor. Yürüyen­lerin ardında kalan yolsa, sağlı sollu çerçöpten atık maddelerden oluşan kalın hatların arasında kalan zayıf ayak izlerine bakarak ta­savvur edilebilir. “Bir çölde” diyordu Edmond Jabès “hiçbir cadde, bulvar, sokak ve çıkmaz sokak yoktur. Sadece -orada burada- ça­bucak silinen ve kaybolan parça parça ayak izleri vardır.”
   Modernlik, hep daha çok istediğinden değil, hiçbir zaman yete­rince şeye sahip olamadığından; hep daha hırslı ve maceracı oldu­ğundan değil, maceraları hep acı olduğu ve özlemleri hep boşa çık­tığı için saplantılı bir ileriye yürüyüştür. Bu yürüyüş devam etmeli­dir çünkü varılan her yer geçici bir istasyondur. Hiçbir yer ayrıca­lıklı değildir, hiçbir yer ötekinden iyi değildir; çünkü hiçbir yer uf­ka başka bir yerden daha yakın değildir. Bundan dolayı endişe ve telaş, ileriye doğru yürüme olarak yaşanır. Gerçekten de bundan dolayı, Brown hareketi bir ön ve bir arka edinmiş, huzursuzluk da bir istikamet edinmiş gibi görünüyor.” İlerlemenin mecrasına işaret eden şey aslında, yakılan yakıtın tortusu ve sönmüş alevlerin isi­dir.
Walter Benjamin’in gözlemlediği gibi fırtına, yürüyenleri, karşı konulamaz biçimde, arkalarını döndükleri geleceğe doğru iterken önlerindeki enkaz yığınları göğe doğru büyüyor. “İşte biz bu fırtı­naya ilerleme diyoruz.” Daha yakından bakılırsa, varış umudunun kaçış itkisi olduğu ortaya çıkar. Modernliğin doğrusal zamanında sabit olan tek şey kalkış noktasıdır: Memnuniyetsiz varoluşu tarih­sel bir zaman hattına sokan şeyse, bu noktanın durdurulamaz bi­çimde hareket etmesidir. Bu hatta yol gösterici bir ok koyan şey, yeni saadet beklentileri değil, geçmiş korkuların kesinliğidir; yarı­nın mutlulukları değil, dünün acılarıdır. Bugün mü? Bugün, daha güneş batmadan geçmiş oluyor. Modernliğin doğrusal zamanı, ya­şamını sürdüremeyen geçmiş ile var olamayan gelecek arasında ge­rilidir. Burada ortaya yer yoktur. Zaman aktıkça, sefalet denizine ya­yılır, böylece ok da hareketine devam eder.
   İmkânsız bir ödev belirlemek, geleceğe değer katmak değil, bu­günü değersizleştirmektir. Olması gerektiği gibi olmamak, bugü­nün telafi edilemez ilk günahıdır. Bugün, daima ister ve bu, kendi­sini çirkin, nefret edilesi ve katlanılmaz kılar. Bugün, demodedir. Bugün daha var olmadan demode olur, imrenilen gelecek, bugün olduğu anda heba edilmiş geçmişin zehirli atığı ile zehirlenir. Bu­günün keyfî sadece kaçıp giden bir an sürer: Bunun ötesinde (bu öte başlangıç noktasında başlar) keyif, bir nebze de olsa ölü sever bir nitelik kazanır; başarı günaha, hareketsizlik de ölüme dönüşür.
   Kitabın başındaki iki alıntıda Dilthey ve Derrida da aynı şeyden bahsediyorlar: Tam netlik tarihin sonu demektir. Dilthey, henüz genç ve cesur bir modernliğin içinden konuşuyor: Tarih son bula­cak ve biz ona, onu evrenselleştirerek el koyacağız. Derrida ise dö­nüp, yıkılan umutlara bakıyor. Tarihin, dolayısıyla da müphemlik durumunun sona ermeyeceğini biliyor.
   Modernliğin huzursuzluğa eşit olmasının başka bir nedeni daha var: Bu huzursuzluk Sisyphus’inkine benzer. Bugünün rahatsızlığı ile savaşmak, tarihsel ilerleme gibi görünür.
    Kaosa karşı savaş, düzen için verilen pek çok yerel muharebe­den oluşur. Bu muharebeler gerilla birimlerince yürütülür. Modern tarihin çoğu döneminde bu muharebeleri koordine edecek merkez­ler yoktu; tabii komutanlar da, fethedilecek evrenin büyüklüğünü haritalayamıyor ve yerel katliamları bir toprak fethine dönüştüremiyorlardı. Yalnızca, savaş ruhunu canlı tutmak amacıyla teşvik edici konuşmalar yapan hareketli propaganda çeteleri vardı. “Hem kamu yöneticileri hem de bilim adamları (tabii ticaret dünyası da) insani amaçların belli bir maksatla biçimlendirildiğini düşünüyor­lar…” Ancak bugün bile kıyamet kadar yönetici ve bilim adamı var; ve tabii bir o kadar da amaç. Bütün yöneticiler ve bilim adam­ları kıskanç bir biçimde kendi av alanlarını ve amaç belirleme hak­larını savunuyorlar. Av alanları, bunların zorba ve/veya entelektüel güçlerinin büyüklüğüne göre ve amaçlar da kendi alanlarının ölçü­lerine göre biçimlendirildiği için, bu bilim adamı ve yöneticiler muharebelerden zaferle çıkıyorlar. Amaçlara ulaşılıyor, kaos defe­diliyor ve içeride düzen sağlanıyor.
   Modernlik, en önemli başarısı olarak, dünyanın parçalanması ile övünüyor. Parçalanma, modernliğin gücünün ana kaynağıdır. Birçok sorunla lime lime olmuş dünya, yönetilebilen bir dünyadır. Daha doğrusu, sorunlar yönetilebilir olduğu için, dünyanın yönetilebilirliği sorunu asla gündeme gelmeyebilir ya da en azından bu belirsiz bir tarihe ertelenebilir. Güçlerin parçalanmasının doğurdu­ğu toprak özerkliğiyle ve işlevsel özerklik, her şeyden önce çitin ötesine bakmama ve çitin ötesindekiler tarafından gözetlenmeme hakkına dayanır. Özerklik, gözlerin ne zaman açılıp ne zaman ka­patılacağına karar verme hakkı; ayırma, bölme, soyma ve budama hakkıdır.
Bilimin bütün itici gücü,… bütünü sadece ve sadece parçalarının toplamı olarak açıklamak olmuştur. Geçmişte, bütünsel bir ilke bulundu­ğunda bunun, bir örgütleyici olarak, zaten bilinen parçalara eklenebi­leceği varsayılıyordu. Başka bir deyişle, bütünsel ilke, bir bürokrasiyi yöneten bir idareci gibi bir şey olacaktı.
    Şunu da ekleyelim, bu benzerlik, hiç de rastlantısal değildir. Bilim adamlarıyla yöneticiler, egemenliğe ve sınır çizgilerine dair kaygı­larda birleşirler. Bunlar, bütünün, bağımsız ve net biçimde tanım­lanmış işlev ve uzmanlık alanları olan daha fazla yönetici ve daha fazla bilim adamı demek olduğunu düşünürler, tıpkı Bayan Thatcher’in Avrupa tasavvurundaki gibi. Ürologlar ve KBB’ciler kendi klinik departmanlarının özerkliğini (dolayısıyla da, bunlara vekâleten, böbrekleri ve kulakları), tıpkı, sanayi ve istihdamdan so­rumlu Beyaz Saray bürokratlarının kendi departmanlarının bağım­sızlığını ve yetki alanlarına giren insan varoluşunu savunmaların­daki kıskançlıkla savunurlar.
  Başka bir şekilde söylemek gerekirse, büyük düzen vizyonu, çözülebilir küçük sorunlara bölünür. Daha doğrusu, büyük düzen vizyonu -“görünmeyen el” ya da benzer bir “metafizik payanda” olarak- sorun çözme telaşından doğar. Eğer düşünülürse, uyumlu bütünlüğün, tıpkı Zümrüdüanka’nın küllerinden dirilmesi gibi, ken­disini parçalamayı hedefleyen gayretli ve olağanüstü başarılı çaba­lardan doğduğu görülecektir.
  Ancak parçalanma, sorun çözme işini Kral Sisyphus’un işine benzetir ve bunu, bir düzen kurma aracı olarak yetisizleştirir. Yerelliklerin ve işlevlerin özerkliği, kararnameler ve hukuk kitaplarıy­la makulleştirilmiş bir kurgudan başka bir şey değildir. Bu, bir neh­rin, bir girdabın ya da bir hortumun özerkliğidir (suyun giriş ve çı­kışını durdurun, ortada nehir diye bir şey kalmaz; havanın giriş ve çıkışını kesin, ortada hortum diye bir şey kalmaz). Mutlakıyet, bü­tün iktidarların rüyasıdır. İktidar, mutlakıyetin yokluğunda kendini asla güvende hissedemez, çırpınır durur. Parçalanan şey, güçlerdir; buna inatla direnen dünya değil. İnsanlar çok işlevli, sözcüklerse çokanlamlı olmaya devam ediyor. Ya da daha doğrusu, insanlar, iş­levlerin parçalanmasından dolayı çok işlevli ve sözcükler de anlam­ların parçalanmasından dolayı çokanlamlı hale geliyor. Saydamlık mücadelesinin öteki ucunda matlık ortaya çıkıyor. Berraklık için verilen mücadeleden karmaşa doğuyor. Birçok parçalanmış belirle­nimin buluştuğu, çarpıştığı ve iç içe geçtiği yerde olumsallık keşfe­diliyor.
    Parçalanma daha güvenli hale geldikçe, bundan doğan kaos da­ha düzensiz ve daha az denetlenebilir oluyor. Mutlakıyet, kaynak­ların eldeki göreve yoğunlaşmasına izin veriyor (bu göreve sıkıca sarılacak güçlü bir el var), dolayısıyla da görevi yapılabilir, sorunu da çözülür kılıyor. Sorun çözme, iktidarın becerikliliğinin bir fonk­siyonu olduğu için, çözülebilen ve çözülmüş olan sorunların ölçe­ği, mutlakıyetin faaliyet alanıyla birlikte büyüyor. Sorunlar büyü­yor. Ve tabii bunların sonuçları da. Bir özerklik daha az göreli ol­dukça, öteki daha fazla göreli hale geliyor. Başlangıçtaki sorunlar ne denli kapsamlı bir biçimde çözülürse, buradan doğan sorunlar da o denli çözülemez oluyor. Bir zamanlar tarım ürünlerinin miktarını artırma gibi bir görev vardı; nitratlar sayesinde bu sorun çözüldü. Bir zamanlar su arzını düzenleme gibi bir görev vardı; bu da baraj­lar sayesinde çözüldü. Daha sonra, emilemeyen nitrat sızıntılarıyla zehirlenen suları arıtma gibi bir görev ortaya çıktı; özel olarak ku­rulan atıkları işleme fabrikalarındaki fosfat uygulamaları sayesinde bu da çözüldü. Sonra, fosfat bileşenleri bakımından zengin rezerv­lerde filizlenen zehirli su yosunlarını yok etme görevi çıktı…
    Bütün düzen itkileri gibi amaca dayanan düzen itkisi de enerji­sini, müphemliğe duyduğu nefretten alır. Ancak modern, parçalan­mış düzen itkilerinin nihai ürünü, daha fazla müphemlik olmuştur. Bugün yerel düzen yöneticilerinin karşısına çıkan sorunların çoğu, sorun çözme faaliyetlerinin ürünüdür. Toplumsal-entelektüel düzen teorisyen ve pratisyenlerinin başını ağrıtan müphemliklerin çoğu, özerkliğin kendine has göreliğini bastırma ya da yok sayma çaba­larının sonucudur. Sorun çözme yeni sorunlar üretir; düzenleme fa­aliyeti, yepyeni kaos alanları yaratır. İlerleme, her şeyden önce, dünkü çözümlerin rafa kalkmasını içerir.
    Karıştırma korkusu, bölme saplantısını yansıtır. Bir şeyler yapıp et­menin modern metotlarının mümkün kıldığı yerel, uzmanlaşmış mükemmelliğin yegâne -ama olağanüstü sağlam- temeli, bölme pratikleridir. Hem modern aklın hem de modern pratiğin merkezi çatısı, muhalefettir, daha doğrusu ikiliktir. İlerlemeyi sağlayan ça­tallaşmanın ağaçsı imgelerini üreten entelektüel görüşler, yönetsel pratikler olan ayırma ve bölmeyi yansıtır ve besler: Art arda gelen her çatallaşmayla birlikte, ana gövdenin filizleri arasındaki mesafe, aralarındaki yalıtılmışlığı telafi edecek yatay bağlantılar olmaksı­zın büyür.
   İkilik, iktidarın uygulamalarından biridir; aynı zamanda onun tebdili kıyafetidir. Bölecek güç olmadan hiçbir ikilik gerçekleşemese de, bu, bir simetri yanılsaması yaratır. Sonuçların sahte simetri­si, bunun sebebi olan gücün asimetrik büyüklüğünü gizler. İkilik, her iki tarafı eşit ve denk şeylermiş gibi temsil eder. Yine de, tam da ikiliğin varlığı, farklılaştıran bir gücün mevcudiyetine şahitlik eder. Farklılığı yaratan şey, güç destekli farklılaşmadır. Muhalefet birimlerinin kendilerinin değil, sadece bu birimler arasındaki farkın anlamlı olduğu söylenir. Dolayısıyla da, öyle görünüyor ki, anlam­lılık, fark yaratma -bölme ve ayrı tutma- yetisine sahip gücün pra­tiklerinden doğar.
    Toplumsal düzen vizyonu ve pratiği için yaşamsal olan ikilikler­de, farklılaştırıcı güç, kural olarak, muhalefet üyelerinden birinin arkasına saklanır. İkinci üye, birincinin ötekisinden, birincinin kar­şıt (itibarsız, bastırılmış, sürgün edilmiş) tarafından ve bunun yara­tımından başka bir şey değildir. Nitekim, anormallik normun, sap­kınlık yasaya itaatin, hastalık sağlığın, barbarlık uygarlığın, hayvan insanın, kadın erkeğin, yabancı yerlinin, düşman dostun, “onlar” “biz”in, delilik aklın, ecnebi vatandaşın, sıradan adam uzmanın ötekisidir. Bunlar birbirlerine bağımlıdır; fakat bağımlılık simetrik değildir. İkinci taraf, tasarlanmış, zoraki tecrit edilmişliğinden do­layı birinciye bağımlıdır. Birinci ise, kendini doğrulamak için, İkin­ciye bağımlıdır.
  Geometri, modern aklın arketipidir. Kafes, bunun başlıca mecazıdır (nitekim, modernliğin görsel sanatçıları içinde temsil gü­cü en yüksek olan Mondrian’dır). Taksonomi, sınıflandırma, en­vanter çıkarma, kataloglama ve istatistik, modern pratiğin temel stratejileridir. Modern anlamda ustalık, bölme, sınıflandırma ve tahsis etme gücüdür (düşüncede, pratikte, düşünce pratiğinde ve pratiğin düşüncesinde). Paradoksal olarak, tam da bu yüzden müp­hemlik, modernliğin ana ıstırap kaynağı ve modern endişelerin en kaygı vericisidir. Geometri, dünya geometrik olsaydı nasıl olduğu­nu gösterir. Ancak dünya geometrik değil ve geometriden esinlenen kafeslere sıkıştırılamaz.
    Bundan dolayı, atık madde üretimi (sonuç olarak da atıktan kur­tulma kaygısı), sınıflandırma ve düzen tasarlama kadar moderndir. Yabani otlar bahçeciliğin, yoksul sokaklar kent plânlamasının, mu­halefet ideolojik birliğin, sapkınlık ortodoksinin, yabancılık ulus-devlet inşasının atık maddesidir. Bunlar atık maddedir; çünkü sınıf­landırılmayı reddeder, kafesi kırarlar. Bunlar, birbirine karışmama­sı gereken kategorilerin yasaklı karışımıdır. Ölüm fermanlarını, sı­nıflandırılmaya direnerek alırlar. Sınırlar hiç konulmamış olsaydı, onları ihlal etmiş olmayacaklardı; fakat bu, modern mahkemenin geçerli saydığı bir savunma değildir. Mahkeme, zaten konulan sı­nırların nizamını korumak için vardır.
 Eğer modernlik düzen üretimiyle ilgiliyse, o zaman müphemlik,modernliğin atık maddesidir. Hem düzen hem müphemlik, aynı şe­kilde modern pratiğin ürünleridir; bunların ikisinin de, modern pra­tiği -süre giden ihtiyatlı pratiği- sürdürmekten başka çareleri yok­tur. İkisi de varlığın modern olumsallığında ve temelsizliğinde bir­leşirler. Müphemlik, herhalde modern dönemin en hakiki endişe ve kaygı kaynağıdır. Çünkü, yenilen ve köleleştirilen öteki düşmanların aksine, müphemlik, modern güçlerin her başarısı ile birlikte da­ha da güçlenir. Düzenleme faaliyetinin müphemlik olarak yorumla­dığı şey aslında kendi başarısızlığıdır.
   Buradaki denemelerde, ilk önce, müphemliğe karşı verilen mo­dern mücadelenin değişik yönleri üzerinde durulacaktır; ki bu mü­cadele, yolculuğunun akışında ve iç mantığının gücüyle, yok etme­ye çalıştığı fenomenin ana kaynağına dönüşür. Daha sonra da, mo­dernliğin farklılıkla yavaş yavaş barışması izlenerek, müphemlikle barışık yaşamanın nasıl bir şey olabileceği tartışılacaktır.
   Kitap, kaos ve denetimsizlik ile tanımlanan, dolayısıyla da korku­tan ve ölüm emri çıkarılan müphemliğe karşı verilen modern savaş sahnesinin taslağının çıkarılması ile başlıyor. Birinci Bölüm, eksik belirlenimi/müphemliği/olumsallığı tehdit olarak alan ve bunların yok edilmesini, toplumsal düzenin ana foci imaginarii‘si yapan mo­dern projenin unsurlarını -felsefi aklın yasama, devletin bahçecilik ve uygulamalı bilimlerin düzenleme özlemlerini- inceliyor.
   İkinci ve Üçüncü Bölümler, müphemliğiyle ünlü yabancı kate­gorisinin üreticileri olarak “düzen inşası”nın (sınıflandırma ve böl­me) mantıksal ve pratik yönlerini ele alıyor. Müphem kategorisini yok etme çabalarının neden daha fazla müphemlik yarattığı ve so­nuçta üretimi baltalayıcı olduğu sorusu soruluyor ve yanıtlanıyor. Ayrıca, müphemlik pozisyonuna yerleştirilenlerin tepkileri incele­niyor ve değerlendiriliyor. Neden düşünülebilen stratejilerden hiç­birinin başarı şansının olmadığı ve yabancıların neden kendi müp­hem pozisyonlarını, bütün pragmatik ve felsefi sonuçlarıyla birlik­te benimsemekten başka gerçekçi bir projelerinin olmadığı sorula­rı soruluyor ve yanıtlanıyor.
   Dördüncü ve Beşinci Bölümlerde, müphemliğe karşı yürütülen modern savaş ve bu savaşın beklenmedik, ancak kaçınılmaz kültü­rel yansımaları hakkında bir örnek olay incelemesi sunuluyor. Dör­düncü Bölümde, Avrupa ve özellikle de Alman Yahudilerine uygu­lanan asimilasyon baskıları ile asimilasyon önerisinin iç tuzakları ve buna maruz kalanların rasyonel, fakat acı tepkileri üzerinde du­ruluyor. Beşinci Bölümde -müphemliği yok etmeyi aklına koyan, fakat hep daha fazla müphemlik üreten- asimilasyon projesinin ba­zı (ve daha sonra ortaya çıktığı gibi, en önemli) kültürel sonuçları izleniyor: Özellikle de, eksik belirlenim/müphemlik/olumsallığın, daimi bir insanlık durumu olarak, hatta insanlık durumunun en önemli özelliği olarak keşfi. Kafka, Simmel, Freud ve Derrida’nın (ve Shestov ya da Jabes gibi daha az bilinen fakat önemli bazı dü­şünürlerin) düşünceleri bu bağlamda bir kez daha ele alınıyor. Da­ha sonra onarılamayacak derecede müphem toplumsal düzenekten, kritik modern bilincin kendini kuruşuna ve nihayet “postmodern kültür” denen fenomene uzanan yol inceleniyor.
  Altıncı Bölümde müphemliğin bugünkü durumu, müphemliğin özelleştirilmesi inceleniyor. Modern devletin, bahçecilik özlemle­rinden vazgeçmesi ve felsefi aklın da yasama değil de yorumlama işini seçmesiyle birlikte ortaya uzmanlık ağı çıkıyor. Tüketici piya­sası ile el ele veren bu uzmanlık ağı, artık bireylerin, kendilerini kurma çabaları bağlamında, müphemlik sorunu ile tek başlarına mücadele etmek zorunda kaldıkları bir düzenek haline geldi. Bu bölümde, bu düzeneğin kültürel ve etik sonuçları izleniyor. Müphemliğe karşı yürütülen büyük modern savaşın tarihsel yenilgisin­den sonuçlar çıkarmaya çalışan Yedinci Bölümde, özellikle, kabul edilen olumsallık koşulları altında, “temeller olmadan” yaşamanın pratik sonuçları ele alınıyor. Agnes Heller’in fikirleri takip edile­rek, alınyazısı olarak olumsallığın bilinçle benimsenen bir kadere dönüştürülme şansı ve kabile mücadeleleri ya da insani dayanışma doğuran postmodern durumla ilgili beklentiler irdeleniyor. Burada­ki niyet, olumsallığını sağır sultanın duyduğu bir düzenekte kuşkulu bir şey olan, geleceğe yönelik toplumsal tahminler yapmak de­ğil; postmodern çağın siyasal ve ahlâki sorunsallarının tartışılması için bir gündem belirlemektir.
    Kitabı okuyan herkes şunu kesinlikle fark edecektir: Kitabın ana sorunsalı, ilk olarak Adorno ve Horkheimer’in, Aydınlanma (ve bu yolla da, modern uygarlık) eleştirilerinde ortaya koydukları önermelerden beslenmektedir. Şu sözleri yüksek sesle ve açıkça ilk olarak bu insanlar dile getirdiler: “Aydınlanma, radikalleşmiş efsa­nevi bir korkudur… Hiçbir şey bunun dışında kalamazdı çünkü kor­kunun asıl kaynağı, bu dışlanmışlık düşüncesinin ta kendisiydi.” Modern insanın “Doğadan öğrenmek istediği şey, doğaya ve öteki insanlara tamamen hâkim olmak için doğayı nasıl kullanması ge­rektiğidir. Tek amaç budur. Aydınlanma, kendisine rağmen, kendi özbilincinin bütün izlerini acımasızca yok etti. Mitleri dağıtacak tek güçlü düşünce biçimi bile, nihai anlamda özyıkıcıdır.” Bu ki­tap, “Aydınlanma’nın diyalektiği” iskeletini tarihsel ve sosyolojik bir ete büründürmeye çalışıyor. Ancak aynı zamanda Adorno ve Horkheimer’in önermelerinin ötesine gidiyor. Bu bağlamda kitap, Aydınlanma’nın, her şeye rağmen, “kendi özbilincinin bütün izleri­ni yok etme” çabalarında fena halde çuvalladığını (ki tam da Adorno ve Horkheimer’in çalışması bu çuvallamanın birçok açık kanıtından sadece biridir) ve mit bozucu düşünce biçiminin (ki Aydınlanma, bunu marjinalleştirmek yerine beslemekten başka bir şey yapamadı), modern projenin kör küstahlığı, zorbalığı ve yasama rüyalarının yıkıcılığıyla karşılaştırıldığında o kadar da özyıkıcı olmadığını öne sürüyor.