KALKINMA
KALKINMA
Kalkınma, genel
olarak, bir ülkenin milli gelir düzeyindeki sürekli artışa paralel olarak ekonomik,
sosyal ve siyasal yapısında değişimleri içeren bir süreç olarak nitelendirilmektedir.
Kalkınma (ve buna
bağlı olarak “azgelişmişlik”) kavramlarının iktisat literatürüne ve
günlük konuşma lisanına girişi nis-beten yeni bir olgu olup, II. Dünya Savaşı
sonrasında, önceden sömürge yönetimi altındaki toplumların salt biçimsel
anlamda bir siyasal bağımsızlığa kavuştukları döneme rastlamaktadır. Kalkınma
sorunu bu döneme kadar iktisatçıların ilgisini çeken bir konu değildi. Örneğin
Klasik İktisat Okuluna dahil iktisatçılar, sömürge ve yarı sömürgeleri
sanayileşmiş kapitalist ülkelerin (Kapitalist metropoller) doğal bir uzantısı
sayıyorlar, “gelişme” ve “geri kalmanın” birlikteliğini
fiili bir durum olarak kabul ediyorlardı. Neo-Klasik iktisatçılar da yakın
dönemlere kadar konuyu tartışmaya değer bulmamışlardır. Kalkınma sorununa
ilginin savaş sonrası yıllarda birden bire ortaya çıkışı bazı sebeplere dayanıyordu:
Yeni bağımsızlaşan
ülkelerde “geri kalmışlığın” temelde sanayileşmemiş olmaya dayandırılması,
bu ülkelerin yöneticilerinde sanayileşme yönünde yoğun bir eğilim yarattı. Bu
durum mevcut sanayileşmiş ülkelerin denetimi dışında bir sanayileşmenin
ortaya çıkmasına, dünya ekonomisinin hîyerarşik yapısında, bu hiyerarşinin zirvesinde
yer alan sanayileşmiş ülkeler aleyhine tahmini güç ve arzulanmayan değişmelere
yol açabilirdi. Diğer taraftan, kalkınma sürecine giren ülkeleri, rekabet
koşullarının sanayileşmiş ülkeler lehine işlediği dünya ekonomisinin genel
çerçevesi içinde tutmak giderek zorlaşabilirdi. Bu koşullarda, dünyaca
tanımlanıp empoze edilen kalkınma kavramları ve bu kavramlardan türetilecek
kalkınma modelleri, yeni gelişen ekonomiler için kalkınmanın birincilerce
kabul ve tahammül edilebilir sınırlarını çizerken, kalkınmanın büyük ölçüde
dışa bağımlı karakteri de kalkınma çabasına giren ülkelerin dünya ekonomisinden
kopmamasını sağlayabilecekti.
Örneğin, yakın
dönemlere kadar “azgelişmiş” diye nitelenen ülkelerin kalkınmalarını
ve dünya ticaretinde elde edecekleri konumu Ricardo’nun “Mukayeseli Üstünlükler
Teorisi”ne dayandırmaları tavsiye ediliyordu. Buna göre; her ülke nisbî
olarak en düşük maliyetle (en verimli tarzda) ürettiği malların üretimi ve
ihracatında ihtisaslaşmalıdır; böyle bîr ihtisaslaşma dünya ölçeğinde
kaynakların en verimli şekilde tahsisini sağlayacak, bu ise top-yekün refah
artışı yoluyla dünya ticaretine katılan tüm ülkelerin refah düzeyini
arttıracaktır.
Ancak, kalkınma
stratejilerini “Mukayeseli Üstünlükler Teorisi”nin Öngördüğü
ihtisaslaşmaya aşırı biçimde dayandıran birçok ülkenin, sonuçta başlangıçta umulan
avantajlardan yararlanamadığı ve kalkınmalarını tamamlayamadığı görülmektedir.
Temelde XIX. yüzyıl İngiliz sanayi burjuvazisinin çıkarlarını savunmaya yönelik
bu teori ile ilgili olarak Fransız iktisatçı Christian Palloix şu sorgulamada
bulunmaktadır:
“Mukayeseli
Avantajlar (Teorisi), Birinci Sanayi Devrimi sonrasında kazanılmış mevzileri
tehdid edebilecek olan Üçüncü Dünya’nm hızlı kalkınmasını engellemek İçin
zengin ülkelerin elinde bir hakimiyet aracı değil midir?”
Aslında, kalkınma
çabasına giren ülkelerin dünya ekonomisinin genel çerçevesinden kopmaları da
uzak bir ihtimaldi. Zira, bu ülkelere empoze edilen iktidar yapısı ve siyasal
iktidarın “kalkınma düzeyi”, “çağdaşlaşma” gibi tutkuları,
her türlü kendine yeterli olma çabalarını dışlar mahiyetteydi. Yönetici elit
açısından kalkınma hep dışarıdaki bir modelde, kapitalizm ya da sosyalizmde
aranıyordu. “Hümanist” amaçlarla kurulan uluslararası kurumlar
aracılığıyla yürütülen ideolojik kampanyalar ve yardımlar da bu konuda önemli
başarılar sağlamıştır.
Batılılar bağımsızlığa
kavuşan ülkelerdeki iktidar yapısına da pek güven duymuyorlardı; zira bu
ülkelerdeki tehdid edici yoksulluk sorunuyanında,ulus-devlet modeline göre
kurulan ya da kurulması teşvik edilen bu devletlere Batı’nın kurumları pek
uygun düşmüyordu. Bu yüzden, oluşturulan yeni iktidarlar pek dayanıklı ve uzun
ömürlü görünmüyordu. Bu sebeple, bu ülkelerde kalkınmanın kesintisiz İzlenmesi,
yönlendirilmesi ve denetimi amacıyla Dünya Bankası gibi uluslararası denetim
kurumları oluşturuldu.
II. Dünya savaşı
sonrası yıllarda kalkınma sorunu ile birlikte, kaçınılmaz olarak, kalkınmada
nasıl bir yol izleneceği sorusu da gündeme geldi. Mevcut iktisat teorisi bu
konuda hazırlıklı değildi. Batı üniversitelerinde okutulduğu şekliyle iktisat,
“rasyonel tüketici tavrı”, “firma verimliliği”,
“kaynakların rasyonel kullanımı” gibi konuların pek dışına
çıkmıyordu. Diğer yanda, mevcut sanayileşmiş ülkelerin kalkınma süreçlerinin
incelenmesi ve bunların aynen tekrarı da çözüm sağlayıcı değildi; zira bugünün
“gelişmiş” ekonomileri, gelişmelerini kendileri dışmda gelişmiş bir
dünyanın mevcut bulunmadığı bir ortamda tamamlarken, aynı durum bugünün gelişmekte
olan ülkeleri için sözkonusu değildi. Üstelik, sömürgeci donem toplumların
hemen tümünün gelişme koşullarını değiştirmiş, dünyanın geri kalan kısmını
siyasi ve askeri egemenlik altına alan birkaç ulus, denetim altında tuttukları
toplumların beşeri ve fizikî potansiyellerini kullanarak kendi ekonomik
gelişmelerini sağlamışlardı. Kalkınmayla ilgili tartışmalar üç grupta
toplanabilir: a) Tanm-Sanayi Tartışması: Bazı iktisatçılar kalkınmanın
tarımdan başlaması gerektiğini savunurken, diğer bazıları sanayiye öncelik
verilmesi taraftarıydı. Ta-rım-Sanayi tartışması, aslında, sorunu yanlış bir
zeminde tartışmaktır. Çünkü eğer kalkınma ekonomik verimlilik artışını
içeriyorsa, tarım sektöründe üretim ve verim artışı ancak sanayi çıkışlı modern
girdilerin kullanılması ile mümkündür. Suni gübre, koruyucu zirai ilaçlar, makine
ve teçhizat, taşıma için gerekli ulaşım araçları gibi modern girdilerin üretimi
ise sanayiin gelişmesini gerektirmektedir. Sanayide sermaye birikimi de bol ve
ucuz girdi temini İle mümkündür; burada da bol ve verimli üretim sağlayan bir
tarım kesiminin varlığı, kalkınmanın finansmanı özellikle yurtiçi kaynaklara
dayandırılmak isteniyorsa, son derece önemli olacaktır. Bu açıdan tarım ve
sanayi birbirine ikame (karşıt) değil, birbirini tamamlayıcı ve kalkınma
sürecinde yanyana geliştirilmesi gereken sektörlerdir. Zira bugünün gelişme
çabası içindeki ülkeleri, sana-
yileşme İçin gerekli
kaynağı, gelişmelerini geçen yüzyılda sağlayan bugünün sanayileşmiş ülkeleri
gibi anavatan dışındaki bölgelerden (sömürgeler) sağlama durumunda
değildirler.
b) ÖzelKesim-Kamu
Kesimi Tartışması: Bazı iktisatçılar kalkınmanın Özel kesim eliyle
yürütülmesini savunurken, diğerleri kamu kesiminin ağırlıklı olmasını Öne
sürmekteydi. Bu ülkelerde sermaye birikiminin kamu kesimi yoluyla daha süratle
gerçekleşebileceği genelde kabul edilse bile, özel kesim-kamu kesimi tercihi
kalkınma problemlerini çözmede her koşulda temel bir belirleyici
olamamaktadır. Önemli olan üretimin verimli bir yapıya dönüştürülerek verimlilik
ve katma değer artışı sağlanması ve dış dünya ile ekonomik, ticari ve sermaye
ilişkilerinde mübadele hadlerinin ülke lehine iyileştirilip korunmasıdır.
c) Teknoloji
Tartışması: Diğer bir tartışma da, kalkman ülkelerce benimsenecek üretim
teknolojileriyle ilgiliydi. Bazı iktisatçılar hafif üretim tekniklerinin
seçimini önerirken, diğer bazı iktisatçılar da böyle bir yaklaşımın isabetsiz
olduğunu öne sürmekteydiler.
Aslında, teknik seçimi
tartışması teorik bir tartışma olmanın Ötesinde fazlaca bir anlam
taşımamaktadır. Çünkü ilkin, dünya pazarlarında bu ülkeler için özel olarak
üretilmiş üretim teknolojileri mevcut değildir. İkinci olarak, kalkınmakta olan
ülkelerde sermaye birikiminin sanayileşmiş ülkelerdeki sermayece uyanlıp sınırlandırılıyor
olması, bu ülkelere (kalkınmakta olan ülkelere) “uygun teknolojileri
seçmede fazlaca serbesti tanımamaktadır. Bu alanda sanayileşmiş ülkelere bağımlılık
sözkonusudur. Bu bağımlılık, gerek kalkınmakta olan ülkelerin çoğu kez
sanayileşmiş ülkelerin
tercih ve ihtiyaçla- akla gelen ilk
gelişme kıstası olmaktadır,
rina uygun tarzda
üretim yapma zorunlu- Ancak bu
gelişmenin ölçüsü olarak her
hıklarından ve gerekse
teknoloji üretme- koşulda doğru ve
yeterli bir kıstas mıdır?
me durumlarından
(teknoloji ithalinin
Öncelikle milli gelir istatistiklerinin bir
yaygınlığı)
kaynaklanmaktadır.
ülkedeki refah düzeyinden ziyade üretim
Neo-klasİkiktisatçılaragÖre”azgelişmiş- kapasitesinin bir ölçüsü olma ihtimali da-
lik”, bir ülkenin
kapitalist gelişmesinde hayüksektir.
Örneğin, kişi başına milli ge-
“gecikme”
olarak ele alınmaktadır. Bu liri eşit
iki ülkeden birinde gelir dağılımı
çerçevede her
“azgelişmiş” ülkenin “geliş-
diğerine oranla daha adil ise, bu iki ülke-
miş” ülkeleri ne
kadar geriden takib ettiği nin salt
gelir düzeyine göre muhafazası,
de kişi başına düşen
milli gelirden hare- gelişmenin önemli
kriterlerinden biri
ketle
hesaplanmaktadır.
olan gelir bölüşümünün düzelmesi boyu-
Bu tür bir yaklaşımın
gelişme sorunları- tunun gözardi
edilmesine yol açacaktır;
na (yani
azgelişmişlikten gelişmişliğe ge-
refah düzeyi milli gelir düzeyi yanında, bu
çiş sürecinin
niteliğine) ve gelişmiş ülke- gelirin
ülke nüfusuna nasıl dağıldığına da
lerle gelişmekte olan
ülkeler arasındaki bağlı bir olgudur.
bağımlılık
İlişkilerine ışık tutmadığı açık-
Kişi başına milli gelir, üretim kapasitesi-tır. Neo-klasİk çerçevede,
azgelişmişlik nin bir ölçüsü olarak
ele alındığında dahi gelişmişliğe göre tanımlandığına göre, önemli metodolojik ve pratik sorunlar
“normal” olanlarla “normal olmayan- sözkonusu olmaktadır. Ülkelerarası milli
lar”m mukayesesi sözkonusu olmaktadır.
gelir mukayeseleri ise ölçüm metodları-“Normal olanlar”
gelişmiş olanlar olduğu- nin
farklılığı ve sağlık derecesi, döviz kurna göre, “normal olmayanlar”
azgelişmiş- larının tüketim
kalıplarına göre düzeltil-lerdir ve azgelişmişler ancak “doğal ola- miş satın alma parkelerini çoğu kez
yan-m” yani gelişmişlerin izlediği yolu takib et- sıtmaması vb. sebeplerle önemli
sakınca-mek durumundadırlar. Oysa gelişmiş ül- lan da beraberinde taşımaktadır.
Örne-kelerin dünü, azgelişmişlerin bugününe
ğin, uluslararası mukayese için Türkiye’-tekabül etmemektedir. Zira,
bugünün ve nin kişi başına milli
geliri resmi döviz ku-dünün gelişme sorunları farklı nitelikler ru esas alınarak ABD doları cinsinden
ifa-taşımaktadır. Bu açıdan örneğin, Türkiye
de edildiğinde 1100 ABD doları, diğer ba-ile ABD’nin salt kişi başına
düşen milli ge- zı ölçütlere göre de
2000 ABD doları ola-Hrlerini mukayeseden yola çıkarak Türkİ- rak hesaplanmaktadır. ye’nin bugünkü gelir
düzeyi itibariyle Aşağıda,
kalkınmakta olan ülkelerin ar-ABD’yi 6060-70 yıl geriden takibettiği so- zettikleri belli başlı genel özellikler
özet-nucuna varmak, sonuçlarla nedenleri bir- lenmiştir: birine karıştırarak iktisadi
azgelişmişliğin
gerçek nedenlerini
gözardı etme amacına 1- Ekonomik Özellikler
hizmet etmektedir.
“Kişi başına
düşen milli gelir” genelde,
a) Genel Ekonomik Özellikler: bir ülkenin üretim kapasitesi ve refah düzeyinin
gerek zaman içinde, gerekse di- –
Tarım kesiminde mutlak bir nüfus yo-ğer ülkeler ve bölgelerle
mukayesesinde ğunluğu mevcuttur.
Tarımsal nüfus (ve is-
tihdamın) ülke toplamı
içindeki payı % 70-90 gibi yüksek bir düzeydedir. (Tarımsal istihdamın
iktisaden aktif nüfus içindeki payı Türkiye’de halen (1988) % 55’ler
düzeyindedir) Gelişmenin ileri aşamalarında tarımın istihdam içindeki payı %
25’lere gerilerken sanayi kesiminin payı % 40’lara yükselmektedir.
– Geleneksel tarım
ekonomilerinde, tarımsal gelirin (hasılanın) toplam milli gelir içindeki payı
% 50’ler, sanayinin payı ise % 10’lar düzeyindedir. (Bu oranlar Türkiye için
sırasıyla % 22 ve % 25 civarındadır.) Kalkınmaya paralel olarak tarımsal
gelirlerin payı % 20’Ierin altına gerilerken sanayinin payı % 35-40’lara yükselmektedir.
Colin Clark ve Simon
Kuznets adlı iktisatçılar, kalkınma sürecinde tarım kesiminin başlangıçtaki
yüksek payının giderek azalacağını, sanayi kesiminin payının artacağını, ülke
“gelişmiş ekonomi” düzeyine ulaştıktan sonra sanayi kesiminin payının
da azalarak hizmetler kesiminin payının artacağını öngörmektedirler. Ancak, Kuznets,
bu tesbitin gelişmenin başlangıcında tarımın ihmal edilmesi gibi bir anlamı
taşımadığını, aksine tarımı ihmal etmenin gelişme sürecini durdurabileceğini
öne sürmektedir.
Clark ve Kuznets’in
tesbitleri esas itibariyle bugünün iktisaden gelişmiş ülkelerinin kalkınma
süreçlerinden elde edilen gözlemlere dayanmaktadır. Bugünün gelişen
ekonomilerinde ise, genelde tarım kesimindeki gelir artışına paralel olarak sanayinin
gelir ve istihdam İçindeki payı artma göstermekte (bununla birlikte tarım hala
istihdamın en önemli kısmını teşkil etmekte), hizmet sektörü de buna paralel
olarak 4ıızla genişlemektedir. Hizmetler sektörü kamu, mali ve ticari kesim,
inşaat, ulaştırma ve turizm gibi alt-sektörle-rin tarım ve sanayideki gelişmeye
paralel olarak gelişmesi doğaldır. Ancak bugün birçok gelişmekte olan ülkede
hizmetlerin payı Kuznets’in belirttiği oranların oldukça üzerindedir.
(Örneğin, gelişmenin “orta” aşamalarında bir ülke sayılan Türkiye’de
hizmetlerin toplam milli gelir içindeki payı % 53-54 gibi yüksek bir orandadır).
Hizmetlerin toplam gelir içindeki yüksek payı, kamu sektörünün ekonominin
bütünü içinde genelde çok yüksek bir yer tutmasının yanında, kırsal kesimden
şehirlere hızlı göç (hızlı şehirleşme) sonucu, sanayinin şehirlerde oluşan
yüksek işgücü fazlasını tümüyle özümleyememesi ve işsizlerin küçük çaplı
ticaret İşportacılık, büyük sermaye gerektirmeyen düşük üretkenlikteki
muhtelif İşlerle iştigal etmelerinden kaynaklanmaktadır.
– Özellikle tarım
kesiminde ve diğer kesimlerde gizli işsizlik mevcuttur; diğer bir ifade ile
işgücünün marjinal verimliliği sıfır olup, aynı miktar ürünün gerçekte daha
az işgücü kullanımı ile de elde edilebilmesi mümkündür. <
– Emek faktörü, bol, sermaye ise nisbi olarak
kıttır; emek gücü başına sermaye miktarı düşüktür.
– Kişi başına gelirin
düşük olması sebebiyle, halkın büyük bir kesimi ancak asgari geçimini
sağlayabilmektedir. Gelir ve servet dağılımında büyük bir dengesizlik
gözlenmektedir.
– Gelir düzeyini
düşüklüğü ve asgari ihtiyaçların tümüyle karşılanamaması, geniş halk
kütlelerinin tasarruf eğilimlerinin hemen hemen sıfır olmasına yol açmaktadır.
– Büyük toprak sahiplerinin tasarrufları da
ticaret ve sanayi alanındaki yatırımlara etkin biçimde aktarılmamaktadır. Bu-
rada, mali kesimin
geüşmemişliği ve kırsal kesimlere etkin bîr tarzda nüfuz edememesinin rolü de
önemlidir.
– Tüketim harcamaları
hane halkı gelirlerinin çok yüksek bir oranını teşkil etmekte olup, genelde
yiyecek ve zaruri ihtiyaç maddelerine yönelmektedir.
– İhraç malları genelde gıda maddeleri ve
tarımsal hammaddelerden, ithal malları da sınaî mamuller ve yatırım mallarından
oluşmaktadır.
b) Tarım Kesimine
İlişkin Özellikler:
– Tarımsal araztilerin
çok küçük parçalara bölünmüş olması, esasen kıt olan sermaye girdisinin
verimsiz tarzda kullanımına yol açmaktadır.
– Tarımda ileri
teknoloji ve modern üretim girdilerinin kullanımı nisbeten sınırlı olup,
üretim verimliliği oldukça düşüktür.
– Ulaştırma İmkânlarının sınırlılığı yüzünden
tarımsal ürünlerin mahalli piyasa dışında ulusal piyasalara arzı zorlaşmakta
mahalli piyasalardaki efektif talep yetersizliği ise büyük toprak mülkiyeti
mevcut bulunsa dahi -ölçek ekonomilerinin gerektirdiği üretim düzeyini teşvik
etmemektedir.
– İç piyasa için üretilen tarım ürünlerinin
nisbeten eski ve yetersiz üretim me-todlarıyla elde edilmesi ve aile tüketiminden
sonra piyasaya arzedilmek üzere arta kalan ürün düşük düzeyde kalmaktadır.
– Tarımsal toprakların
çok küçük birimlere bölünüşü, yaygın bir “toprak açlığına yol
açmaktadır. Toprak gün geçtikçe daha küçük parçalara bölünmekte ve aynı toprak
üzerinde nüfus artmaktadır.
2-Demografik
Özellikler
a) % 4’ün üzerinde bir
doğum oranı gözlenmektedir.
b) Ölüm oram yüksek
olup, buna bağlı olarak ortalama ömür süresi düşüktür.
c) Gıda ve beslenme şartları kötüdür. Sağlık
şartları ilkel olup, sağlık hizmetleri yetersizdir.
d) Nüfus köylerde
yoğunlaşmaktadır. 3- Kültürel ve Politik Özellikler
a) Eğitimin genel
düzeyi düşük olup, ülkenin değişik bölge ve kesimlerine dağılımında
eşitsizlik göze çarpmaktadır. Okuma yazma bilmeyenlerin ülke nüfusuna göre
oranı oldukça yüksektir. Eğitimde işgücü planlamasının mevcut olmaması ya da
yanlış planlanması bazı sektörlerde kalifiye eleman açığı yaratırken, diğer kesimlerde
yoğun işgücü fazlasına yol açmaktadır.
b) Çok sayıda çocuk ve
kadın emeği kullanılmaktadır.
c) Sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki uçurum
geniş olup, sosyal ve siyasal istikrar için bir ön koşul olan güçlü bir orta
sınıfın varlığı gözlenmemektedir.
d) Çoğunlukla
ulus-devlet modeline göre kurulan ya da kurulmaları teşvik edilen bu ülkelerin
sosyal, kültürel, dini yapıları ve tarihi koşullan, empoze edilen Batılı
kurumsal yapılara uyum sağlayamamakta, siyasal istikrarsızlık ve politik
yapının dayanıksızlığı yaygın bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır.
Adnan BÜ YÜKDENİZ Bk.
Azgelişmiştik; Dış Yardım; İlerleme.