Sosyologlar

Oligarşinin Tunç Yasası Robert Michels Oligarşinin Tunç Kanunu

Oligarşinin Tunç Yasası Robert Michels Oligarşinin Tunç Kanunu FİKİRLER

Oligarşinin tunç yasası teorisi yirminci yüzyıl başında ve Birinci Dünya Savaşı’ndan ve onu izleyen yoğun siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerden sonra yazan siyaset bilimci Robert Michels’ın geliştir­diği bir fikirdir. Başlangıçta aktif bir sosyalist ve Alman Sosyal Demok­rat Partisi’nin bir üyesi olan Michels zamanla radikal politikalar ve özellikle devrimci örgütlenmelerden uzaklaşmaya, sosyalizm ve Marksizm’i sert bir şekilde eleştirmeye başladı ve sonunda devrimci eyleme ve kitlelere inancını kaybederek faşizmin bir savunucusuna dönüştü.

Demokrasi ve radikal eylemden bu soğuma onun oligarşi teori­sinde ve 1911’de yayınlanan temel çalışması Siyasal Partiler’de açık

 

Ur biçimde görülür. Michels’ın tezine göre, örgüt demokratik görün­düğünde bile, her zaman ve her yerde oligarşi, yani azınlık yönetimi kaçınılmazdır. Daha da kötüsü, azınlık yönetimi kaçınılmaz olmakla, Ur Tunç Yasa olmakla kalmayıp, nihayetinde her zaman azınlığın (tartarının bir yönetimidir.

Devrimci örgütler, hatta 1920’lerin sosyalist partileri bile, amaçları «e tutkuları ne kadar radikal olursa olsun, ne kadar demokratik görü­nürlerse görünsünler, nihayetinde temsil ettikleri kitlelerden ziyade lepedekilerin ihtiyaçları ve tutkularına hizmet edeceklerdir. “Demok- «asiden söz eden aslında örgütten, örgütten söz eden gerçekte oli­garşiden söz etmektedir” (Michels, 1911).

Michels, teorisyen dostları Pareto ve Mosca gibi, yüzyılın başında, kitfe demokrasisinin Avrupa’yı hâkimiyeti altına alır göründüğü, sos­yalist ve komünist fikirlerin revaçta olduğu ve gerçek demokrasinin – halkın kendisi için, kendisi tarafından yönetiminin- geldiğinin ilân edildiği bir dönemde yazmıştır. Ancak Michels, tıpkı Pareto ve Mosca gibi, giderek bu demokrasinin imkânsız hale geldiğini ve oligarşinin kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başlar. Onun tezinin temelini, kitle demokrasilerinde örgütlenme ihtiyacı (‘demokrasi örgütsüz düşünü­lemez’) ile büyük örgütlerin oligarşi eğilimi (‘Kim organizasyondan söz ediyorsa, oligarşiden söz etmektedir’) arasında bir çelişki bulun­duğu düşüncesi oluşturur. Bir kitle demokrasisinde, birey tek başına bir güce sahip değildir. Sadece örgütler içinde diğerlerine katılarak sesini duyurabilir ve bu durum özellikle eğitim ve paradan, siyasal değinleri ele geçirecek bağlantılardan yoksun çalışan sınıflar için doğrudur. Ancak, delegeler “kitleleri temsil etmek ve onların iradesini gerçekleştirmek” amacıyla seçilecekleri için, bu kitle örgütleri içinde kararların alınmasında kimse belirleyici konumda olamaz. Ayrıca, etkili olmak için bu örgütlerin tam-gün çalışan elemanlara ve idari kurallar ve düzenlemeler hiyerarşisine ihtiyaçları vardır. Fakat, gerek resmi görevliler gerekse örgüt liderleri arasında çok geçmeden oli- garşik eğilimler gelişmeye başlar.

  • Memurlar bilgi üzerindeki uzmanlıkları ve güçlerini kararları et­kilemek için giderek daha fazla kullanmaya başlarlar.
  • Giderek, bürokrasilerde bir kariyer yapısı gelişir ve ‘terfi çılgınlı­ğı’ ortasında, kişinin üstlerine itaati çok geçmeden yetenekten fazlasını anlatmaya başlar. Böylece, bireysellik ve eleştiri kısa bir süre içinde ortadan kaldırılmaya ve ezilmeye çalışılır ve tepede- kilerin gücü artırılır.
  • Giderek, bu örgütlerin tepesindekiler, örgütün hedeflerine ulaşmaktan çok kendi güçleri ve ayrıcalıklarını sürdürmekle ilgi­lenirler. Örgüt bir aracın amacından ziyade bizzat amaç haline gelir; örgüt politikaları, radikal eylemler, örgütün yıkımına yol açabilecekleri korkusuyla, giderek daha muhafazakâr olmaya başlar; liderlik tüm karar mekanizmasını ve atamaları hâkimiye­tine alır ve kendi gücü üzerindeki denetimleri kaldırır ve müm­kün olduğu yerlerde, kendini örgütün can damarı ilân eder.
  • Giderek, sıradan üyeler kendilerini örgütten, karar alma süre­cinden dışlanmış halde bulurlar. Onlar toplantılar ve belgelerin kuralları, işlemleri ve özel dilini anlaşılmaz bulur ve toplantılara, kararlara katılmayarak ve böylece liderin gücünü artırarak tepki verirler. Örgütsel yapıların tepesindekiler elit bir hayat tarzı be­nimsemeye ve hatta bu yüzden çalışma yerine dönmeyi çok zor bulmaya başlarlar. Onlar kendi başlarına yeterli olduklarına inanmaya, kitlenin aşırı övgüsünü doğal görmeye ve örgüt için, ‘insanlar’ için en iyi olanı sadece kendilerinin bildikleri propa­gandalarına inanmaya başlarlar.

Michels’ın tezi yapısal ve psikolojik bir örgütler analiziyle birleşti­rilir. Böylece bu tez üç temel unsura dayanır:

  1. kaçınılmaz olarak ‘kendine has bir hayat tarzı’ geliştiren örgüt­sel bir makinenin kurulması ve sürdürülmesiyle ilgili teknik fak­törler;
  2. örgütsel liderlik psikolojisi ve liderlerin tüm bedelleri göze ala­rak güç kazanma mücadeleleri;
  3. kitle psikolojisi, güçlü liderlere ihtiyaç duyan astlar, ne yapılma­sı gerektiğinin söylenmesi ihtiyacı.

Örgütün çoğu kez radikal veya idealist ilk hedeflerinin yerine ör­gütü sürdürme ve lideri güçlü konumda tutma hedeflerinin geçtiği bir ‘hedef kayması’ süreci yaşanır. Demokrasi bastırılır, üyeler dışlanır ve örgütün hedefleri ve ihtiyaçları ve lider kadrosu onun temsil ettiği halkın hedefleri ve ihtiyaçlarına baskın çıkar. Sonuçta, bazı devrimci liderlerin “Parti benim” düşüncesine inanmaya başlamalarıyla Parti 1. öncelik haline gelir

Michels tezini desteklemek için, 1900’lerde radikal politikalar ve gerçek demokrasinin somut örneği olarak görünen Alman Sosyal Demokrat Partisi ve sendika hareketi örgütlenmelerinin ayrıntılı bir analizini (1931) yapar. Onlar kitle demokrasisini uyguladıkları iddia­sındadırlar: işçi sınıfını temsil ettiklerini öne sürer, kapitalizmi devirip yerine sosyalizmi kurmak için tasarlanmış örgütler olduklarını iddia ederler. Ancak, uygulamada, onların eylem ve politikaları devrimci olmaktan çok reformist ve SDP liderlerinin Alman ‘kuruluşu’nun bir parçası oldukları noktada muhafazakârdır. Bu yüzden Michels’e göre, nasıl örgütler içindeki demokrasi başarısızlığa mahkûmsa, toplumda­ki demokrasi de büyük ölçüde başarısızlığa mahkûmdur ve bu du­lum, ister kapitalist ister komünist, her toplum tipi için geçerlidir. Demokratik liderlik sadece bir seçkincilik tipi, sosyalizm de kitleleri kontrol altına almakta kullanılan yeni bir ideoloji biçimidir. 1930’larda faşist ülkelerde totaliter hükümetlerin ortaya çıkışı bu teoriyi sadece teyit etmiştir. Başlangıçta, Michels bu tür analizlerin örgütün sıradan üyelerini sosyalist partiler ve sendikaların kontrolünü yeniden ele geçirmeye iteceğini ve liderliği köklü eylemlere zorlayacağını umu­yordu. Ancak o, daha sonraki yıllarda, kitlelerin beceriksiz ve duyarsız, psikolojik olarak yönlendirilmeye muhtaç oldukları ve tam liderliğin onaylandığı yargısına ulaştı: “liderler kendi güçlerini asla kitlelere bırakmazlar, sadece yerlerini bir başka yeni lidere bırakırlar.” Onun Hitler ve Mussolini’nin yeni faşist rejimlerine saygısının ve ilgi alanı­nın örgütsel özellikler bağlamında güç analizinden örgüt psikolojisi, liderin karizması ve kitlelerin itaatine kaymasının sebebi budur.

Oligarşinin Tunç Yasası Robert Michels Oligarşinin Tunç Kanunu  KAVRAMSAL GELİŞİM DİĞER SAYFAYA GEÇİNİZ

Önceki sayfa 1 2 3Sonraki sayfa