Püriten Ahlak, İslam ve Diğer Dinler
Püriten Ahlak, İslam ve Diğer Dinler
Weber’in Batı’da modern dünyanın gelişmesiyle ilişkilendirdiği hususların niye dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkmadığı sorusu, İslam’la da alakalı bir sorudur. Weber, kapitalizme zemin hazırlayan püriten ahlakın İslam da dahil başka dinlerde ve kültürlerde gelişmediğini baştan kabul eder ve bunun nedenlerini arar. Doğrusu, Weber’in bu çabası, öncelikle bir karşıtlık temelinde gelişir. Bu karşıtlık ilişkisinde, önce Batı’da olan varsayılır; akabinde bunların başka coğrafyalarda olmadığı söylenir ve son olarak da bunun nedenleri üzerinde durulur. Bu açıdan We- ber, 19. yüzyılda giderek hakim kazanmaya başlayan Doğu-Batı farklılıklarına dayalı görüşleri paylaşmış ve dahası daha incelikli hâle getirmiş görünür. Kimileri bu nedenle Weber’i Oryantalist tezleri yeniden üretmekle suçlamıştır.
Weber’in İslam’a dair yaklaşımını iki kategoride değerlendirmek mümkün. Bunlardan ilki İslam’da püriten bir ahlakın gelişmesine engel olan unsurlarla alakalıdır. Weber’e göre, İslam, dünyayı bir çile yeri olarak görmekten ziyade dünyanın nimetlerinden olabildiğince istifade etmeyi meşru gören bir din olarak değerlendirir. Klasik Oryantalist bakışın ürünü olan şehvete düşkünlük ve lüks içinde yaşama isteği, Weber’in püriten bir ahlakın gelişmesine mâni olan unsurların başında yer alır. Ayrıca, ikinci olarak İslam’ın askeri fetihlere dayalı yayılması ve akabinde patrimonyal bir düzende faal olan tüccar sınıfının sermaye birikimini gerçekleştirecek akılcı bir örgütlenmeden yoksun olması, onu bir yandan saltanata dayalı askeri bir bürokrasiyle yönetilmesine yol açmış ve diğer yandan da tüccarların sermaye birikimlerinin, şahsi düzeyde kalmasına yol açmıştır. Böylece We- ber’in İslam konusundaki yaklaşımı, Doğu’da bir “yokluklar” dizisine yaslanır: Doğu toplumları ve özelde de İslam toprakları, sivil toplumun yokluğu; sermaye bir- kiminin yokluğu; ticari burjuvazinin gelişmesini sağlayacak kentlerin yokluğu; toplumun hukuki zeminini oluşturacak ve hakları standartlaştıracak akılcı bir hukukun yokluğu; püriten ahlakın yokluğu şeklinde sıralanabilen bir dizi “yokluk” olarak açıklanmaya çalışılır.
Weber’le yaklaşık aynı dönemlerde yaşamış ve sosyolojinin kurucuları arasında sayılan Durkheim’da İslam’a dair gözlemlere pek rastlanmazken onun sosyolojik yaklaşımında “toplum” fikri, sanki dinin bütünleyici ve kuşatıcı yerini almış gibi görünür. Durkheim’a göre din, kutsal meselelerle ilgili inançlar ve uygulamalara dair müteşekkil bir sistemdir. Dolayısıyla din ile toplum benzer teşekküller ola
rak tarif edilir. Din toplumun kuruluşunu o derecede etkiler ki din ile toplum bir- birinde ayrılamaz bir hâle gelir. Bu nedenle Durkheim’da din, inananların toplumun bir parçası olmasını sağladığından, toplum için sağlıklı bir şeydir. Dindeki uygulamalar ile toplumun sembolik anlamını sergileyen çeşitli seramoniler ve benzeri hadiseler, toplumun kendisini kavrayışını kolaylaştırırlar. Bu nedenle bir “toplum” fikrini teyit ederler. Kısacası, Durkheim’ın din ve toplum arasında kurduğu ilişki, daha çok işlevsellikleri açısından yapılan kıyaslamalara dayanır ve denebilirse bir kilisenin kendi cemaatini örgütlemesi gibi toplumun da bireyleri örgütlediği düşüncesinden neşet eder. Ancak Durkheim’da bu işlevselliği aşan tarihsel bir toplum okuması ve toplumların nasıl geliştiklerine dair fikirler bulmak mümkün değildir. Bu nedenle Durkheim din ve toplum ilişkilerinin incelenmesinde, daha çok soyut bir toplum fikrinin nasıl kurulduğu ile alakalı konularda anılır.
Sosyolojik gelenekte Weber ve Durkheim’la birlikte Karl Max da sık sık ismi anılan düşünürler arasındadır. Marx’ın toplum düşüncesine katkısı, Weber’le paralel addedilebilir. Ne var ki Weber’in toplumda var olan zihniyetleri ve teşekkülleri anlamaya çalışan sosyolojik yaklaşımının aksine Marx, bu zihniyetleri ve teşekkülleri belirleyen unsurları bulmaya çalışır. Marx’a göre toplumda hayatiyet bulan kültür, din, hukuk ve benzeri zihniyetler ve teşekküller, toplumda üretim ilişkilerini belirleyen maddi bir altyapının tezahürleri olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla Marx, toplumu, bu üretim ilişkilerinin mahiyetinin belirlediği kanısındadır.
Marx’ın ve Marksist geleneğin İslam toplumlarına ve genel olarak Batıdışı medeniyetlere bakışı, sözkonusu toplumlardaki üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden hasıl olan toplumsal teşekküller nazarında çözümlenmeye çalışılır. Ne var ki Marx’ta da feodal dönemden beri bu üretim ilişkilerinde kendisini diğer toplumlardan ayrıştıran Batılı modelin belirli bir ağırlığı vardır. Doğu ve özelde İslam toplumları bu modele göre tasnif edilmeye çalışılır. Marksist gelenekte İslam ve Batılı olmayan diğer toplumlara dair kabaca iki yaklaşımın hakim olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, bu toplumların Batı’dan farklı bir üretim tarzı içerdiğidir ki buna Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) denir. ATÜT, daha feodal dönemden itibaren Batı ile Doğu’yu birbirinden ayırır ve tıpkı Weber’deki gibi toprak üzerindeki güçlü patrimonyal hakimiyet nedeniyle Doğu toplumlarında kapitalist üretim biçimine geçilemediğini veya geç geçildiğini varsayar. ATÜT’ü savunanların çeşitli varyasyonları olsa da bu görüş temelde, Batı’da var olanların Doğu’da yokluğu tezine örnek gösterilebilir.
İkinci yaklaşım, Doğu toplumları değerlendirilirken Batı’da yaşananların aşırı soyutlamaya tabi tutulduğu ve abartıldığı görüşünü savunarak Doğu toplumlarında da Batı’da yaşananlara benzer gelişmelerin yaşandığını varsayar. Ne var ki bu görüşü savunanlar ya hukuki sistem veya sivil toplumun varlığı gibi meselelere ya da ticaretin sınırlı da olsa gelişmişliğine vurgu yaparken Batı’da yaşananların özgüllüğünü daha da vurgulamış olurlar. Dolayısıyla Doğu’da var olanlar Batı’dakinin bir türevi olarak kalır.
Markist yaklaşımların özel olarak dine vurgu yapmamaları onların Batı’da örneğin Protestan ahlakı ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi de sorgulamalarına yol açar. Weber’in ve takipçilerinin bu konudaki tezlerinin geçersiz olduğunu göstermek üzere, Protestanlık yayılmadan önce Batı’da kapitalizmin gelişmeye başladığını ileri sürerler. Bu anlamda kapitalizmin ilk gelişiminin Katolik ülkelerde olduğunu savunanlar olduğu gibi İskoçya gibi Kalvinist yerlerde kapitalizmin gelişemediğini örnek gösterenler de vardır. Ne var ki bunların tezleri ile Weber ile aynı dönemde yaşamış fakat Batı’da kapitalizmin gelişimini ondan farklı bir yolla açıklamış Wer-
ner Sombart’ın tezleri arasında paralellikler bulunabilir. Sombart, kapitalizm ile Protestanlık arasındaki Weberci açıklamanın aksine, kapitalizmin, şövalye ahlakının toplamda yol açtığı yozlaşma ve lükse düşkünlük nedeniyle geliştiğini; bu düşkünlüğü karşılayabilmek için üretimin teşvik edildiğini ileri sürer. Aynı zamanda, Sombart, Weber’in Protestanlıkta bulduğu ekonomik akılcılığın Yahudilerde zaten baştan beri var olduğunu belirterek Protestanlık ile Yahudilik arasında bir ilişki kurar. Weber’in yaklaşımını fazla idealist ve zihniyet dünyasına fazla ağırlık veren bir yaklaşım olduğunu savunan ve daha maddi, üretme dayalı temellere göre bir açıklama yapmaya çalışan çeşitli Markist tarihçiler ve sosyal bilimciler, Sombart tarafından Weber’e getirilen eleştirilere benzer eleştiriler getirmektedirler.
Öte yandan, Marx’ın Doğu ve özelde de İslam toplumlarına bakışı, çelişkiler içerir. Örneğin özellikle çeşitli gazeteler için yazdığı Doğu toplumlarına dair yazılarda hayli sömürgecilik karşıtı ve bu toplumlara adaletsiz davranıldığına belirten yazıları da vardır ama aynı zamanda Hindistan’da İngiliz idaresinin Hindistan’ı “geri” bir ülke olmaktan çıkaracağını ileri süren yazıları da. Doğu toplumlarını daha iyi anlamak ve Batı’da Doğu imajını tashih etmek için bu toplumlara dair ciddi okumalar yapmıştır ama bu toplumları egzotik algısını devam ettiren ifadeleri de vardır. Osmanlı İmparatorluğu’na özellikle Batılı güçlerle siyasi rekabet ortamında sempatiyle baktığı yazılarını bulmak da mümkündür; Türklerin “tarih dışı” kaldığını ifade eden yorumlarına da rastlanır. Yine de genel olarak değerlendirildiğinde, Marx’ın İslam ve genel olarak Doğu toplumlarını, Batılı gelişme çizgisine paralel değerlendirdiği söylenebilir.