Sosyoloji

Siyasetin Dili: Kavramlar, Kurumlar

İktidar

Siyaset biliminin merkezi kavramıdır. Egemenlik ve meşruluk
iktidarın sıfatlarındandır.

Genel anlamda bir bireyin yahut bireyler topluluğunun kendi
istekleri doğrultusunda, rızaları olup olmadığına bakmaksızın diğer insanların
davranışlarını etkileyebilme, yönlendirebilme veya denetleyebilmesi; toplumu yönetme,
yönlendirme gücü, bu gücü elinde bulunduran otorite, ilişki veya organ anlamına
gelmektedir.

Max Weber’e göre iktidar,
bir toplumsal ilişkide, bir kişi ya da grubun kendi iradesini, dirençleri aşıp
yerine getirme olanağıdır. Yani iktidar bir toplumsal ilişki, sosyal yaşam
düzleminde var olur.

Bir etkileme, belirleme becerisi olarak iktidarın farklı
yüzleri, boyutları ortaya çıkar.
İktidar
bazen karar verme, gündem belirleme, gündemi saptırma becerisi olabileceği gibi
bazen de hegemonik (ikna ederek, bilinç inşa ederek -A. Gramsci) tarzda başkalarının düşüncelerini, isteklerini veya
ihtiyaçlarını belirleme (S. Lukes) şeklinde
ortaya çıkabilir.

Bu açıdan propaganda, ideoloji aşılama, psikolojik kontrol
gibi uygulamalar da iktidarla ilgilidir. İktidar gündemi belirleyerek, tartışmaları
sınırlandırarak, hakikatin ne olduğunu belirleyerek, ıslah ederek, normalleştirerek,
bilgiyle birleşerek (M. Foucault)
istenilen kararların çıkmasını sağlayarak işleyebilir.

Michel Foucault’nun
ifadesiyle iktidar, ‘şebeke, ağ benzeri bir örgüt aracılığıyla’ işler.
İktidar tek merkezli değildir. Bu şebekenin, ağın bir tarafında
bilgi, diğer tarafında bilim, cinsellik, ekonomi, din vs. olabilir.

F. Nietzsche,
tüm yaşamın aslında iktidarın artırılmasına
yönelik bir çaba olduğunu belirtir (Güç İstenci).

Her toplumsal oluşum kendine özgü bir siyasal sistem (rejim)
geliştirir. Bu siyasal sistem aynı zamanda toplumsal düzeni tesis edecek ve işletecek
iktidarı elde etme mekanizmalarının neler olduğu ve iktidarın nasıl işletileceğini
belirleyen iktidar yapıları oluşturur.

İktidarın Kaynakları ve
Teknikleri

Başkalarının davranışlarını etkileyebilme gücüne sahip
olmak, bazı araçlara ve farklılıklara sahip olmayı gerektirir. Bir iktidar ilişkisi
servete, konuma, bilgiye,  karizmaya
dayanabilir ya da sadece otoriteden kaynaklanabilir.

Toplumsal düzlemde işleyen iktidarın kaynağı fiziksel, ekonomik
veya sembolik olabilir.

Fiziksel Kaynak

Denetim kurmanın en önemli aracı kuvvet kullanımıdır. Kuvvet
kullanımı, maddi (asker, polis vs.) veya gayrı maddi (tehdit, caydırma,
korkutma vs.) olabilir. Kuvvet kullanımı meşru veya yasa dışı olabilir. Zor
kullanma iktidar ilişkilerinin en görünür özelliklerinden biridir.
Şiddet araçları üzerindeki denetim ve kuvvet kullanma
keyfiyeti iktidarın temel niteliğidir. Bu nitelik var olmadan hiç bir devlet
ayakta kalamaz.

Ekonomik Kaynak

İktidarın en önemli ikinci ayağıdır ekonomi (para/ekonomi +
silah/güç = iktidar).

Ekonomik kaynaklara sahip olanlar, bu kaynağa dayanarak iktidarı
elde edip bu konumlarını devam ettirirler. İktidarı elde etmek için sahip
oldukları ekonomik kaynakları dağıtma ve belli kişi ya da grupları yararlandırma
yoluna gidebilirler.

Sembolik Kaynak

Bu kaynak, itibar kazandıran bir kaynaktır ve iktidar ilişkisini
meşrulukla bezeyerek otoriteye dönüşmesini sağlar.
Sembolik kaynaklar kapsamındaki teknikler arasında
propaganda, endoktrinasyon (fikir aşılama) ve yönlendirme (manipülasyon) yer alır.

Meşruluk niteliğini kazanan iktidar ilişkisi uzun süre
ayakta kalabilir. Bu yüzden tüm iktidarlar meşru olduklarına dair bir kanaat
oluşturma çabasına girerler ve sembolik kaynakları kullanırlar.

Zor Kullanma ve Otorite

İktidar ilişkileri ekonomik ve fiziksel kaynağa dayalı olduğunda
ilişki cebir yani zor kullanma görünümünde ortaya çıkar. Zor kullanma
biçimindeki iktidar en görünür, en sonuç alıcı ama aynı zamanda en riskli ve en
pahalı iktidar ilişkisidir.

Otorite ise bir zorlama veya manipülasyondan ziyade kabul
görmüş itaat yükümlülüğüne dayanır. Otorite ilişkisi kaba kuvvete dayanmaz. İtaat
adeta kendiliğindendir.

Sosyal İktidar

Bir şeyleri yapma iktidarından çok, bir şeyler üzerindeki
iktidara odaklanıldığında, belli birey veya grupların kendi iradelerini diğerlerine
dayatmasının bir sonucu olarak sosyal iktidar ortaya çıkar.

Toplumsal iktidarın üç biçimi vardır. Bunlar: (1) Ekonomik
iktidar: Nadir olan mal ve kaynakları elde tutup diğerlerinin emek gücüne sahip
olmak, (2) İdeolojik iktidar: Bir otorite tarafından desteklenen belirlenmiş
bir yapıya ait fikirleri ve inançları elde tutmak, (3) Siyasal iktidar:
Fiziksel zor kullanmayı mümkün kılan bir takım donanımlara sahip olma ile
temellenmiş yetki.

İktidarın işlediği iki ana düzlemden bahsedilebilir: Siyasal
iktidarın da yer aldığı kurumsal olarak işleyen yapısal iktidar (örneğin,
devlet-yurttaş ilişkisi) ve kişiler arası ilişkiler üzerinden işleyen
mikro-iktidar (örneğin, öğretmen-öğrenci ilişkisi).

Siyaset sosyolojisi kapsamında, iktidarın sosyal hayatta işleyişi,
paylaşımı ve dağılımı konusunda, dört ana yaklaşım vardır. Bunlar: korporatizm,
Marksizm, elitizm ve demokratik çoğulculuktur.

Korporatizm iktidarı, özel sektör (meslek örgütleri) ile devletin
işbirliği çerçevesinde ele alır.

Marksizm ise iktidarın, üretim araçlarına sahip olan
yönetici sınıfın elinde yoğunlaştığını öne sürer.

Elitistlere göre İktidarın toplumda eşitsiz paylaşılması
evrensel bir gerçekliktir. İyi örgütlenmiş azınlık her zaman örgütsüz yığınlara
hükmeder.

Mills’in araştırmalarına göre tüm yönetimler kaçınılmaz olarak
oligarşik (azınlığın iktidarı) niteliktedir. Bu durum elitistler tarafından ‘oligarşinin
tunç kanunu
’ (Michels) biçiminde
ifade edilir.

Klasik Elit Teorileri

Toplumun küçük bir azınlık tarafından yönetilmesi ilkesi ilk
olarak Platon ve Aristoteles’te karşımıza çıkar. Modern dönemdeki
en önemli temsilcileri G. Mosca, V. Pareto, R. Michels ve C. W. Mills’dir.

Mosca’ya göre tüm toplumlar, yöneten ve yönetilen olarak iki sınıfa
ayrılır.
İyi örgütlenmiş seçkin azınlıklar,
örgütsüz yığınlara her zaman hükmederler.

Mosca, küçük bir azınlığın çoğunluğa hükmetmesini, bu azınlığın
iyi örgütlenmesine bağlar.
Yönetilen çoğunluk ise
örgütsüz, dağınık ve kendi içinde çelişkilerle dolu bir gruptur.
Seçkinlerin zekâ, servet, itibar, soyluluk gibi üstünlükleri
olduğu varsayılır. Bu üstünlükleri olmasa bile, sanki öyleymiş gibi toplumu
inandırırlar.

Elitizm kavramını siyaset literatürüne kazandıran düşünür Pareto’dur. Pareto’ya göre özellikle
zekâ, çalışkanlık ve beceri gibi özellikler açısından toplum elit ve elit
olmayan diye iki sınıftan oluşur. Pareto, elit gruplarının kapalı olmadığını,
açık olduğunu hatta olması gerektiğini belirtmiştir; eski elitin yerini yeniler
alır yani “elit dolaşımı– devri daimi” vardır.
Bu dolaşım, toplumsal patlamaları engelleme işleviyle adeta düzenin sigortasıdır.
Gönüllü olmayan değişim, zorla ya da devrimle değişime yol açar.

Roberto Michels
de seçkin azınlık yönetiminin kaçınılmazlığını vurgular.

Ona göre kitleler yönetme becerisinden uzaktırlar (gündelik
işleri bile onları yönetimden uzak tutmak için yeterli bir engeldir) bu nedenle
de yönetilme ihtiyacı duyarlar.

Demokratik Elit
Teorileri

Elitizm genel kabul görmekle beraber bu çatı altında
demokrasinin nasıl tesis edileceği önemli bir sorun olarak karşımıza çıkar.

H. Laswell’e
göre, demokrasilerde, seçkin bir azınlık da olsa siyasal iktidarı ellerinde
tutanlar seçimle işbaşına gelirler ve yönetilen halk yığınları yönetenleri
denetlerler.

R. Aron, ekonomik
güce sahip sınıfın kendileriyle ilgili kararları etkileyebileceğini ama tüm
siyasal sürece hükmedemeyeceklerini iddia eder. Ona göre çok partili demokratik
sistemler, rekabetçi doğalarıyla yönetici eliti sürekli yenileyip değiştirebilir.

R. Dahl’in poliarşi (çoğulculuk) yaklaşımına göre iktidar, birbirleriyle
rekabet hâlindeki çoğul seçkin grupları tarafından paylaşılır ve bu çoğulluk, oligarşinin
demokrasiyle uyumlu olmasını sağlar. Sonuçta iktidar, çıkarlar ittifakını
temsil eden bu rakip ve gönüllü gruplar tarafından kullanılır. İktidarın işleyişinin
ana belirleyicisi, sosyal gruplar arasındaki bu rekabettir.

Siyasal İktidar ve Ayırt
Edici Özellikleri

İktidarın ilişkisel niteliği çerçevesinde toplumsal ilişkilerin
tümünü kapsayan iktidar ilişkilerinden (baba/oğul, doktor/hasta) bahsedebilmek mümkündür.

Siyasal iktidar ise en genel anlamda “toplum adına bağlayıcı
karar alma ve bunları uygulama gücü” şeklinde tanımlanır.

Siyasal iktidarın kapsayıcılık, üstünlük ve zor kullanma tekeli gibi birtakım ayırt edici
özellikleri vardır.

(1) Siyasal İktidarın Kapsayıcılığı: Siyasal iktidar ülke sınırları
içindeki tüm birey, grup ve kurumlar üzerinde bir güce, yaptırıma sahiptir.

(2) Siyasal İktidarın Üstünlüğü: Siyasal iktidar, başka hiçbir merciden emir almaz, başka
hiçbir iktidarın altında yer almaz. Üstünlük özelliği ile siyasal iktidar, ülke
çapında bürokratik olarak örgütlenir ve tüm kişi ve grupları bağlayıcı kararlar
verir.

(3) Siyasal İktidarın Zor Kullanma Tekeli: Siyasal iktidarı kullanan devlet dışındaki hiç kimse ceza
veremez. Weber, siyasal iktidarın bu
özelliğini, modern devleti oluşturan ana öğelerden biri olarak görmektedir.
Suçları ve cezaları siyasal iktidar belirler.

EGEMENLİK

Egemenlik özünde yasa yapma, kural koyma ve etkin biçimde
hüküm sürme becerisidir.
Egemenlik, egemenin ülke
içinde kendi iktidarına rakip olabilecek bir iktidar, ülke dışında da üstün bir
kuvvet tanınmadığına ilişkin hukuki bir formüldür.

Egemen iktidar, hiyerarşideki en üstün iktidardır. Modern demokratik
devletlerdeki hukuki anlamda egemenlik, yukarıdan aşağıya işletilen tek yönlü
bir süreç değil döngüsel bir sürece dönüşmüştür. Modern demokrasilerde hiçbir
kurum ya da kişi egemenliği yalnız başına kullanmaz karar almada yasama,
yürütme, yargı organları, sivil toplum örgütleri vb. sürece müdahil olur.

Egemenliğin Tarihsel
Çerçevesi

Egemenliğin kaynağının Tanrısal irade olduğu Orta Çağ’da
egemen yasama merci Tanrı idi. Kraliyet,
meşruluğunu
uyrukları olan nüfustan değil, kutsallıktan alırdı. Modern dönemde egemenliğin kaynağı
dünyevileşmiş (sekülerleşmiş) ve bunun bir sonucu olarak modern ulus devletlerde
egemenliğin kaynağı halk olmuştur.

Egemenlik kavramı, modern ulus devletin 16. ve 17. yüzyıllarda
Avrupa’da ortaya çıkmasıyla gündeme gelen bir kavramdır.

J. Bodin
(1530-1596) ve T. Hobbes (1588-1679)
gibi mutlakiyetçi düşünürlere göre bir devlet içerisinde düzen ve istikrarın teminatı,
üstün hukuk kaynağının ve sadakat odağının tekliğidir.

Rousseau (1712-1778) genel irade fikrinde ifadesini bulan “halk
egemenliği” ve John Austin
(1790-1859) “parlamenter egemenlik” görüşleri çerçevesinde, egemenlikle halk
iradesini bütünleştirmişlerdir.

Klasik egemenlik anlayışı iki açıdan sorunludur. Çünkü tüm
grup ve bireyler etkileşim içindedir ve devlet de dâhil hiçbir siyasal ve
sosyal varlık mutlak anlamda bağımsız değildir. İkincisi, klasik egemenlik görüşü,
demokratik devletin işleyişiyle uyuşmamaktadır.

Liberal demokrasinin temel bileşenleri bireysel özgürlükle
beraber halk egemenliğidir.

Locke’un başını çektiği liberaller, klasik egemenlik anlayışının
aksine, ülke içinde mutlak egemenliğin bireysel özgürlükler için risk oluşturacağını
ve bu yüzden egemenliğin sınırlanması gerektiğini savunurlar.

Carl Schmitt
egemeni, “istisnai duruma” (olağanüstü hâl)
karar veren merci olarak tanımlar.
Liberallerin
aksine Schmitt, anayasa temelli sınırlı egemenlik iddiasına karşı siyasal açıdan
egemen olanın her zaman daha üstün olduğunu savunur.

Halk egemenliği kavramı birtakım belirsizlikler taşımaktadır.
Bunun ana nedeni, millî iradenin soyut bir bütüne işaret etmesidir.

Millet, ölmüşleri ve doğacakları da kapsayan soyut bir bütün
iken halk yaşayanlara karşılık gelmektedir. Ancak tüm nüfusun halk olmadığı da
açıktır. Egemenlik bir anlamda, siyasal irade sahibi olduğu varsayılan yetişkin
vatandaşlara bölüştürülmüştür.

İç Egemenlik

İç egemenliğe sahip olan bir devlet kendi halkının üzerinde mutlak
otoriteye sahiptir.
“Halk egemenliği”,
“parlamenter egemenlik” gibi terimler, iç egemenlikle ilgilidir. İç egemenliğin
iki ana bileşeni vardır: Hukukî egemenlik ve siyasal egemenlik.

Hukuki egemenlik, devletin ülkesi üzerindeki hiyerarşinin en üstünde yasa
yapma otoritesine sahip olması ve bu otoriteyi kullanması anlamını barındırır.

Devlet yöneticilerden ayrı gayrişahsi bir kurumdur. Devletin koyduğu yasalar herkes için bağlayıcıdır ve bu bağlayıcılığı
ortadan kaldırabilecek herhangi bir kişi ya da grup yoktur.

Siyasal Egemenlik: Egemenlik siyasal ve hukuki bir hiyerarşi
demektir. Siyasal egemenlik, fiilen olmasa da hukuki olarak sınırsız bir
siyasal iktidarı ifade eder.

Dış Egemenlik

“Ulusal egemenlik” ve “egemen devlet” terimleri dış
egemenlik kapsamındadır.

Bir ulus, ancak kendine has ihtiyaçlar ve çıkarlara göre
kendi kaderini tayin edebilme becerisine sahip olduğunda egemendir.

Modern dönemde devletlerin dışsal egemenlikleri, Westphalia Antlaşması’yla (1648)
uluslararası hukuki bir nitelik kazanmıştır.

İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere paralel
olarak ortaya çıkan küreselleşmeyle birlikte ulus-üstü örgütler oluşmuştur.
Bunun sonucunda devletler, yasama faaliyetlerinde ulus-üstü örgütlere
verdikleri taahhütleri dikkat almak zorunda kalmışlardır.

Küreselleşme ve
Egemenlik

Küreselleşme toplumların ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal, teknolojik
ve ekolojik alanlarda bütünleşmesi, farklılıkların azalması, gücün ve etkinin
yerelden küresel alana taşınmasıdır.

Küreselleşen dünyada sınır tanımayan para, bilgi, insan akışı
üzerindeki egemenlik daha önemlidir.

Küresel süreçteki etkileşimler, devletleri dış etkilere karşı
daha hassaslaştırmış ve bu devletlerin siyasal karar alma özerklikleri zayıflamıştır.

Egemenlik açısından modern ulus devletler hem yukarıdan hem
de aşağıdan bir basınç altındadır. Heterojen nitelikteki toplumsal talepler
içeriden basınç uygularken para, mal, insan, bilginin uluslararası dolaşımı dışarıdan
basınç yapmaktadır.
Yerel, bölgesel ve
küresel ölçekte ulus devletin egemenliğini paylaşan yönetişim birimleri ortaya
çıkmıştır. Bu birimlerin ilişkilerinin sıkılaşması ‘paylaşılan egemenlik’ anlayışını
doğurmuştur.

MEŞRULUK

Meşruluk iki belirleyici nitelik barındırır: (i) yönetme
hakkı veren usullerin var olduğu fikri ve (ii) yönetim biçimini haklı kılacak şekilde
yöneten ve yönetilenlerin beraberce paylaştığı bazı dayanakların (ideoloji, rıza,
inanç) varlığı. Bu niteliklere dayalı olarak meşruluğun iki türünden
bahsedilebilir:

Usullerden doğan meşruluk anlayışına göre, bir düzeni meşrulaştıran ögeler arasında
kurallar ve karar alma süreçlerinde takip edilen usûller önceliklidir.

Esaslardan doğan meşruluk anlayışına göre ise meşruluğun değerlendirilmesinde usuller
değil, iktidarın haklılaştırılması ve sorumluluğu ön plandadır.

Meşruluk genel olarak yönetenlerin sahip olduğu araç ve
kaynakların kullanılmasının onlara ait bir hak olduğuna ilişkin emir alan veya
yönetilenlerin inancıdır.

Yasallık kavramı ile meşruluk kavramının anlamlarının ortak
çağrışımları vardır. Ancak meşruluk, yasallığı aşan bir kavramdır. Meşruluk,
hukukilik ile beraber makul, haklı ve uygun olma anlamları da taşır.

Siyasal iktidarın kaynağını işaret eden meşruluk, tarihsel
süreç içerisinde işaret ettiği kaynağa göre farklı anlamlar kazanmıştır. Modern
öncesi dönemlerde meşruluk, yönetenlerin eylemlerinin ilahi iradeye uygunluğu şeklinde
anlam kazanmaktadır.

Siyasal otoritenin nasıl meşru kılınabileceği ya da hangi
yönetimin meşru olabileceği sorusu modern dönemlerin ana siyasal sorularındandır.

Hobbes,

Locke, Rousseau gibi
modern dönem siyaset düşünürleri meşruluğu, gelenek ya da Tanrısal iradeye değil,
bireysel rızaya dayalı olarak açıklamaya çalışmışlardır.

Liberal demokratik devletlerde meşruluk, bireysel özgürlüğe
ve kamuoyuna karşı sürekli açık ve duyarlı olmakla tesis edilir.

Max Weber’in Meşru İktidar
(Otorite) Tipolojisi

Meşrulukla beraber iktidar ilişkisi, otorite ilişkisine dönüşür.

Otorite; başkalarının aksi halde yapmayacakları bir şeyi bir
ödev olarak yerine getirmeleri demektir. Otorite kendine has bir buyruğu ve
bununla bağlantılı itaati kapsar. Otorite ilişkisinde emirler makul ve haklı
görülür.

Max Weber, üç tip otorite ilişkisi tanımlamıştır:

Geleneksel Gerekçelerden
Doğan Meşruluk (Geleneksel Otorite)

İktidar pratiklerinin kutsallığını öne sürerek meşruluk
iddiasında bulunan ve kendisine inanılan otorite türüne geleneksel otorite
denir. Bu otorite çerçevesinde oluşan hiyerarşide resmî görevliler arasında
ast-üst ilişkisi değil efendi-hizmetçi ilişkisi vardır.
Bu tipte otoritenin gerekçesi inancı zorunlu kılar.

Gelenek, iktidarın sıkça meşruiyet devşirdiği bir kaynaktır.
Köklü geleneklere sahip devletler, geçmişe göndermeler yaparak meşruluklarını takviye
edebileceklerinden dolayı daha avantajlıdırlar.

Kısaca geleneksel otorite meşrulaştırma sürecinde kutsallık,
örf, adet, alışkanlıklar ve geleneksel öğelerin yer aldığı otorite ilişkisidir.

Karizmatik Gerekçelerden
Doğan Meşruluk (Karizmatik Otorite)

Karizmatik otorite, olağanüstü kişilik (peygamberlik,
kahramanlık gibi) özellikleri olan karizmatik bireyin koyduğu kurallara
adanmaya dayalı otoritedir.
Bu, karizmatik bir
hakimiyettir ve peygamber, seçilmiş bir savaş kahramanı, büyük demagog veya
parti liderince kullanılır.

Weber’e göre karizmatik otorite, kısa ömürlü ve istikrarsız
olsa da siyasal meşrulukta dinamik ve devrimsel bir öğedir. Napolyon, Gandi,
Hitler ve Atatürk bu tipin temsilcileridir.

Yasal-Ussal
Gerekçelerden Doğan Meşruluk (Yasal-Ussal Otorite)

Bu otorite tipinde meşru hükümranlık, yasal konum ve işlevsel
yeterliliğin geçerliliğine olan inanca dayanır.
Modern
siyasal ve bürokratik sistemler, bu otoritenin örnekleridir. Yasallık, zorunlu
olarak meşruluğu beslemeyebilir.

Yasallık, meşruluğun bir öğesidir sadece. Weber, sistemlerin
meşruluk temellerinin, her üç otorite tipinin karışımından oluştuğunu belirtir.

Weber’in tipolojisinde otoritenin dayatma yoluyla tesis
edilebileceği seçeneği ihmal edilmiştir.

Ülke içine ve dışına ilişkin kararlar alıp uygulayan
devletin, bu faaliyetlerinde yönetilenlerin onayını alma ihtiyacı vardır. Bu
durum siyasal rejimlerin hepsinde ortaktır.

Meşruluk, iki aşamada ortaya çıkar. Birinci aşama, siyasal
sistem içinde iktidarın ele geçirilmesiyle ilgiliyken bir diğer aşama iktidarın
işleyişi
yle ilgili meşruluk meselesidir.

Birçok devlet ve merkezî siyasal kurumlar zor kullanma sonucu
yani askerî fetihler ile doğmuştur, asıl önemli olan uygulama aşamasındaki meşruluktur.

Yönetilenlerin düzene inançları kalmadığında ya da yönetim
koordinasyonu başarısız görüldüğünde, meşrulaştırma
krizi
doğar.

Habermas’a göre devletler, sosyal harcamalar gibi bir takım görevler
üstlendikçe yurttaşlarının gündelik yaşamlarına daha fazla müdahil olmakta,
devlet müdahale ettikçe halkın talepleri artmakta ve devlet bu talepleri karşılamakta
güçlük çekmeye başlayınca da meşruluk kaybı ortaya çıkmaktadır. Yani
devletlerin performansları ile meşrulukları ilişkilidir.

Devlet ve Siyasal
Sistemler

Devlet, doğası gereği soyut bir varlıktır. Ancak, onun adına
yasaları yapacak bir yasama organı, bu yasaları uygulayacak ve ülkeyi yönetecek
bir icra organı ile icra organının yasalara uyup uymadığını denetleyecek bir
yargı organı vardır.

Devletin siyasi kurumlarını teşkil eden bu organlar arasındaki
ilişkilerin yapısı ve niteliği bizi “hükümet sistemi” kavramına götürür.

Siyasal sistem kavramı, bir ülkede mevcut olan yöneten ve
yönetilenler arasındaki ilişkinin türü, niteliği, kaynağı ve dayanağını
anlatmaktadır. Devlet toplum ilişkilerinin niteliği, yani bir toplumdaki cari
siyasal sistem, o toplumdaki egemen siyasal kültür kalıpları, tarihi geçmiş,
ülkedeki ekonomik ve sosyal durum ve daha birçok parametre ile yakından ilişkilidir.

Devlet Kavramı

Devlet her şeyden önce bizim için zorlayıcı bir otoritedir.
Bunun dışında devlet bizi dış düşmanlardan ve
içerdeki zorbalardan korur.

Devlet iktidarı, toplumdaki diğer iktidar biçimlerinden daha
geniştir ve tüm ülkeyi kapsar. Gerek teoride kavramsal olarak gerekse pratikte
kurumsallaşmış bir iktidar tipi olarak devlet 16. yüzyılda doğmaya başlamıştır.
15. yüzyılın başında Machiavelli,
belli bir toprak parçası ve topluluk üzerinde etkili otoriteyi anlatmak üzere
stato sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra Jean Bodin, ürettiği

“egemenlik” kavramı ile devletin kavramsal olarak biraz daha
ete kemiğe bürünmesine katkı sağlamıştır. Modern devlet bugünkü şekline ise ancak
19. yüzyılda ulaşmıştır.

Klasik Fransız kamu hukuku doktrininde devlet “milletin
hukuki kişilik kazanmış şekli” olarak tanımlanmıştır. Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen’e göre “devlet, etkili olarak
yürürlükte bulunan bir hukuki normlar sistemidir”. Alman sosyoloğu Max Weber (1864-1920) ise devleti, “belirli
bir toprak parçası üzerinde meşru şiddet kullanma tekelini elinde başarıyla
bulunduran insan topluluğu” olarak tanımlamaktadır.
Marksist teoride devlet, bir sınıf yapısı olarak telakki
edilir. Liberal teoride devlet belirli hizmetleri yerine getirmek üzere kurulmuştur.
Liberaller devleti, sürekli denetim altında tutulması gereken bir araç olarak görürler.

G.W.F. Hegel
(1770-1831)

Hegel’e göre insan bireyci, bencil, çıkarcı, doyumsuz ve
saldırgandır. Sivil toplum, her zaman insanın bu doğal tutkularının tehdidi altındadır.
Hegel’e göre insanın bu tutkularını gemleyecek, barış ve istikrarı sağlayacak
olan devlettir.

Hegel’in “sivil toplum”u kapitalist topluma tekabül eder.
Sivil toplum, kişisel hazzın ve dolayısıyla bencilliğin, devlet ise diğerkâmlığın
alanıdır. Hegel’in devletin kökeni olarak aileyi göstermesi tam da bu
yüzdendir. Bilindiği üzere insani etkileşim başlıca iki ilke üzerinden yürür: Çıkar
ilkesi, armağan ilkesi. Birincisinde eyleme iten ilke rasyonellik (akılcılık,
hesabilik), ikincisinde ise diğerkâmlıktır (hasbilik). Birincisinde alınanla
verilen arasındaki orantıya bakılır. Kârlılık ve fayda temel motiftir. Ancak
ikincisinde aile fertlerinin ihtiyaçları, hakları ve mutluluğu, insanı eyleme
iten tek güdüdür.

Hegel’e göre kısıtlanmamış sivil toplumdaki rekabet,
zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi sonucunu verir. Hegel sivil
toplumu, özel çıkarların çarpıştığı bir savaş meydanına benzetir. Dolayısıyla
devletsiz bir sivil toplum, kendi çoğulluğunu felce uğratma ve yok etme eğilimindedir.

John Keane’in ifadesiyle;
“Sivil toplum siyasal olarak düzenlenmediği, “devletin daha yüksek gözetimine” tabi
kılınmadığı sürece “sivil” olarak kalamaz”.

Hegel’in dizgesinde yurttaşların devlet iktidarını nasıl ve
hangi koşullar altında sorgulayacakları -siyasal demokrasi ve aktif yurttaş
olma sorunu- muallakta bırakılmıştır.

Thomas Hobbes
(1588-1679)

Hobbes’a göre devlet sivil toplumun tanrısıdır. Hobbes, insan
doğası hakkında Hegel’den daha kötümserdir.
Hobbes,
devlet öncesi doğa durumunu, bir savaş hâli olarak tasvir eder (“insan insanın
kurdudur”).

Hobbes’un devlet teorisinde toplumun varlığı ve devamı,
devletin var oluşu ile mümkündür. Devletin kurulması ile doğa durumu son bulur
ve uygar dönem başlar.
Hobbes’un hayalini kurduğu
devlette siyasal rejim bir totalitarizmdir.

Hobbes’a göre bu egemen bir mutlak monark da olabilir bir
kurul da yeter ki insanın potansiyel saldırganlığını kontrol altında tutacak kadar
güçlü olsun (Leviathan).

John Locke
(1632-1704)

Locke, insan doğası hakkında Hegel ve Hobbes gibi kötümser değildir.
Locke’a göre devlet, insanların, canlarına ve mallarına saldıranları cezalandırma
yetkisini bir koruyucuya devretmesiyle doğmuştur. Locke devleti, sadece bu özel
ilişkiler alanının koruyucusu sınırlı bir otorite olarak düşünür. Ona göre
devlet bizzat barış ve huzuru tesis etmeye çalışmaz, yani toplumun doğal işleyişine
müdahale etmez var olan düzeni korumaya çalışır. Locke’da doğa durumu aşamasında
baskın olan çatışma ve huzursuzluk değil, barış ve erdemdir. Kısaca

Locke’un istediği sınırlı ve zayıf bir devlettir.

Devletin Kökeni ve İşlevi

Devletin doğuşu konusundaki hipotetik teoriler içinde en
bilineni “sözleşme kuramları”dır.
Bu teorilere göre, insanlık tarihinde devletin kurulmasından
önceki aşama bir “doğa durumu” evresidir. Bu evrede insanlar belirli nedenlerle
aralarında bir sözleşme yaparak devleti var etmişlerdir.

Hipotetik kuramların içeriği felsefidir. Tarihsel süreçten
ziyade devletin varlık nedeniyle ilgilidirler.

MODERN DEVLETİN OLUŞUMU

Feodal düzenin yıkılmasından sonraki süreç kapitalist piyasa
örgütlenmesinin ihtiyaçlarının yerine getirilmesi şeklinde gelişti. Modern
devletler bu süreçte ortaya çıkan yapılardır.

Feodalite

Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda Cermen kabileleri tarafından
yıkıldıktan sonra Avrupa’da merkezi ve otoriter bir yönetim değil, küçük toprak
parçaları üzerinde senyör veya lort denilen maliklerin denetiminde bir
örgütlenme öne çıktı. Senyörlere ait arazilerde yaşayan mülkü/arazisi olmayan
insanlar (bunlara serf denir) senyörün malı olarak, onun emrinde/hizmetinde
yaşadılar. Serşer bu hizmetleri karşılığında senyörün koruması altındadır. Artı
değer, senyörün bir üstü konumundaki bir başka feodal bey tarafından alınırdı. Bu
dönemde üretim küçük ölçeklidir. Yol güvenliği olmadığı için ticaret cazip bir
iş kolu değildi.

Haçlı Seferleri sonrasında ticaret yoluyla zenginleşen yeni
bir sınıf ortaya çıktı. Burjuva denilen bu sınıf, kentlerde yaşıyordu. Ticaret,
bu sınıfın elinde gelişmeye başladı. Ticaretle birlikte hem şehirlerin cazibesi
arttı hem de şehirlerarası etkileşim çoğalmaya başladı.

Feodal sistem, burjuva sınıfın taleplerine cevap veremeyecek
kadar hantaldı; dahası bundan bir çıkarı da yoktu. Tüccarlar bu süreçte
krallarla aralarını hep iyi tuttular. Feodal sistemde çok fazla güç odağı
vardır. Feodal beyler kendi bölgelerinde etkili ve güçlüydüler. Kral, bütün bu
yapının en tepesinde idiyse de etkinliği sınırlıydı. Tüccarların da desteğini
alan krallar, feodal beylerin karşısındaki gücünü arttırdı ve bunun sonucunda
monarşiler ortaya çıktı.

Mutlak monarşinin üç düşünürü İtalya’da Machiavelli (1469-1527), Fransa’da

Jean Bodin
(1530-1596), İngiltere’de Thomas Hobbes
(1588-1679), merkezî devletin teorik temelini attılar.

Machiavelli’ye göre İtalyan birliğinin sağlanması için bu
birliğe engel oluşturan bölük pörçük feodal birimlere ve papalığa boyun eğdirecek
kadar güçlü bir merkezî otoriteye, yani mutlak monarka ihtiyaç vardı.
Machiavelli’ye göre güç, devletin varlık koşulu, belirleyici
özelliği, hatta kurucu unsurudur.

Jean Bodin, ürettiği egemenlik kavramı ile merkezî iktidarın
pekişmesine güçlü bir teorik destek sağladı. Onun çabaları, egemenliğin kralla
özdeşleşmesine neden oldu.
Bu mutlakçılık, Güneş
Kral olarak yaftalanan Fransa Kralı 14. Louis’nin şu sözlerinde somutlaştı: “L’Etat, c’est moi
(Devlet Benim)”.

Burjuvazinin yükselmesi için monarşiye ihtiyaç vardı.
Burjuva sınıfı bunu kolayca başardı. Ancak kısa bir süre sonra siyasi yetkiye
ihtiyaç duyan burjuvazi bu defa kralla sürtüşmeye başladı. Modern devlet,
burjuvazinin monarşiyle olan sürtüşmesinin sonucudur. İngiliz Devrimi
(1640-1688), Amerikan Devrimi (1776), Fransız Devrimi (1789), burjuva sınıfının
siyasi hak taleplerinin sonucudur.

Bu devrimler sonucunda egemenlik kraldan alınıp parlamentoya
devredildi.

Feodal dönemde ve Osmanlı gibi patrimonyal
sistemlerde, kişiler arası ilişkiler yönetimin temel taşıydı.
Yönetim hiyerarşisi içindeki her kişi, konumunu, bir
üsttekine olan bağlılıktan ve sadakatten alıyordu. Osmanlı’da bütün topraklar
hanedanın mülkü kabul ediliyordu.

Günümüzde ise devlet, yönetenlerin şahsından bağımsız
bir tüzel kişiliktir. Bu tüzel kişilik sayesinde devletin hak ve borç
sahibi olması, borçlanması, sorumluluğu, davada taraf olması söz konusu
olabilmektedir.

DEVLET TÜRLERİ

Tekçi / Üniter Devlet

Siyasi iktidar tek merkezde toplanmıştır. Kısaca bütün
vatandaşlar tek bir siyasal merkezin otoritesine tabidirler. Tekçi devlette bir
tek yasama, yürütme ve yargı gücü ve tek bir anayasa vardır.

Birleşik Devlet

Birden çok siyasi otorite merkezinin ve dolayısıyla birden
çok yasama, yürütme ve yargı organının bulunduğu devletlerdir. İki ya da daha
fazla sayıda devlet bir araya gelerek birleşik (federal) devleti oluşturmuşlardır.
Her federe (kurucu) devletin kendi anayasası, yasama, yürütme ve yargı organı
bulunmaktadır. Ancak federe meclislerce yapılan yasaların federal anayasa ve temel
yasalara aykırı olmaması gerekir. Kurucu (federe) devletler içişlerinde bağımsız,
dışişlerinde birleşik devlete tabidirler. Yani federe devletlerin uluslararası
alanda ayrı bir devlet olarak tanınmaları söz konusu değildir.

SİYASAL SİSTEMLER

Siyasal sistemle, ülkelerin özgül koşulları arasında yakın
bir ilişki vardır. Bir ülkedeki siyasi sistemin niteliği yani demokratik,
otoriter ve totaliter oluşu, o ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyi,
tarihî geçmişi, gelir ve eğitim düzeyi, siyasal kültür kalıpları gibi çok sayıda
faktöre bağlıdır.

Talcott Parsons’un
sosyal bilimler alanına taşıdığı sistem analizi kavramının bize anlattığı gibi;
toplumsal gerçeklik başlı başına bir sistem oluşturur.

Platon’a göre ilk yönetim biçimi patriarşi’dir.
Patriarşi, iktidarın babanın ya da klan ve kabile şefinin elinde olmasıdır. Nüfusun
artışı, kabile ve klanların birleşmesi ile bu yönetim biçimi son bulmuştur. Bu
aşamada yönetim, bu kabile şeflerinden birine verilirse ortaya çıkan yönetim
biçimi monarşidir. Aile şeflerinin birlikte
yönetimi söz konusu olursa bu sistemin adı aristokrasidir.

Toplumdaki zengin bir azınlığın yasaya dayalı olmayan
yönetimi oligarşidir, tek kişinin zora dayalı
yönetimi tiranlık olarak adlandırılır.

Çoğulcu Sistemler

Tarih boyunca insanoğlunun keşfettiği gerçek anlamda tek bir
çoğulcu sistem vardır, o da demokrasidir.

Atina’da M.Ö. 5. yüzyılın ortasından 4. yüzyılın ortalarına
kadar kamusal meselelerin çözümünün yurttaşların çok yönlü aktif katılımı ile
gerçekleştiği demokratik bir sistem bulunmaktaydı.

Demokrasi karşıtı rejimler, varlıklarını, insanların eşit
olmadığı savı üzerine temellendirmişlerdir.

İnsanın doğal eşitsizliği ve bunun üzerine bina edilen
aristokratik yönetim fikrine ilk itiraz, Eski Yunan’da Stoacılar olarak adlandırılan
akımdan gelmiştir. Kısacası, Batı siyasi düşünce tarihinde insanın eşitliği
fikri, karşıtı kadar eskidir. Stoacılara göre tüm insanlar doğuştan eşittir.

Modern zamanlarda insanın eşitliği ve iktidarın halka
dayanması gerektiği fikrinin en güçlü savunucularından biri John Locke (1632-1704) olmuştur.

Batı tarihinde eşitlik yönünde hatırı sayılır ilerlemeler, 17.
yüzyıl ortalarında başladı ve 20. yüzyılda zirve noktasına ulaştı.

İngiltere’de kralın otoritesini sınırlamaya yönelik ilk girişim
1215’te Magna Carta (Büyük Sözleşme)
ile gerçekleşmiştir.

Çağdaş Demokrasi

Demos
halk; kratos ise güç, iktidar anlamına gelir
. Demokrasi, siyasi iktidarın halk tarafından tayin
edilmesi, halkın kendi adına siyasi ve hukuki kararları alacak kadroları
seçimle işbaşına getirmesi olarak tanımlanabilir. Demokraside egemenliğin
yegâne kaynağı halktır.

Politik kararlara halk doğrudan katılmaz ve katılamaz.
Demokrasilerde halk ancak kendisi adına bu kararları alacak temsilcileri seçer.
Demokrasi bu noktada karşımıza çıkar. Seçim tertip edilir; halkın önüne
birileri çıkartılır ve halka “seçin bakalım” denir. Seçimin bir kazananı olur.
Kaybeden azınlık yasalar dâhilinde tahakküm endişesinden korunur. Bir şekilde
herkes mutlu edilmiş olur.

Demokrasi, başarısız olan hükümetlerin kolayca iktidardan uzaklaştırılmalarına
olanak sağlar. Karl R. Popper,
demokrasiyi, iktidarın şiddete başvurmaksızın el değiştirmesine imkân veren
kurumların korunması olarak tanımlamaktadır.

Demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi örgütlü bir
muhalefetin varlığıdır.

Zira ancak bu nitelikte bir muhalefet, iktidarı
dizginleyebilir.

Demokratik bir ülkede, devletin, resmî ve dolayısıyla herkes
için bağlayıcı bir iyi anlayışı ve ideolojisi olamaz.

Demokrasi, demokratik siyasal kültürü gerekli kılar.

Demokrasinin ilkelerinden bir diğeri güçler ayrılığı
ilkesidir. Güçler ayrılığı, yasama, yürütme ve yargı yetkisinin birbirinden bağımsız
ayrı organlarda toplanmasıdır. Devlet iktidarının farklı erkler arasında bölüştürülmesindeki
amaç, iktidar sahiplerinin girişecekleri hukuksuz uygulamaları engellemek için
gücü güçle sınırlamaktır. Bu erkler birbirlerini denetler ve sınırlarlar. Bu
ilke Montesquieu ve John Locke’un fikrine dayanır. Bu güçlerin
ikisi veya üçünün aynı elde toplanmasına yetki toplulaşması adı verilir.

Liberal Demokrasi

Demokrasi en genel anlamda kim yönetmelidir sorusuna cevap
oluşturur.

Liberalizm ise yönetimin hangi sınırlar içinde kalarak
yönetme görevini yerine getireceği ile ilgilidir. Liberalizm için temel çıkış
noktası birey ve onun özgürlüğüdür.

Liberallere göre bireyin özgürlüğüne yönelik en büyük tehdit
kaynaklarından biri devlettir. Bu nedenle devletin sınırlanması, hatta devletin
başlangıçta sınırlı bir devlet olarak kurulması esastır. Devletin sınırlanması
için en temel araçlardan biri anayasadır.

Demokrasinin iki idealinden biri eşitlik, diğeri
özgürlüktür.

Liberal demokraside özgürlük ön plandadır, sosyal
demokraside ise eşitlik
.

Liberaller, devletin toplumsal ilişkilere müdahalesine karşıdırlar.
Bu hususta liberallerin sloganı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”dir.
Özgürlük, negatif özgürlük (freedom from) olarak
düşünülmektedir. Negatif Özgürlük: Bireyin engellenmemesi, başkalarına zarar
vermemek koşuluyla hareketlerinde serbest olmasıdır.

Sosyal Demokrasi

Sosyal demokrasi, kapitalizmin gelişimine koşut olarak
ortaya çıkan işçi sınıfının sorunlarına yönelik entelektüel ilgiden doğmuştur.

Kapitalist sistemin esası, yarışma ve rekabettir. Bu sistem
doğası itibariyle işçilerin aleyhine işleyen, onları düşük ücrete, uzun çalışma
saatlerine ve kötü yaşam koşullarına mahkûm eden bir sistemdir.

Liberalizm, ekonomik bakımdan güçlü olan sınıfların çıkarlarına
hizmet eden bir ideoloji olarak gelişmişti. Sosyalizm ise tam aksine işçi sınıfının
sorunlarına bir cevap olarak doğdu. Sosyalizme göre liberalizmin altını çizdiği
hak ve özgürlükler, ancak bu özgürlüklerin gerçekleşmesine temel oluşturacak
maddi koşulların sağlanması hâlinde var olabilirdi.

Sosyal demokraside Marksizm’den farklı olarak kapitalist
üretim biçimi reddedilmemektedir.
Sosyal
demokraside özgürlük, geliri daha adil dağıtmak üzere devletin müdahalesiyle
var olabilecek pozitif özgürlüktü (freedom to).

Pozitif Özgürlük: Negatif özgürlük durumunda bireyin teorik
olarak sahip olduğu özgürlükleri fiilen kullanmasına temel oluşturacak mali
imkânlara devlet tarafından sahip kılınmasıdır.

Tekilci Sistemler

Tekilci sistemlerde iktidar belirlenmesinde halkın etkin rol
almasına izin verilmez.
Tekilci sistemler, kısaca,
totaliter ve otoriter sistemler olarak iki başlık altında incelenebilir.

Totaliter rejimlerde toplumsal bütünleşme devlet tarafından
sağlanır. Hakikatin bütününü içerdiği ve tüm toplumu ebedî saadete eriştireceği
düşünülen ideoloji bu bütünleşmenin gerekçesini oluşturur. Totaliter
sistemlerde yasal bir muhalefete yer yoktur.

Ototiter rejimler, herhangi bir kişi ya da grubun iktidarı
ele geçirerek yönetilenler üzerinde zora dayalı bir hâkimiyet kurduğu rejimlerdir.
Kapsayıcı, totalist bir ideoloji yoktur. Bu sistemler iktidardaki azınlığın çıkarına
hizmet ederler.

Marksist Rejimler

Marks’a göre, insanlık tarihinde iş bölümünün ortaya çıkması
ile iki sınıf doğmuştur: Mülk sahipleri ve mülksüzler. Mülk sahipleri, sömüren
ve mülksüzler ise sömürülen sınıfı oluşturur. Kapitalizmde sömürünün asıl
nedeni, üretim araçlarının, yani sermayenin bir azınlığın özel mülkü olmasıdır.

Yabancılaşma: Kapitalist
üretim biçiminde işçilerin aslen kendi emeklerinin ürünü olan hasılanın büyük kısmına
sermayedar sınıfın el koyması sonucu kendi ürünlerinden ve üretim sürecinden
psikolojik olarak kopmalarını ve uzaklaşmalarını ifade eder.

Marks’ın ütopyasına göre gerçek özgürlük ve demokrasi,
kapitalist toplumun yıkılması ve insanın insanı sömürmesinin ortadan kalkması
ile gerçekleşecektir.

Faşist Rejimler

Faşizm ilk kez 1922 yılında İtalya’da ortaya çıktı. 1933’te
onu Alman Nazizmi izledi. 1927’de Portekiz’de, 1930’da Japonya’da ve 1938’de İspanya’da
kurulan rejimler faşizme benzer nitelikler taşımaktaydılar.

Faşizm, liberalizme ve sosyalizme bir tepki olarak doğmuş
eklektik bir ideolojidir.
Faşist diktatörlükler,
kapitalistleşme konusunda nispeten geç kalmış ülkelerde ortaya çıkmıştır.

Faşizm, kapitalist ekonomiden yanaydı. Ancak liberalizmin
bireyciliğini reddediyordu. Faşizme göre gerçek yarışma ve savaş, sınıflar arasında
değil uluslar arasındaydı.
Bu savaşta başarıyla çıkabilmek
için ulusun sınıflara bölünmesi değil “ulusal çıkar” ortak paydasında birleştirilmesi
gerekiyordu.
Bunun için faşizm akıldan çok duygulara
hitap etmiş ve manevi değerleri maddi değerlerin önüne geçirmiştir.

İnsanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Eşitsizliği,
insanlara, doğal, ontolojik, istense bile değiştiremeyecekleri bir durum gibi
göstermek ana amaçtır. Faşizm insan doğası hakkında kötümser bir tablo çizer.

Faşizmde ulus, onu oluşturan topluluklardan bağımsız, onların
üzerinde bir gerçeklik olarak görülmektedir.

Faşizmde bireycilik ve özgürlük toplumsal çatışmaya ve
düzensizliğe neden olduğu için reddedilmektedir. Faşizm, demokrasiyi de
reddeder.

 —
Siyaset Bilimi
Editör: Davut Dursun & Mustafa Altunoğlu
Anadolu Üniversitesi yayını

İlgili Makaleler