Sosyologlar

İbn Haldun Sosyolojisi Hayatı Ve Fikirleri

 

Ebū Zeyd ‘Abdu r-Rahman bin Muhammad bin Haldūn el-Hadrami 1332 de Kuzey Afrika’da Tunus’ta doğmuştur. Demografya, Tarih-Coğrafya, Kültür, Ekonomi, Siyaset, Tasavvuf, Tarih Felsefesi, Sosyoloji konuları ilgi alanıdır. Birçok Batılı düşünüre etki etmiştir. Teorileri çağının özellikleri dışında halen geçerliliğini korumaktadır. Bu haliyle o çağlar üssü bir düşünürdür. 

Babası, devrinin tanınmış âlimlerindendir. İbn Haldun küçük yaşlarda ailesi ile birlikte Tunus’tan Endülüs’e göç etmiş; bilim tahsilinde hızla ilerleyerek genç yaşta bilgisiyle kendisini tanıtmış; önemli siyasi ve idari görevler üstlenmiştir. Mısır’da bulunduğu sıralarda, Timur’un ordusu ile yapılan savaşta esir düşmüş; bir süre Timur’un yanında kaldıktan sonra kaçarak kurtulmuş; Mısır’ın “başkadı”sı olarak görev yaparken, yetmiş altı yaşında vefat etmiştir. 

Hayatı boyunca bir fizikçinin fiziki realiteyi yoklaması gibi, sosyal realiteyi yoklama fırsatı bulan İbn Haldun, Mukaddime’de yeni bir ilim kurduğunun farkındadır. Ona göre sosyal olay ve olgular ferdin dışında ceryan eder ve onları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde incelemek gerekir. O şöyle der: “İster zatlarda olsun isterse insanın veya hayvanların davranış ve fiillerinde olsun, kâinattaki bütün hadiselerin mutlaka kendinden önce gelen birtakım sebepleri vardır. Geçerli olan âdete göre, bu hadiseler, bu sebepler sayesinde vukua gelir.”  “Bizler içerisindeki bütün varlıklarla beraber, bu âlemin bir tertip ve mükemmellik içerisinde olduğunu; sebeplerin neticelere bağlandığını mahlûkatın birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisinde bulunduklarını görmekteyiz.”   “İnsan düşüncesi olaylar arasındaki tabii ve önceden konulmuşluğu (vaz’-ı tertibi) idrak eder. Bir şeyi icad etmek istediği zaman da, olaylar arasında mevcut olan düzen ve tertipten dolayı, mutlaka o şeyin sebebini, illetini ve şartını önceden keşfetmesi gerekir. Genelde bu sebep, illet ve şart da o şeyin prensiplerinden ibarettir. Çünkü o şey, ancak bunlardan sonra ikinci olarak ortaya çıkar. Önce olanı sonraya almak mümkün olmadığı gibi, sonra olanı da öne almak mümkün değildir. Zira söz konusu olan prensibin, sözü edilen prensipten başka bir prensibi daha olabilir. Onun için bu prensip ancak öbür prensibi takiben vücüda gelebi-lir.” 

Mukaddime, İbn Haldun’un tarih, felsefe, sosyoloji ve dinle ilgili gö-rüşlerini kapsamaktadır. Mukaddime’nin ilk bölümünde coğrafi şartlarla sosyal hayat arasındaki münasebetler, ikinci bölümde toplum tipolojileri, asabiyet ve devlet nazariyesi, üçüncü bölümde din devlet ilişkileri, tavırlar nazariyesi, hilafet kurumu ve uzviyetçi toplum teorisi yer almaktadır. Dör-düncü bölümde yerleşik hayat ve köy-şehir ilişkisi üzerinde durulmaktadır. Beşinci bölüm başlı başına bir iktisat sosyolojisi özelliğini taşımaktadır. Burada toplum ve iktisadi yapı ilişkisi ele alınmaktadır. Altıncı bölümde bilgi teorisi, bilimlerin sınıflandırılması, eğitim ve edebiyat sosyolojisi ya-pılmaktadır. Bu içeriğiyle Mukaddime Kitâbu’l-İber’in tek tek ele alacağı olay ve olguların tipleştirilmiş ve modelleştirilmiş şekli olup, “İlm-i Umran” da sosyal olay ve olguların tipleşmiş ve modelleşmiş ilmini ifade etmektedir.

İbn Haldun, Mukaddime isimli eseriyle yeni bir tarihçilik anlayışı or-taya koyar. Ona göre tarih, maziyi aydınlatmak; nesilden nesile aktarılan “beşeri umran”ı incelemektir. O şöyle der: “Bilesin ki tarih, gerçekte dün-yanın umranı ve umranın tabii yapısında ortaya çıkmış durumlar demek olan insanların sosyal hayatları konusunda bilgi vermektir. Ümranda ilkellik ve medenilik, asabiyet ve çeşitli sebeplere bağlı topluluklar, insanların birbirleri üzerinde çeşitli baskıları, galibiyet ve yenilgileri ve bunlardan doğan mülk, devlet, hâkimiyet basamakları, memurlukları, insanların iş ve meşguliyetlerinde yöneldikleri kazanç, geçim, bilimler, sanat ve zanaatlar, kısacası nesnelerin tabiatı gereği toplumun yapısında meydana gelen bütün değişmeler vardır.”  Dikkat edilecek olursa sosyolojinin ele aldığı konular İbn Haldun’da “beşeri umran” kavramı içine sokulmuştur. Beşeri umran ilminin malzemesi mazide ve halde bulunur. Birinci derecede bu bilim olanla ilgilidir. Ancak olması gerekene de yol gösterir. O şöyle der: “Tarihçi için esas olan, bütün bölgeleri, nesilleri ve çağları kapsayan umumi hallerin anlatılmasıdır. Tarihçi maksatlarının çoğunu bu esas ve temel üzerine bina eder ve tarihi haber ve olaylar bu esaslarla açıklığa kavuşur.” 

İbn Haldun’a göre tarihçilik, “zahiri” ve “batıni” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Zahiri tarihçilik, sathî, olayların sadece görünüşüne bakan, “olaycı, hikâyeci” diyebileceğimiz tarih anlayışıdır. Bir nevi “vakanüvislik” diyebileceğimiz bu anlayışı, İbn Haldun küçümser. “batını tarihçilik” adını verdiği gerçek tarihçilik ise, sosyal olayların nedenleri üzerinde durur, an-lamaya çalışır, yani açıklayıcıdır. Buna göre tarih, konu olarak sosyal hayatı ele almalı ve olayları sosyal faktörlerle incelemelidir. Konu olarak sosyal olguların üzerinde durulması ve metot itibarıyla bu olguların sosyal faktörlerle incelenmesi, İbn Haldun’un tarihini, “yeni” bir bilim yapmaktadır. Kendisi de bunun farkındadır. Bu anlayışın tarihte ilk defa olarak kendisi tarafından geliştirildiğini belirterek, bu yeni bilime “ilm-i tabiat-ı umran” ya da kısaca “ilm-i umran” adını vermiştir. 

İbn Haldun, umran terimini, “insanların, yeryüzünün insan yaşaya-bilecek yerlerinde cemiyetler halinde biraraya gelerek dünyayı imar etmeleri” anlamında kullanır. Genel olarak “umran”, “bir kavmin yaptıklarının tamamı, sosyal ve dini düzeni, örfleri ve inançları” anlamına gelir. 

İbn Haldun, “insanın ihtiyaçlarını tek başına elde etmeye gücü yetmez” diyerek sosyal hayatı bir zaruret olarak görür. Ona göre, toplum, fertlerden oluşan, dayanışma, işbirliği ve inançlar ile dış etkiler gibi kendine özgü şartları ve biçimlendirici ilkeleri bulunan zorunlu bir varlıktır. Dünya, ancak “toplum” ile bayındır bir hale gelebilir. Toplum olmadan tabiat değiştirilerek yaşanabilir hale getirilemez. 

Hangi çeşit olursa olsun, toplumların temelini “asabiyet” oluşturur. “Dayanışma duygusu”, “grup ruhu”, “sosyal bağlılık”, “grup dayanışması”, “sosyal dayanışma” ve benzeri ifadelerle başka dillere tercüme edilen “asa-biyet” kavramı; İbn Haldun’a göre, bir davranış biçimidir. Kolektif his ve bilinçten doğan ortak hareket etme anlayışıdır. Harekete geçme, faaliyette bulunma, korunma, kovma, kazanma gibi iş ve eylemlerde kendisini gösterir. Asabiyetin en büyük özelliği, kabile ya da topluluğu oluşturan fertler arasında kuvvetli bir birlik, sağlam bir dayanışma, sürekli bir yardımlaşma sağlamasıdır. Asabiyet, tabiattan gelen bir korunma duygusu, bilinci ve inancıdır. “Nesep asabiyeti” ve “sebep asabiyeti” olmak üzere iki çeşit asa-biyet söz konusudur ve soy bağlılığını ifade eden nesep asabiyetinden, kültür bağlılığını ifade eden sebep asabiyetine geçilir. 

Toplumlar da iki çeşittir: Bedeviler ve hadariler. Toplumlara bu özel-liklerini veren “iktisadi faktörler” ve “asabiyet”tir. 

Bedevilik toplum hayatının ilk aşamasıdır. İnsanlar geçimlerini ziraat, avcılık ve hayvancılıkla sağlamakta, başka bir deyişle “bedenleri” ile çalışmaktadırlar. Yiyecekleri basit, tüketimleri azdır. Para kullanmazlar. Vergi sistemleri, pazar kurumları yoktur. Toprakla uğraşmak onları sert tabiatlı yapmıştır. “Kan bağı”na dayanan “asabiyet”leri çok güçlüdür. Bu sayede sıkı bir dayanışma içindedirler. “Ben” değil, “biz” duygusu ön plândadır. Güçlü ve irade sahibidirler. Keyfe ve lükse düşkün değillerdir. Bütün bu özellikleri ile, “devlet” kurma kapasite ve enerjileri vardır. 

İbn Haldun’a göre, bedevilik, sadece göçebe yaşama tarzı değildir. Medeni olmayan toplum biçimlerinin tamamını kapsar. Hatta, yalnız ço-banlıkla uğraşan bedeviler bile, besledikleri hayvan cinsine göre farklı ge-lişmişlik derecelerine ayrılırlar. Bununla birlikte toplumun gelişme evreleri açısından önce gelen bedeviliktir. 

İbn Haldun’a göre, bedevilikten hadariliğe geçiş, “zorunlu” bir ev-rimdir. Tüm bedevilerde hadariliğe karşı bir özlem vardır. Ama, hadarilerle bedeviler arasında bir mücadele olursa, bedeviler üstün gelir. Çünkü, sahip oldukları vasıflar onları güçlü kılmaktadır. “Bedeviler, hadarilere göre hayır ve iyiliğe daha yatkın olurlar. Tabii ihtiyaçlarının ötesinde dünya zevklerine düşkün değillerdir. Kötü alışkanlıklardan uzaktırlar. Hadarilere göre daha cesurdurlar. Yardım sever, kendine güvenen, fiziki yetenek isteyen işlerde başarılı ve silah kullanmakta becerikli olurlar. Eğitimden uzak kaldıkları için bilgileri sınırlıdır. Akrabalığa çok önem verirler. Dövüşken ve kavgacı olduklarından savaşlarda başarılı olurlar.” 

Hadariler, kasaba ve şehirlerde yaşayanlardır. İktisadi faaliyetleri ge-lişmiştir. Ziraat ve hayvancılıktan ziyade, çeşitli ticaret ve zenaatlarla uğra-şırlar. Büyük binalar inşa ederler. Meslekler çeşitlenmiş, iş bölümü artmıştır. Hadariler temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, zevklerini de tatmin etme imkânına sahiplerdir. Tüketim artmıştır. “Kan bağı”na dayanan “asabiyet”in yerini “sosyal bağlılık” almıştır. Başka bir ifade ile, “neseb asabiyeti”nin yerini “sebep asabiyeti” almıştır. Toplumun menfaatleri değil, ferdin menfaatleri ön plâna çıkmıştır. 

İbn Haldun’a göre “devlet”, sosyal gelişmenin son merhalesidir. Dev-let, tabii bir sözleşmedir; kaynağı da, toplu olarak yaşama ihtiyacıdır. Dev-let, sosyal bir kuruluştur, toplumla iç içedir. Devletin temelini oluşturan ögeler; iş bölümü, ferdi egemenliğin kanuni egemenliğe dönüşerek sosyal bir güç durumuna gelmesi, yöneten ve yönetilenler ayrımıdır.  Devletin doğuş, gelişme ve dağılma gibi evreleri vardır. Bu evreler canlılarda olduğu gibidir. Başka bir ifade ile, devlet bir “organizma”ya benzer. Bir devletin yıkılmasına yol açan olayların temelinde, devletin özünü oluşturan sosyal ihtiyaçlarla ilgili taleplerin karşılanamaması yatar. 

Devletin ömrü, onu kuran sülâlenin nitelikleri ve bu niteliklerin bo-zulması ile ilişkilidir. Sülâlenin sahip olduğu asabiyet, nesilden nesile zayıflama gösterir. Bu nedenle, devletin ömrü üç nesil kadar sürer. Bir neslin ortalama ömrü kırk yıl kadar olduğuna göre, devletin ömrü yüz yirmi yıl olarak kabul edilebilir. 

Her devlet, sırasıyla şu beş aşamadan geçer:

 

 Zafer ve amaçlara ulaşma evresi: Bu evrede asabiyet, aile ve din bağlarına dayandığı için güçlüdür. Devletin kuruluşu için gerekli olan kaynaklar ve düzen bu evrede sağlanır.

 Hükümdarın iktidarı tekeline alması: Bu evrede kan bağına ve dine dayalı asabiyet gerilemeye; bu özelliklere sahip kimselerin yerini, hü-kümdarın şahsına sadık bürokrat ve paralı askerler almaya başlamıştır. Bilginlerden müteşekkil danışma kurulu oluşturulmuştur. Bilginler kötü siyasi danışmanlardır. Çünkü, ayrıntılardan çok evrensel olanı, insan türü yerine tüm türleri, tek başına değerlendirme yerine başkaları ile kıyaslayarak değerlendirmeyi esas almaktadırlar. Bu yüzden, olumsuz siyasi öğütler vermeye yatkındırlar.

 Lüks ve debdebe ile geçen zaman: Bu evrede hükümdar, otoritesini şahsi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmaktadır. (Bir önceki dönemde ise, hükümdar iktidarı elinde toplamıştır, ama kötüye kullanmamaktadır.)

 Tatmin ve kendini beğenme evresi: Lüks ve rahatlık alışkanlık haline gelmiş, tüm toplumu sarmıştır. Yöneten ve yönetilenler devletin gücünden öylesine emindirler ki, bu durumun ebediyen süreceği inan-cındadırlar. Bu evrenin uzunluğu, devletin kurucularının gücü ve elde edilmiş olan başarıların büyüklüğü ile bağlantılı olarak değişir.

 Sefahat ve israf evresi: Bu evrede dini inançların ve asabiyetin sağladığı dayanışma kalmamış; akrabalığın sağladığı tabii ve güçlü sadakatin yerini, fedakârlıkta bulunmaya yanaşmayan ordu ve bürokrasinin para karşılığında sağladığı destek almıştır. Lüks ve konfor, kötü huyların yayılmasına neden olmuştur. Bedeviliğin haşin ve mert davranış kalıpları unutulmuş, halk gevşek bir hayat biçimine alışmış; ümitsiz ve bezgin bir hale gelmiştir. İktisadi faaliyetler gerilemiştir. İnsanlar uzun vadeli plânlar yapamaz olmuşlardır. 

 

İbn Haldun’un toplumla ilgili tespitlerini modern sosyoloji ile karşı-laştırdığımızda, onun sosyolojinin kurucu öncülerinden olduğu görüşlerine hak vermiş oluruz.

Sosyolojinin konusu ve metodu açısından Comte ile benzer düşünceleri vardır. Her ikisi de, sosyolojinin konusu olarak sosyal olayları görmüşler; sosyal olayları nedensellik ilişkisi içinde, sosyal faktörlere dayanarak ve peşin hükümlere itibar etmeden gözlemlere dayanarak açıklamayı ilke edinmişlerdir.

Tabii olanın üstünlüğünü savunan J. J. Rousseau ile benzeşen düşün-celeri vardır. Aydınlanma Çağı’nın düşünürlerinden olan Rousseau da, İbn Haldun gibi, nüfusun arttığı ve kültürel faaliyetlerin yoğunlaştığı sosyal çevrelerin “insan”ı bozduğundan, meziyetleri tahrip ettiğinden söz etmiş; şehir dışında ve tabiata yakın yaşamanın faydalarını anlatmıştır. Rous-seau’nun temel düşüncesi, “insanların mutlu ve temiz olarak doğduğu, ama toplum tarafından bozulduğu”dur.

İktidarın tabiatı hakkında düşünceleri, Orta Çağ İtalyan düşünürü Machiavelli ile kısmen paralellik gösterir. (Machiavelli, Le Prince (Hükümdar) isimli meşhur eserini 1513 yılında kaleme almıştır.) Her ikisi de, devletin kuvvete dayandığı görüşündedirler. Machiavelli’nin “iktidar” kavramı ile İbn Haldun’un “asabiyet”i arasında benzerlikler vardır. Fakat Machiavelli’nin, amaca ulaşmak için her türlü yolu mübah gören anlayışı gibi bir aşırılığa İbn Haldun’da rastlamak mümkün değildir. Sadece, sosyal kanunların da tabiat kanunları gibi kesin ve acımasız bir biçimde hükmünü icra ettiği görüşündedir.

Coğrafi çevre ve iklim faktörüne verdiği önem ve bu faktörlerin ka-rakter ve davranışlar üzerindeki etkilerini göstermesi ile Montesquieu’nün görüşleri arasında benzerlikler vardır. Hatta  İbn Haldun için “Araplar’ın Montesquieu’sü” denilmektedir.

Asabiyetle ilgili düşünceleri, Gobineau’nun kan bağına dayanan gö-rüşlerine benzemektedir. Gobineau, bu konuda aşırıya gitmiş, toplumların gelişme ve yıkılmasında “ırk” faktörünü esas almış; toplumun çöküşünü, ırkın melezleşmiş olmasına bağlamıştır. Buna karşılık İbn Haldun ırk faktörünü asabiyetle birlikte düşünmekte ve grubu bir arada tutan tabii bir olgu olarak kabul etmektedir.

İbn Haldun’un “insanın tabiatı; önce kaba, sonra sert, sonra yumuşak, daha sonra narin, en sonunda yoz olur” tarzındaki beş aşamalı görüşü, Vi-co’nun altı aşamalı görüşü ile hemen hemen aynıdır. Vico, “insanoğlu önce ihtiyaç hisseder, sonra tatmin arar, daha sonra rahatlığa yönelir, daha sonra da kendini süsle bezemeye başlar, lüks içinde giderek bozulur, sonuçta çıl-gınlaşır ve özünü harcar” şeklinde altı aşamalı bir evrelendirme yapmıştır.

Durkheim’in, “sosyal bağlılık ve dayanışma”, “işbirliği”, “iş bölümü” ve “mekanik-organik dayanışma” görüşlerine ilk dikkati çeken İbn Haldun’dur.

Tutku, istek ve arzuların “çatışma”ya yol açacağını vurgulayan İbn Haldun; bu görüşleriyle, bir çeşit sosyal ilişki olan çatışmanın temelinde, ihtiyaç, nefret, kıskançlık, istek ve özlemler gibi çeşitli psikolojik faktörlerin bulunduğunu ileri süren G. Simmel’e öncülük etmiştir.

Gabriel Tarde’ın “taklit teorisi”nin benzeri görüşlere İbn Haldun’da da rastlanır. Aynı şekilde devletin “doğma, gelişme ve gerileme” aşamaları, çağdaş sosyolojinin çevrimsel “cyclical” teorileri ile benzeşmektedir.

İbn Haldun’un herşeyin her an değiştiği ve bedevilikle başlayan hayatın zorunlu olarak hadarilikle sonuçlanacağı tarzındaki görüşü; insanlığın bir bütün olarak doğrusal bir çizgi üzerinde geliştiğini ileri süren sosyal “evrimci” teorilere paraleldir.

Sosyal olay ve olguları belirlemede iktisadi faktörlerin rolüne önem atfetmesi ile o, Marx’dan önce bu konuyu gündeme getirenler arasında yer alır.

Toplumları “cemaat” ve “cemiyet” diye iki tipe ayıran Tönnies’den önce, İbn Haldun’un toplumları “bedevi”, “hadari” ve “bedevi ve hadari arası” şeklinde tipleştirmesi ve böylece geçiş süreci yaşayan toplumların varlığına dikkat çekmesi onu XX. yüzyılın sosyoloğu olmaya layık yapmak-tadır.