Sosyoloji

Max Horkheimer – Akıl Tutulması

Max Horkheimer – Akıl Tutulması

Logos ya da ratio terimlerinde taşıdığı asıl anlamıyla akıl, her zaman özneyle, onun düşünme yetisiyle bağlantılıydı. Aklı adlandırmak için kullanılan bütün terimler öznel ifadelerdi; örnekse, Yunancadaki akıl terimi, ‘konuşmak’ anlamına gelen ve bu anlamda öznel bir yetiyi, konuşma yetisini adlandırmak için kullanılan sözcükten türemişti. Hurafeleri çürüten eleştirel güç, düşünme yetisiydi; öznel bir yeti. Ama akıl mitolojiyi sahte nesnellik, yani öznel bir yaratış olarak reddederken, yeterli olduğunu kabul ettiği bazı kavramları kullanmak zorundaydı. Böylece her zaman kendisine özgü bir nesnellik geliştiriyordu.

Aklın bugünkü bunalımının temelinde, düşüncenin belli bir noktadan sonra böyle bir nesnelliği ya hiç kavrayamaması ya da bir sanrı olarak reddetmesi yatmaktadır.
İçerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de.

Toplumsal gerçekliği yöneten güç hiçbir zaman gerçek anlamıyla akıl değildi…

Akıl, bu görevini, dünyamızı fiilen teslim almışa benzeyen çatışan çıkarlara devretmiştir.

Sokrates, topluluğunun ve ülkesinin en kutsal, en köklü düşüncelerini daimon’un eleştirisinden geçirdiği için öldü(öldürüldü).

Bunu yaparken, hem ideolojik tutuculuğa hem de ilericilik maskesi ardında gizlenen ama gerçekte kişisel ve mesleki çıkarlara bağımlı olan göreceliğe karşı savaşıyordu.

Platon’un felsefesinde, Sokrates’teki sezgi gücü ya da vicdan, bireysel öznenin içindeki bu yeni tanrı, Yunan mitolojisindeki rakiplerini tahttan indirmiş, en azından dönüşüme uğratmıştır. Tanrılar, idealara dönüşmüştür artık.

Daimon da ruha dönüşmüştür ve ruh da ideaları algılayabilen gözdür.

Nesnel akla dayalı felsefi sistemler, her şeyi kapsayan ya da temelde yatan bir varlık yapısının bulunabileceği ve buradan bir insan hedefi kavramının çıkarılabileceği inancını içeriyordu. Bu sistemlere göre, gerçek bilim, bu tür düşünce ya da spekülasyonların uygulamaya geçirilişiydi.

Nesnel akıl, geleneksel dinin yerine yöntemsel felsefi düşünce ve kavrayışı geçirmeye ve böylece başlı başına bir gelenek kaynağı olmaya yönelir.

Nesnel doğru kavramına bağlı için, bu felsefe, yerleşik dinin içeriği karşısında olumlu ya da olumsuz bir tutum almak zorundadır. Bu yüzden, toplumsal inançların nesnel akıl açısından eleştirisi, öznel aklın eleştirisinden çok daha iddialıdır –bazen daha dolaylı ve daha az saldırgan olsa da.

Yeni çağda akıl kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimi içine girmiştir.

Aklın dinden ayrılması, sonradan Aydınlanma felsefesinde daha iyi görüleceği gibi, aklın nesnel yanının zayıflamasında ve biçimselleşmesinde yeni ve daha ileri bir adım oldu.

Felsefe, nesnelerin gerçek doğasını ve doğru yaşama yolunu yansıtan aklın içeriğini ortayta çıkarmak, açıklamak ve geliştirmek demekti.

Rasyonalistler, Tanrı’ya sahip çıkıyor, ama günlük hayatı belirleyen bir tanrısal irade kavramına karşı çıkıyorlardı; insanın kuramsal bilgi ve pratik kararlar açısından herhangi bir doğaüstü ışık’a ihtiyacı yoktu.

Rasyonalist felsefe ve siyaset sistemlerinde Hıristiyan ahlakı laikleştirilmiştir.

Felsefe dinin yerini almaya başladığında, nesnel doğruluğu ortadan kaldırma gibi bir niyeti yoktu, sadece rasyonel bir temel kazandırmaya çalışıyordu.

Sonunda, dinle felsefe arasındaki aktif çatışma bir ‘kilitlenme’ noktasına vardı; artık, birbirinden farklı kültür dalları olarak görülüyorlardı.

Aydınlanma filozofları dine akıl adına saldırıyorlardı; sonuçta öldürdükleri, kendi çabalarının güç kaynağı olan metafizik ve nesnel akıl kavramları oldu. Spekülasyon metafizikle eş anlamlıydı, metafizik de mitoloji ve hurafeyle. Eski Yunandaki başlangıcından bugüne kadar aklın ya da aydınlanmanın tarihi, akıl sözcüğünün bile mitolojik bir çağrışım taşıdığı bir durumla sonuçlanmıştır. Ahlaki ve dinsel bir kavrayış etmeni olarak akıl kendini yok etmiştir.

Modern pozitivizmin babası Huma tarafından.

Dinini ilkel hizmetkarı sonra da düşmanı olan spekülatif aklın ölümü, dinin kendisi için de bir felaket olabilir.

Ulus, otoritesini vahiyden değil akıldan alır.

Önceleri tapınılan ulus topluluk düşüncesi, sonunda sadece terörle ayakta tutulabilir olur. BU, liberalizmin bir çırpıda faşizme geçme eğilimini ve liberalizmin ideolojik ve siyasal temsilcilerinin de kendi muarızıyla uzlaşmaya yatkınlığını açıklamaktadır.

Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makine olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun dev üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık. Anlamın yerini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır.

Çocukların bile düşüncelere reklam olarak ya da bir başka şeyin bahanesi olarak baktığı bu görecelik çağında, dilde hâlâ mitolojik artıkların bulunabileceği korkusu, sözcüklere yeni bir mitolojik özellik kazandırmıştır.

Evet, düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için, gerekse kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir; ama buna karşı dil de büyü aşamasına geri dönerek öç almaktadır sanki. Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır.

Böyle bir mekanizasyon, sanayinin gelişmesi için gerçekten zorunludur; ama bu, zihinlerin de başlıca özelliği haline geldiğinde, aklın kendisi de araçsallaşır, bir tür maddeselliğe bürünür ve körleşir, bir fetiş olur, düşünsel olarak yaşanmak yerine öylece kabullenilen bir büyülü varlık haline gelir.

Rasyonalist metafiziğin temel idealleri ve kavramların kökleri, evrensel insan kavramında, insanlık kavramında yatmaktaydı; bu kavramların biçimselleşmesi, insani içeriklerin de koparılmış oldukları anlamına gelir. Düşüncenin bu insansızlaştırılmasının uygarlığımızı nasıl etkilediği, demokrasi ilkesinin ikizi olan çoğunluk ilkesinin çözümlenmesiyle gösterilebilir.

Demokrasinin felsefi temeli bir kez yıkıldıktan sonra, diktatörlüğün kötü olduğu önermesi sadece bu diktatörlüğün nimetlerinden yararlanamayanlar için rasyonel olarak geçerli bir önerme haline gelir ve bu önermenin kendi karşıtına dönüşmesinin önünde teorik olarak bir engel kalmaz.

Belirli bir hayat tarzının, bir dinin, bir felsefenin ötekinden daha iyi, daha yüksek, daha doğru olduğunu söylemek mânâsızdır. Amaçlar artık aklın ışığında değerlendirilmediği için, ne kadar zalim ve despotça olursa olsun bir ekonomik ya da siyasal sistemin bir diğerinden daha akıl dışı olduğunu söylemek de mümkün değildir.

Almanya gibi birçok ulusun, en çok tapındıkları ideallerin birer boş balon olduğunu anlamaları boşuna değildir.

Modern eğitimde demokratik ya da dinsel her türlü ideal ilkenin sadece belirli durumlarla sınırlı tutulmasının ürünü olan bu çoğulculuk, modern toplumun hayatında şizofrenik bir görüntü yaratmaktadır.

Eskiden bir sanat eserinin amacı, dünyaya ne olduğunu söylemek, nihai bir yargıda bulunmak olurdu.

Eserin bütünlüğünü, bir zamanlar doğruluk adını verdiğimiz şeyin bir imgesi olarak duymak, yaşamak mümkün değildir. Bu şeyleşme, aklın öznelleşmesinin ve biçimselleşmesinin tipik bir örneğidir.

Sanat, politika ve dinden olduğu gibi doğruluktan da koparılmıştır.

Pragmatizmde görüş ufkunun daralması, bir düşüncenin anlamını bir planını ya da bir taslağın anlamı düzeyine düşürmektedir.

Pragmatizm hatırlamaya ve derin derin düşünmeye vakti olmayan bir toplum yansıtır.

Platon’dan çok sonra bile, idealar kavramı, uzaklığı, bağımsızlığı, hatta belli bir anlamda özgürlüğü, “bizim” çıkarlarımıza boyun eğmeyen bir nesnelliği temsil ediyordu.

Tarihin Platon’dan daha yanlış, çıkardığı birini bulmak zordur.

Aklın bir araca indirgenmesi, sonunda onun araç olma niteliğini bile etkiler.

Düşünmenin yerini basmakalıp düşünceler alır.

Pozitivizm felsefi teknokrasidir.
Pozitivistleri pratiği felsefeye uyarlamak yerine, felsefeyi pratiğin gereklerine uyarlamaktadırlar.

Modern bilimde liberalizmle otoriterizm arasında kesin çizgili bir ayrım yoktur. Gerçekte, liberalizmle otoriterizmin etkileşimi akıl dışı bir dünyanın kurumlarında gittikçe daha rasyonel bir denetim kurulmasına hizmet etmektedir.

Pozitivizm, büyük bir gayretkeşlikle felsefeyi bilimin teorisi durumuna getirirken, bilimin kendi ruhunu da hiçleştirmiş olmaktadır.

Pozitivist felsefeye göre, sözcüklerin anlamları değil, sadece işlevleri vardır. Felsefelerinin anlamının anlamsızlık olması paradoksu, diyalektik düşünce için mükemmel bir başlangıç olabilirdi.

Pozitivistlerin anladığı biçimiyle modern bilim, esas olarak olgularla ilgili önermelerle uğraşır ve bu yüzden de genel olarak hayatın, özel olarak da algılamanın şeyleştiğini varsayar. Dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası olarak bakar; dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal süreçle olan ilişkisini göremez. Oysa ‘olgu’ kavramı bile bir üründür, toplumsal yabancılaşmanın bir ürünü. Bu kavramda mübadelenin soyut nesnesi, verili kategori içindeki bütün yaşantı nesneleri için bir model olarak düşünülmüştür.

Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkum etmektedir.

Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.

Doğaya egemen olmak için geliştirdiğimiz araçlar arttığı ölçüde, bir sağ kalma şartı olarak bu araçlara hizmet etme zorunluluğumuz da artmaktadır.

Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar, her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı; bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir.

Bir yanda, doğa her türlü içsel değer ya da anlamdan arındırılmıştır. Öte yanda, insanın da varlığını sürdürmekten başka amacı kalmamıştır.

Doğaya karşı modern duyarsızlık, gerçekte, bir bütün olarak Batı uygarlığına özgü olan o pragmatik tutumun bir türevinden başka bir şey değildir.

İnsanın doğayı boyunduruk almak çabalarının tarihi, insanın insanı boyunduruk altına almasının da tarihidir. Ego, benlik kavramının gelişimi, bu iki yanlı tarihi yansıtır.

Batı uygarlığının tarihi, egonun gelişmesinin tarihi olarak da yazılabilir; bu tarih içinde, piramidin altındakiler, öz-disiplini ve egosu daha önce gelişmiş olan efendilerini yüceltmiş, yani içselleştirmişlerdir.

Her öznenin içindeki ego, yöneticinin temsilcisi olmuştur.

Evlilik, artık sadece toplumsal aygıt içinde, kullanışlı uyum sağlama aracı olarak görülmektedir.

Çocukluktan gençliğe geçmekte olan bireyi koyu bir umutsuzluğa iten, akıl, benlik, tahakküm ve doğa arasındaki sıkı ilişkiyi, bunların neredeyse özdeş olduklarını belli belirsiz de olsa görmesi, sezmesidir.

İnsanlık doğa ile aklı, özdeşleştirme gibi bir mantık sapmasına düşmeden, barıştırmaya çalışmalıdır ikisini. Akıl, en yüksel noktaya ulaştığı anda, dumura uğramakta, akıl dışına dönüşmektedir. Zamanımızın egemen düşüncesi, öz-savunmadır, benliğin korunması; ama ortada korunacak bir benlik kalmamıştır.

İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür.

Bireyin ilk örneği, Yunanlı kahramandır.
Homeros’un bireyselliğe, bağımsız bir kafaya sahip gözüken tek kahramanı Odysseus’tur. O da gerçek bir kahraman için fazla kurnazdır.

İlerleme doktrini doğrudan doğruya doğa üzerindeki egemenlik düşüncesini mutlaklaştırır ve sonunda kendisi de statik ve türemiş bir mitolojiye dönüşür.

Statik ontoloji de ilerleme doktrini de –yani nesnelci felsefeler de öznelci felsefeler de- insanı unuturlar.

Platon ve Aristoteles gibi öğrencilerinden daha az biçimsel, daha ‘negatif’ olan Sokrates, soyut bireysellik düşüncesinin ilk habercisi, bireyin özerkliğini açıkça ileri süren ilk filozoftu. Sokretes’in vicdan kavramını öne sürmesiyle bireysel ile evrensel arasındaki ilişki yeni bir düzleme çıktı.

Sokrates’in yargılanması, kültür tarihinde, bireysel vicdanla devletin, idealle gerçeğin arasında bir uçurumun belirmeye başladığı anı temsil eder. Felsefe, insanın iç dünyasında bir avuntu bulma çabasını andırmaya başlamıştır.

Birey, gerçekliğe doğruluk tasarısına uygun bir biçim verme yükümlülüğünden sıyrılmakla, zorbalığa da teslim etmektedir kendini.

Hıristiyan birey, Helenistik toplumun yıkıntılarından doğdu.

…Hamlet, bireysellik düşüncesinin cisimlenişidir, çünkü her şeye nokta koyan ölümden, boşluğun dehşetinden korkmaktadır. Montaigne’in iyi bir öğrencisi olan Hamlet Hıristiyanlığa olan inancını yitirdiği halde, Hıristiyan ruhunu korumuştur ve bir anlamda bu modern bireyin asıl doğumudur. Hamlet için, birey hem mutlak varoluştur hem de tam bir boşluk.

Reform’un ve felsefi Aydınlanmanın birey düşünceleri arasında çarpıcı bir paralellik vardır.

Bireye, doğduğu günden başlayarak, bu dünyada bir tek var olma yolu olduğu hissettirilir: Bir gün kendini gerçekleştirme umudundan vazgeçmek.

Kitleler kendi geleceklerinin kurucusu olduklarını düşünürken önderlerinin nesnesi olmaktadırlar.

Emeğin örgütlenmesinin de başka herhangi bir şirket gibi bir iş sayılır olması, insanın şeyleşme sürecini tamamlamaktadır.

Bireyin yenilgisinin nedeni kendi başına teknoloji ya da sağ kalma tutkusu değildir; sorun, üretimin kendisi değil, biçimidir; sanayi toplumunun özgül çerçevesi içinde insanlar arası ilişkiler.

Modern çağda herhangi bir bireyin tek ölçütü ve varlık nedeni olan etkinliğin de gerçek teknik veya idari ustalıkla karıştırılmaması gerekir.

Modern endüstriyalizmin ekonomik ve kültürel süreçlerinin sonucunda bireysel düşünce ve direncin parçalanması, insanca bir hayata doğru evrimi son derece zorlaştıracaktır.

Felsefe adı verilen disiplin, kültürün öteki dallarla birlikte, açılmış uçurum üzerinde sahte bir köprü kurmakta ve böylece tehlikeyi daha da arttırmaktadır.

Her kavram, kendisine anlam veren kapsayıcı bir doğruluğun bir parçası olarak görülmelidir. Felsefenin ana uğraşı da bu parçaları bütünleştirerek doğruluğu kurmaktır.

Özgürlüğün tanımı, tarih teorisidir, tersinden alırsak tarih de özgürlüğün gelişme öyküsüdür.

Tin ne kadar mutlaklaştırılırsa, saf mit’e geri dönme ve tam da kendi içinde erittiğini, hatta yarattığını iddia ettiği saf doğaya benzeme tehlikesi de o kadar artar.
Böylece en aşırı idealist spekülasyonlar, doğa ve mitoloji felsefelerine götürür bizi. Tin, her türlü sınırlamadan kurtulmuş bir halde, kendi özgül tözünü yitirir ve tinsel kategoriler doğal dizilerin sonsuz tekrarlarının eğretilemeleri haline gelir.

Öznel akıl adını verdiğimiz yaklaşım, sorumsuzluğa, keyfiliğe düşmekten ve basit bir zihin oyununa dönüşmekten korkan bilincin kendini özne ile nesne arasındaki yabancılaşmaya, toplumsal şeyleşme sürecine uydurmasıyla ortaya çıkan tutumdur.

Bugün en parlak düşünürler bile düşünmeyi planlamayla karıştırmaktadırlar. Toplumsal adaletsizlik ve din kılığına bürünmüş ikiyüzlülük karşısında dehşete kapılan bu insanlar, ideoloji gerçeklikle birleştirmek, ya da kendi deyimleriyle söylersek, mühendis aklını dine uygulayarak gerçekliği isteklerimize uydurmaya çalışmaktadırlar.

Geleneksel biçimiyle ya da ilerici bir toplumsal inanç olarak din, büyük kitleler tarafından değilse bile kendi yetkili sözcüleri tarafından bir araç olarak görülmektedir.

(Din) İletmeye çalıştığı doğruluk, pragmatik amaçları yüzünden zayıf düşmüştür.

İnsanlar bir kez dinsel umut ve umutsuzluktan ‘derin kişilik ihtiyaçları’ duygusal olarak zengin ortak duyarlıklar ya da bilimsel olarak sınanmış insani değerler şeklinde söz etmeye başladıklarında, din onlar için anlamsızlaşmış demektir. Hobbes’un dinsel doktrinlerin bir hap gibi yutulması önerisi biler faydasızdır.

Bilim, doğadaki bilinmeyen karşısında duyduğumuz korkuyu yenmemizi sağlamıştır: Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz.

Çeviren: Orhan Koçak
Metis Yayınları, 8. Baskı, Mayıs 2010

İlgili Makaleler