Din Psikolojisi

Çağdaş Sosyoloji Teorileri

           

Fonksiyonalizm

Fonksiyonalist teori temelde, toplumu yaşayan bir organizma olarak gören ve bu organizmayı oluşturan tüm parçaların onun hayatiyetine katkıda bulunan bir işlev üstlendiğini ileri süren bir yaklaşımdır.

Fonksiyonalist teori, Comte, Spencer ve Durkheim’in attığı temeller üzerinde, Malinowski ile Radcliffe-Brown tarafından iskeleti kurulan, Parsons tarafından duvarları örülen ve Merton tarafından da kusurları giderilmeye çalışılan bir bina olarak düşünülebilir. Bu binanın sosyolojinin son “mega” inşa atı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama sosyolojinin bu binadan ibaret olmadığını unutmamak gerekir. Günümüz sosyolojisinde en köklü tartışmalar fonksiyonalizm etrafında cereyan ettiğinden bu teoriyi diğerlerinden daha geniş olarak inceleyeceğiz.

Fonksiyonalizmin Temel Çerçevesi

Fonksiyonalist teoriye göre, “organizma” parçalardan oluşur ve bu parçalar bir “sistem” oluştururlar. Yani aralarında anlamlı bir ilişkiler ağı vardır ve birinde olan değişiklik diğerlerini etkiler. İşlevini yitiren -toplumun düzenine ve hayatiyetine katkısı kalmayan- parça, bir kuşaktan diğerine geçemez. Burada bir örnek olması için fonksiyonalist teorinin fuhuş olgusuna nasıl baktığını görelim: “Cinselliğin cinsel olmayan amaçlar için kullanımı” olarak tanımlanan fuhuş, madem ki “satıcı”nın bazı ihtiyaçlarını karşılamakta ve duygusal bağlılık ya da çocuk sahibi olmak gibi sorumluluklar altına girmek istemeyen, bu nedenle evlilik gibi toplumsal olarak kabul edilen sürekli beraberlikten kaçınan “müşteri”nin arzusunu tatmin etmektedir; o halde toplum hayatında varlığını sürdürecektir. Bu yaklaşım, fuhşun fonksiyonalist teori açısından istenir, kabul edilir bir olgu olduğu anlamına gelmez. Sadece, genelde arzu edilmediği, hatta yok edilmek istendiği halde fuhşun niçin varlığını sürdürdüğünü izah etmeye çalışır.

Burada fonksiyonalizm ile fonksiyonel analiz arasındaki farklılığa da dikkat çekelim: Tüm sosyolojik yaklaşımlar için fonksiyonel analiz olmazsa olmaz bir araçtır. Bu anlamda fonksiyonları belirlemek, hangi teori olursa ol sun hepsinin amacıdır. Fonksiyonalizm ise fonksiyonel analizin ötesinde, sosyal alanın böyle bir analizle bilimsel olarak ve yeterince anlaşılabileceği iddiasını içermektedir.

Fonksiyonalist Teori İçindeki Farklılaşmalar

Fonksiyonalizmin ana çerçevesi içinde yer alan yaklaşımların çokluğu ve çeşitliliği, alt gruplar halinde sınıflandırılmalarını gerekli kılmıştır. M. Abrahamson bu alt grupları, Durkheim ve Pareto tarafından temsil edilen, geniş ölçekli yapılar ve kurumlar üzerinde -makrososyolojik- incelemeler yapan “toplumsal fonksiyonalizm”, Malinowski’nin temsil ettiği, bireyin te mel fizyolojik ihtiyaçlarından yola çıkarak sosyal yapı ve kurumlan inceleyen “bireyci fonksiyonalizm” ve bu iki yaklaşımın ortasında bulunan, sosyal yapının kişiler arasındaki kalıplaşmış ilişkilerle şekillendiğini ileri süren Radcliffe-Brown’un temsil ettiği “kişilerarası fonksiyonalizm” olmak üzere üç başlık altında toplamaktadır. Görüldüğü üzere buradaki esas farklılaşma Malinowski ile Radcliffe-Brown arasında ortaya çıkmaktadır.

Malinowski, Durkheim’in, her sosyal olgunun bir “fonksiyon” üstlendiği, zamanla bu fonksiyonu kaybedebileceği ve bu durumda varlığını sürdüremeyip yok olacağı düşüncesini kabul etmiş; ama “fonksiyonu kalmayan bir sosyal kurum yaşayamaz” şeklinde ifade edilen bu ilkenin tersinin de doğru olduğunu, yani bir sosyal kurum varlığını sürdürüyorsa, onun mutlaka üstlenmiş olduğu bir fonksiyonun var olduğunu bu yaklaşıma ilave etmiştir. Malinowski’ye göre insan, doğal bir varlık olduğundan öncelikle “biyolojik ihtiyaçlar”ını karşılama çabası içindedir. Bu çabayı gösterirken gelişmiş zihin yapısı nedeniyle “kültür” adı verilen bir varlık alanı -kurumsal bir sistem- oluşturmaktadır. 0 halde sosyal/kültürel sistem, ferdin ihtiyaçlarını karşılama görevini üstlenir ve bunu yaparken ferde bir dizi sosyal sorumluluk yükler. Sistem çalışmazsa, ihtiyaçlar karşılanamadığı için fertler ölür ya da çoğalamaz. (Bu noktada Malinowski’ye bazı fertlerinin ihtiyaçlarını karşılayamasa bile sistemin varlığını sürdürebileceği şeklinde bir itiraz getirilmiştir.) Görüldüğü üzere, Malinowski için esas olan “beslenme ve çoğalma” ihtiyacı dır. 0 sevgi, güven, gruplaşma ve hareket özgürlüğü gibi psiko-biyolojik ihtiyaçların varlığını da kabul etmiş, ama “ikincil ihtiyaçlar” olarak gördüğü bu ihtiyaçlara öncelik vermemiştir.

Radcliffe-Brown ise öncelikle yapı üzerinde durmuştur. Ona göre, belli bir yerleşme bölgesinde akrabalık sistemi ve siyasal birlik halinde örgütlenmiş grupların karşılıklı ilişkileri “sosyal yapı”yı (sosyo-kültürel sistem) oluşturur. Bu sistem, teknik/ekonomik, sosyal/yapısal ve ideolojik/kültürel olmak üzere, birbirinden bağımsız olarak incelenmesi mümkün üç alt-sisteme ayrılır. Bu alt-sistemlerin en önemlisi sosyal/yapısal ait-sistemdir. Sosyal/yapısal ilişkiler ekonomik ve kültürel alt-sistemleri belirler ve onlar tarafından desteklenir.

Görüldüğü üzere Malinowski de, Radcliffe-Brown da, ilhamını Durkheim’den almaktadır. Malinowski “fonksiyon”a verdiği önemle Durkheim’e yaklaşıp, “birey”e yaptığı vurguyla ondan uzaklaşmaktadır. Radcliffe-Brown ise hem “yapı”yı vurgulaması hem de bireyin ihtiyaçlarını, sosyal kurumları belirleyecek ölçüde özerkliği olan bir faktör olarak görmemesi nedeniyle Durkheim’e daha yakın bir yere yerleşmektedir.

Kısacası, Radcliffe-Brown, tarihi metodu reddetme, toplumu “doğal” bir sistem olarak görme, “sistem” yaklaşımı, sistemin parçalardan oluştuğu ve parçalar arasındaki fonksiyonel ilişkinin varlığı hususlarında Malinowski’yle beraberdir. Ama “yapı”yı bireyin önüne yerleştirerek, yapının parçalarının aynı ağırlıkta olmadığını ve bu parçaların birbirlerinden bağımsız incelenebi leceğini kabul ederek ondan ayrılmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Trobriand yerlilerinde büyü olayının analizinde Malinowski bunu temelde tehlikeli hallerde doğa üstü güçlere sığınmak gibi psikolojik faktörlere bağlarken, Radcliffe-Brown daha farklı bir açıklama getirir. Ona göre neyin tehlikeli olduğunu ve bu tehlikeden nasıl uzaklaşılacağını öğreten toplumdur. Görüldüğü üzere Radcliffe-Brown “yapı”nın önemini vurgulamaktadır.

Bu farklılıklar nedeniyle bazı antropologlar başta olmak üzere kimi sos yal bilimciler “fonksiyonalizm” terimini dar anlamıyla ve Malinowski’nin yaklaşımı için kullanmakta, Radcliffe-Brown’un yaklaşımı için “strüktüralizm” terimini tercih etmektedirler. Ama genelde Radcliffe-Brown da fonksiyonalizmin içinde anılmakta ve sık sık “yapısal fonksiyonalizm”den (structuro-fonctionnalisme) söz edilmektedir.

Parsons ve Sosyolojide Fonksiyonalizmin Sistemleşmesi

Toplumun genel bir teorisini kurmaya çalışmış olan Parsons, Durkheim ve Pareto’nun yanı sıra Weber ve Freud’dan da etkilenmiş bir sosyologdur. Sosyolojinin son mega projesi olarak nitelendirebilecek Parsons’un yaklaşımı, “sistem” kavramını temel alarak yükselen bir teoridir.

Parsons’un terminolojisinde, “aynı eylemi gerçekleştirmek için birleşen birimlerin karşılıklı ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir küme” olarak tanımlanan sistem, toplumu temsil eden bir kavramdır. Bir başka ifadeyle sistem “bütünü oluşturan, birbiriyle ilişkili parçaların örgütlenmesi”dir. Sistem, Parsons’un “alt-sistem” adını verdiği birbirleriyle ve bütünle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olan parçalardan oluşan ve kendini devam ettirme özelliği bulunan, bütünlük arz eden dengeli bir yapıdır.

Sistem, kendine yetebilme özelliği ile alt-sistemlerden ayrılır. Alt-sis temlerin temel özelliği her birinin ayrı işlevler üstlenmiş olmasıdır. Bu özellik, alt-sistemlerin niçin karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olduklarını da izah eder. Parsons’ın teorisi sosyal bütünleşmeyi de bu zemine oturtarak açıklar. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde, yani birbirlerine muhtaç durumda olan alt-sistemler, zorunlu olarak dayanışma içine girecekler ve sonuçta toplumsal bütünleşmeyi sağlayacaklardır.

Yukarıda geçen “alt-sistemler” terimi sosyal kurumları ifade eden bir kavramdır. Yani fonksiyonalist teori iktisat, eğitim, din, aile ve siyaset gibi temel kurumların her birini bir alt-sistem olarak görür. Parsons, bu alt-sis temlerden oluşan yapıyı “sosyal sistem” olarak isimlendirir. Ona göre sosyal sistem, “karşılıklı beklentiler aracılığıyla bir arada tutulan birbirleriyle bağlantılı statü ve pozisyonları içeren bir yapıdır.” Örneğin kan, koca ve çocuk statüleri aile kurumunu biçimlendiren karşılıklı bağlantı halinde olan statülerdir. Kurumlar da kasaba ya da kent gibi daha büyük toplumsal sistemleri oluşturur.

Parsons’a göre toplumda, sosyal sistemin dışında “kişilik sistemi” ve “kültür sistemi” olmak üzere iki sistem daha vardır. Yani toplum üç sistem den oluşmaktadır.

Kişilik sistemi, Parsons’un “aktör” dediği bireylerin, güdüleriyle ve kül tür tarafından belirlenmiş olan ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları anlamlı faaliyetlerinden oluşur. Bu faaliyetler gelişigüzel değil, sosyalleşme sürecinde öğrenilen biçimde gerçekleştirilir ve bu yüzden “rol” olarak isimlendirilir. Rol, bireyin yapması gereken şeyleri ve bunların nasıl yapılacağını bildiğini, diğer bireylerin de onun böyle yapmasını beklediklerini belirten bir kavram dır. Başka bir ifadeyle roller, bireyin benliğinde bütünleşmiş, belli işlevleri olan eylem kalıplandır. Bu kalıplar “kişilik sistemi”ni oluştururlar.

Parsons’a göre sosyal sistemin uyum fonksiyonunu karşılayan kişilik sistemi, kültür tarafından belirlenen değerler ve normlar tarafından şekillendirilmektedir. Görüldüğü üzere kişilik sistemi, sosyal sistemin yanı sıra, değerlerin ve normların kurumsallaşmış birliğinin oluşturduğu “kültür sistemi” tarafından da belirlenmektedir. Zaten Parsons, bu üç sistemi analiz amacıyla birbirinden ayırmakta, realitede bu sistemlerin içiçe ve birbirlerinden ayrılamaz olduklarını unutmamaktadır.

Merton (Fonksiyon Kavramının Analizi ve Anomi)

Merton, fonksiyonalist teoriye katkıda bulunan sosyologlar arasında tartışmasız en önemli isimdir. Merton’ın katkısı “fonksiyon” kavramının analiziyle başlar. Ona göre daima “olumlu” bir anlam yüklenerek kullanılmış olan “fonksiyon” kavramı, toplumsal sistemi tümüyle yansıtmamaktadır.

Öncelikle bu kavram birtakım belirsizlikleri bünyesinde barındırmakta dır. Sistemde yeri olan bir unsur için “şu fonksiyonları üstlenmiştir” şeklin deki bir ifade ancak kaba bir sosyolojiye yakışır. Çünkü fonksiyonal bir analiz yapıldığında kolayca görülmesi mümkün olmayan işlevlerle de karşılaşmak mümkündür. Bu noktada Merton, “açık fonksiyon” (manifest function) ve “gizli fonksiyon” (latent function) ayrımını yapar. Daha açık bir ifadeyle yapılar, bilinen işlevlerinin yanı sıra, örtülü birtakım işlevler de üstlenmiş olabilirler. Açık fonksiyon, bir yapının “istenilen” ve kabul edilen” işlevlerini belirtirken, gizli fonksiyon “istenilmeyen” ve/veya “kabul edilmeyen” işlevlerini ifade eder. Örneğin bir okul sistemi, herkes tarafından bilinen ve kendisinden beklenilen işlevlerin ötesinde, işsizliği azaltmadan eş bulmaya kadar uzanan bir dizi gizli işlevi de ifa ediyor olabilir.

Merton’ın bu analizinin sosyolojide çok verimli sonuçları olmuştur. Yine okul sisteminden bir örnek verecek olursak, P. Bourdieu’nün yapmış olduğu bir çalışma okulun, günümüz toplumlarında insanları rahatsız eden sosyal eşitsizlikleri devam ettirme ve hatta meşrulaştırma işlevlerinin de olduğunu göstermiştir.

Merton ikinci olarak, sistemde yer alan bir unsurun “olumlu” işlevlerinin yanı sıra “olumsuz” işlevlerinin de olabileceğini ileri sürer. Yani sistemin ahenk ve bütünleşmesin katkıda bulunan işlevler olduğu gibi, bu ahenk ve bütünleşmeyi azaltan, hatta yok eden işlevler de olabilir. Merton bu tür işlevler için “disfonksiyon” kavramını kullanır. Örneğin din kurumu, topluma bütünleşme yönünde katkıda bulunurken, çatışmalara da sebep olabilmektedir.

Burada şöyle bir kavram problemi ortaya çıkmaktadır: “Disfonksiyon” teriminin yapı itibarıyla karşıtı “fonksiyon” olamaz. “Dis-” olumsuzluk eki “fonksiyon” terimini nötr kılmakta, terimin olumlu bir anlam yüklenebilmesi için “dis-” ekinin zıddı olan bir ekin ilave edilmesi gerekmektedir. Bu problemi kimi sosyolog, “fonksiyon”u “işlev”le sınırlı bir anlamda kullanarak aşmış, “olumsuz işlev” için “disfonksiyon”, “olumlu işlev” için “öfonksiyon” (eufunction) terimlerini kullanmış, kimi sosyolog da “pozitif fonksiyon” ve “negatif fonksiyon” terimlerini kullanmayı tercih etmiştir.

Üçüncü olarak Merton, bir sistemde olumlu ya da olumsuz bir işlevi olmayan unsurların da bulunabileceğini ileri sürmüş, bu unsurları “fonksiyonel olmayan” (nonfunctional) terimiyle ifade etmiştir. Anlaşılacağı üzere Merton’ın bu katkısı, fonksiyonalist teorinin temel önermelerinden biri olan ‘işlevini kaybeden unsur varlığını sürdüremeyeceği’ görüşünü esnetmekte, “kadük” haline gelen unsurların da yerini işaretlemektedir.

Merton’ın fonksiyonalizme bir diğer önemli katkısı, onun sosyal değiş meyi açıklamadaki yetersizliğini gidermeye yöneliktir. Merton’ın sosyal değişme çözümlemesinin “insan”la ilgili ön kabul, fonksiyonların analizi ve anomi olgusu olmak üzere üç hareket noktası vardır.

Merton’a göre insan, katı fonksiyonalizmin öngördüğü gibi kesin bir belirlenmişlikle eli kolu bağlanan bir varlık değil, aksine alternatif davranışlar sergileyebilen, tercihlerde bulunabilen bir varlıktır. Merton bu yaklaşımıyla fonksiyonalist çerçevenin dışına çıkmaz. Çünkü bireyin yapabileceği tercihlerin de sistemin sınırları dahilinde ve kültür tarafından belirlenen tercihler olduğunu kabul eder. Ama bu tercihlerin bir istikamette yoğunlaşması sosyal değişmelere neden olacak ve bu değişmelerin yönünü belirleyecektir.

Fonksiyon kavramının yukarıda açıkladığımız şekilde analizi, Merton’ın değişme yaklaşımına katkıda bulunmaktadır. Şayet sistemdeki unsurların “bilinen ve arzu edilen” açık işlevlerinin yanı sıra “bilinmeyen ve arzu edilmeyen” gizli işlevleri de varsa, bunun da ötesinde ahengi sağlayan -olumlu işlevler ve ahengi bozan -olumsuz- işlevlerin varlığı söz konusuysa, bu işlevlerden birinin ya da diğerinin ön plana çıkması olumlu veya olumsuz yönde sosyal değişmelere neden olacaktır.

Merton olumsuz yöndeki sosyal değişmenin ortaya çıkardığı durumu “anomi” kavramıyla ifade eder. “Anomi” Durkheim’in, “bir toplumda ya da bir grupta meydana gelen göreli kuralsızlık” halini ifade etmek üzere sosyolo jiye kazandırmış olduğu bir kavramdır. Merton bu kavramı geliştirmiştir.

Toplum yapısını, “kültürel yapı” ve “sosyal yapı” olarak ikiye ayıran Merton, bu iki yapı arasında uyumsuzluk olduğu zaman ortaya çıkan duruma “anomi” adını verir. Anomi kültürel yapının normlarının yıpranmış olma durumudur. “Basit” ve “şiddetli” olmak üzere ikiye ayrılır. Basit anomi, toplumdaki değer çatışmalarından doğan huzursuzluk halini ifade ederken, şiddetli anomi çatışma ve huzursuzluğun had safhaya gelmesini, sistemin çürümesini ve çözülmesini belirtir.

Yapısalcılık (Strüktüralizm)

Dilimize “yapısalcılık” olarak tercüme edilen strüktüralizm, özellikle 1950’lerden itibaren Batı’da oldukça popüler olan, sosyal bilimlerin yanı sıra, matematikten sibernetiğe kadar geniş bir alanda etkili olan bir düşünce akımı dır. Böylesine geniş bir bilimsel alanda kullanıldığından tanımlanması oldukça güçleşen strüktüralizm, farklı araştırmacılar tarafından değişik biçimlerde takdim edilmektedir. Bu biçimler onun ‘teori’, ‘bilimsel yöntem’, ‘araştırma yönelimi’ veya ‘çözümleme biçimi’ olmasından bir ‘felsefe’ olarak görülmesine kadar uzanmaktadır. Strüktüralizmin önemli teorisyenlerinden biri olan Claude Ldvi-Strauss, onu ‘bilimsel yöntem’ olduğunda ısrarlıdır.

Yapı (structure) kavramının kaynağına bakıldığında öncelikle Radcliffe Brown yoluyla Spencer’ın organik teorisi ve daha sonra L yoluyla Ferdinand de Saussure’ün dilbilimi (linguistic) ile karşılaşılır. Spencer, 1876’da ilk cildini yayınladığı Sosyolojinin ilkeleri isimli eserinde canlı varlıklarla toplum arasında geniş paralellikler kurmuş, toplumun bir “organizma” olarak değerlendirilebileceği” ve bu nedenle “sosyal organizma” olarak isimlendirilebileceği sonucuna ulaşmıştı. Comte’da “sosyal statik” olarak ifadesini bulan toplumun süreklilik arz eden nitelikleri için Spencer “sosyal yapı” kavramını kullanmış; terim daha sonra, Radcliffe-Brown tarafından daha belirli bir hale getirilerek İngiliz sosyal antropolojisine taşınmıştır. Strüktüralizmin diğer kaynağı Ferdinand de Saussure Cours de Linguistique Gdnerale (Genel Dilbilim Dersleri) isimli -vefatından sonra öğrencileri tarafından yayınlanmış olan (1916)- eserinde, dilin bir sistem olarak incelenebileceğini ve kendine Özgü bir sistem olduğunu ileri sürmüştü. Ne var ki, bu iki kaynağın yapı kavramından anladıkları son noktada birbirlerin den oldukça farklıdır. Radcliffe-Brown’un yaklaşımı genel olarak fonksiyonalizm içinde değerlendirildiğinden biz burada, 1949 yılında yayınladığı Structures Elementaires de la Parent6 (Akrabalığın Temel Yapıları) ve 1958’de yayınladığı Anthropologie Structurale (Yapısal Antropoloji) isimli eserleriyle strüktüralizm teriminin popüler olmasında büyük payı bulunan Levi-Strauss’un yaklaşımı üzerinde duracağız. L özellikle akrabalık, mitler ve din üzerinde yaptığı sosyal antropolojik çözümlemelerden etkilenen sosyologiar, strtiktüralist kavramları medya, ideoloji ve bir bütün olarak kültür alanlarına uygulamışlardır.

Strüktüralistlerin ortak özelliği, bir olgunun açıklanmasında maziye başvurmak yerine yapıları ve yapılar arası ilişkileri vurgulamalarıdır. Kullanıldığı yere göre farklı anlamlar belirten ‘yapı’ kavramı, genel anlamıyla izafi de olsa kalıcılık arz eden bütünlükleri ifade eder. Bottomore, Sociology isimli kitabında “sosyal yapı kavramının çeşitli kullanımları arasında bana en yararlı görüneni, sosyal yapıyı toplumdaki en önemli grupların ve kurumların ilkelerinin bütünü olarak değerlendirenidir” der. Strüktüralizmi, “her tür toplumsal araştırmaya uygulanabilecek bir yöntem” olarak takdim eden Levi-Strauss; yapı kavramını, birçok özelliğe sahip bir model olarak değerlendirir. Ona göre bu özelliklerin ilki, ‘yapı’nın birçok öğeden müteşekkil bir sistem oluşturmasıdır. Öyle ki, bu öğelerden hiçbirinin sistemin diğer öğelerinde bir değişiklik meydana getirmeden değişmesi mümkün değildir. İkinci olarak ‘yapı’, aynı tür yapı gruplarını oluşturmayı sağlayacak bir dizi dönüşümü düzenleme imkanı vermelidir. Üçüncü olarak, ‘yapı’nın özelliklerinden bir veya birkaçı üzerinde bazı düzenlemeler yapıldı ğında, ‘yapı’nın nasıl bir tepki göstereceği tahmin edilebilmelidir. Son olarak ‘yapı’, gözlemlenen bütün olguları hemen anlaşılır kılacak bir biçimde kurulmuş olmalıdır.

Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre, strüktüralizm, sosyolojik çözümlemeyi, olguların görüntülerinin ötesinde yer alan ‘yapı’lara dayandır makta; dolayısıyla, fertlerin bilinçli davranışlarını bir kenara itmekte; ayrıca, zaman faktöründen de bağımsız hareket etmektedir. Özlü bir ifade ile söylemek gerekirse, strüktüralizm sosyolojiyi ‘aktörsüz’ ve ‘tarihsiz’ olarak kur maya çalışan bir teoridir.

Burada daha önce fonksiyonalizmi açıklarken işaret ettiğimiz bir hususu strüktüralizm için de tekrarlayalım: Striiktüralizm strüktüral analizi aşan bir iddiadır. Yapıların çözümlenmesi anlamına gelen strüktüral analiz tüm sosyolojik yaklaşımların toplumu anlamak için yararlandığı bir araçtır. Struktüralizm ise yapıların çözümlenmesiyle toplumun yeterince anlaşılabileceğini ileri sürmektedir. Aradaki farklılık ‘gereklilik’ ve ‘yeterlilik’ terimleri arasındaki farklılıktan ibarettir.

Yapı kavramıyla ilgili yukarıda yaptığımız açıklama çerçevesinde, Radcliffe-Brown ile Levi-Strauss arasında bir farklılık yoktur. İkisinin görüşlerinin “İngiliz strüktüralizmi” ve “Fransız strüktüralizmi” olarak isimlendirilmesine neden olan farklılık, Levi-Strauss’un yapı kavramına yüklemiş olduğu yeni ve psikolojik anlamdan kaynaklanmaktadır. Felsefeden gelen Levi-Strauss’a göre, sosyal yapıyı anlamak için öncelikle insan aklının evrensel yapısına inmek gerekir. Bu yapı, ben (ego) ve diğerleri (autres) arasındaki diyalektik çatışmadan doğar. Sosyal yapı, “ben” ve “diğerleri” arasındaki “karşılıklılık” (r ilkesi çerçevesinde şekillenen ilişkiler tarafından oluşturulur. Karşılıklılık ilkesi, diyalektik ilişkinin yumuşatılmasını ve uzlaşmanın sağlanmasını ifade eden bir kavramdır. Bu durum hediye alıp verme ya da evlilik gibi bir çok olguda görülmektedir. Evrensel olan bir psikolojik ihtiyacı yansıtan bu olgular incelendiğinde diyalektik çatışma ve çatışmayı uzlaşmaya dönüştüren karşılıklılık ilişkisi kolayca görülebilir. Anlaşıldığı üzere Levi strüktüralizmini İngiliz strüktüralizminden ayıran husus, bilinçdışı mekanizmalara ağırlık vermesi ve sosyal yapının, zihindeki semantik veya kavramsal yapıların yankısı Olduğunu ileri sürmesidir.

Sembolik Etkileşimcilik

Psikoloji geleneğinden gelen bir Amerikan sosyolojisi ekolü olan sembolik etkileşimcilik, özellikle sosyal eylem ve fertlerin bu eylemlere yükle dikleri anlamlar üzerinde duran bir teoridir. Sembolik etkileşimciliğin gelişmesinde, “insanların birbirleri hakkındaki tasarımlarının toplumun katı ger çekleri Olduğunu” vurgulayan C. H. Cooley’in, “insanların öznel tanımlamalarının nesnel gerçek sonuçları olduğunu” ileri süren W. 1. Thomas’ın ve özellikle de, sosyal davranışın hem öznel, hem de nesnel boyutu üzerinde duran G. H. Mead’ın önemli payı vardır. Mead’ın bu yaklaşımı, Cooley’ın psikolojist ve Durkheim’in sosyolojist yaklaşımlarının ortasında yer almaktadır. Sosyal davranışın öznel ve yoruma açık yönleri üzerinde duran sembolik etkileşimciliğin ferdi, kısmen özgür bir birim olarak görmesinde Weber’e dayanan metodolojik bireyselcilikten gelen Weber etki fark edilmektedir.

“Sembolik etkileşimcilik” terimi, etkileşim teorisinin önemli isimlerin den biri ve bu teorinin temellerini hazırlamış olan G.H. Mead’ın öğrencisi olan H. Blumer’e aittir. Mead ve Blumer’in yanı sıra bir çok sembolik etkileşimcinin Chicago Üniversitesine mensup olması nedeniyle, söz konusu teori “Chicago Okulu” ya da “Chicago Geleneği” olarak da anılmaktadır.

Chicago Üniversitesi sosyologlarının Amerikan sosyolojisine önemli etkileri olmuştur. Ama aynı üniversitede çalışmaları nedeniyle bu sosyologların homojen bir grup oluşturdukları söylenemez. Aynı çatı altında çalışanlardan, l950’lere kadar etkili olan demografi ve istatistike ağırlık veren bir sosyolojiyi benimsemiş W. Ogburn gibi sosyologlar bir yana, sembolik etkileşimci olarak tanınanlar bile kendi içlerinde farklılıklar arzeder Bu nedenle sembolik etkileşimciliğin, 1920’Ierden l950’lere kadar C. H. Cooley, W. 1. Thomas, R. E. Park ve G. H. Mead gibi sosyolog/sosyal psikologların oluşturduğu temeller üzerinde, H. Blun3er ve E. Goffman gibi sosyologlarca geliştirilen, bünyesinde ayrıntıda birbirinden farklı düşünceleri barındıran sınırları kısmen belirsiz bir sosyoloji geleneği olduğunu söyleyebiliriz. A. Schutz’un çalışmalarından doğan sosyolojik fenomenoloji, H. Garfinkel’in etnometodoloj isi, H. Sacks’ın konservasyonel (conservationnelle) çözümlemesi, A. Cicourel’in kognitif sosyolojisi az ya da çok bu analiz çerçevesi içinde düşünülebilir. Fransa’da günlük hayatın sosyolojisine duyulan ilgi bu akımdan ilham almıştır.

Sembolik etkileşimcilik temelde “birey”e vurgu yapar. Belirli bir nesnel durumun bireylerde değişik öznel yorumlara yol açtığına ve bu durumun sos yal hayatta yaygın bir biçimde görüldüğüne dikkati çeken sembolik etkileşimciler, bu gerçeği irdelemeyen yaklaşımların sosyal realitenin uzağına düşmeye mahkum olduğunu iddia ederler. Görüldüğü üzere bu yaklaşım, çıkış noktasından itibaren fonksiyonalist, strüktüralist ve Marksist biçimleriyle genel sosyolojik yaklaşımla çatışmaktadır. Nitekim sembolik etkileşimciler, sosyolojinin “yapı” ve “kurum” gibi temel kavramlarına da sıcak bakmazlar. Onlara göre insan, madem ki sürekli bir oluş halindedir; sosyal düzenin de tamamlanmış bir olgu olarak düşünülmesi mümkün değildir, yani “yapı”dan söz edilemez. Yapı kavramı yerine, “farklı katılımcıların farklı eylemlerde bulunmalarının toplumsal organizasyonu” olarak tanımladıkları “birlikte eylem” (joint action) kavramını tercih eden sembolik etkileşimciler, örneğin “aile kurumu” yerine “aile birlikteliği (collectivity) demeyi uygun görürler. Çünkü kurum kavramının içeriğinde bir durağanlık vardır. Halbuki aile sürekli oluş halindedir. Örneğin kan-koca ve iki aylık bir bebekten oluşan bir ailedeki karı-koca ilişkisi, bebek altı yaşına geldiği zaman aynı olmayacaktır. Bu nedenle sembolik etkileşimciler, toplumsal rollerin de basit tanımlarının yapılamayacağını ileri sürerler.

Etkileşim teorisi adından da anlaşılacağı üzerine ‘sembollerin sosyoloji si’dir. Bir varlığın zihindeki görüntüsü olarak tanımlayabileceğimiz semboller, insana özgü bir gerçekliktir. Hayvanlar aleminde karşılıklı ilişki semboller aracılığıyla değil, seslerin ve hareketlerin karşılıklı olması (etki-tepki) il kesiyle gerçekleşir.

Semboller sosyal etkileşme sürecinde şekillenen konuşmayı, düşünmeyi, anlaşmayı sağlayan araçlardır. Etkileşme sürecinde farklı imajların devreye girmesi, bir varlığın değişik sembollerinin oluşmasına neden olur. Örneğin, domuzu iğrenç bir hayvan olarak gören bir kültür ortamında büyüyen kişi ile domuz etiyle beslenilen bir ortamda büyüyen kişinin zihinlerinde domuzun sembolleri farklı olacaktır. Aynı kültür ortamında bulunan kimseler arasında belli bir durumun/varlığın sembollerin farklı olmasının sebebi ise, etkileşme sürecinde etkisi olan tam olarak bilinmesi ve hesaba katılması imkansız pek çok faktörün devreye girmesidir.

Sembol farklılaşmasını netleştirmek için vermiş olduğumuz bu örnek, etkileşimcilerin kültürel yapıya vurgu yaptıkları şeklinde düşünülmemelidir. Aksine onlar, eylemin kaynağında “dış” faktörlerin olduğunu ima eden yapı sal fonksiyonalistlerden farklı olarak, eylemlerin kişilerin zihinlerinde yapmış oldukları anlamlandırmanın bir sonucu olduğunu düşünürler ve buna

-Blumer’in ifadesiyle- “sembollere dayanarak eylemde bulunma” adını verirler.

“Benlik” (seli), “ayna-benlik” (looking-glass seli), “bireysel benlik” (“1”), “sosyal benlik” (“me”), “başkasının rolünü alma”, “durum tanımı”, “önemli başkası” (significant other) ve “genelleştirilmiş başkası” (generalized other) gibi terimler sembolik etkileşimcilerin temel kavramlarıdır. “Benlik”, çevrenin bir kişi hakkındaki algısını ifade eden “kişilik” kavramından farklı olarak, o kişinin zihnindeki “kendisi”dir. Başka bir deyişle, kişilik çevrenin zihnindeki “ben”, benlik ise “benim zihnimdeki ben”in adıdır. Mead, benliği “bireysel benlik” (“1”) ve “sosyal benlik” (“me”) olarak ikiye ayırmıştır. Bu iki kavramı bir örnekle açıklayabiliriz : Ben, sosyal çevremin beni mutlu bir kimse olarak tanıdığını düşünmemin yanı sıra -sosyal benlik-, gerçekten mutlu olduğumu ya da olmadığımı da -bireysel benlik- düşünürüm. Cooley bu kavramlara bir de “ayna-benlik” kavramını eklemiştir. Ayna-benlik, gün lük ilişkilerimizde çevremizden aldığımız bizimle ilgili mesajların benliğimize yansıması durumunu ifade eden bir kavramdır.

Etkileşimcilerin diğer kavramlarını kısaca tanımlayacak olursak, “başkasının rolünü alma”, “kişinin kendini başkalarının yerine koyması ya da şeyleri başkasının gördüğü gibi görmesi” demektir. “Durum tanımı”, bir var lığın “ne olduğu”nu değil -ki bunu bilmemiz mümkün değildir- “nasıl görün düğü”nü ifade eden bir kavramdır. Sembolik etkileşim teorisi, bir varlığı her kes aynı şekilde görüyorsa onun göründüğü gibi olduğunu kabul eder. “Önemli başkası” ve “genelleştirilmiş başkası” özellikle sosyalleşme süre cinde bir çocuğun zihnindeki birbiri ardınca şekillenen iki durumu ifade eden kavramlardır. Mead’ a göre çocuk önce anne ve baba gibi yakın çevresinden gelen mesajları zihnine yerleştirir -“önemli başkası”-; daha sonra yine zihninde “başkaları” olarak kümelendirdiği sosyal çevreyi fark etmeye başlayarak onlardan gelen -“genelleştirilmiş başkası”- mesajları da alır.

Yukarıdaki kavramlardan anlaşılacağı üzere etkileşimciler en çok, “düşünme kapasitesi”, “düşünme ve etkileşim”, “anlamlan ve sembolleri öğrenme”, “aksiyon ve etkileşim” ve “seçim yapma” gibi konular üzerinde durmaktadırlar. Bu konular yüzünden etkileşimciler, sosyoloji değil, “toplum felsefesinin bir çeşitlemesi”ni yapmakla eleştirilmişlerdir.

Etkileşimciliğe yöneltilen diğer eleştirileri şöyle sıralayabiliriz:

• Kuramsal temelinin zayıflığı,

• “Belirsizlik” alanını geniş tutması ve bu yüzden sınanabilirliğinin ol maması,

• Kavramlarının -özellikle Blumer’inkilerin- fazla bulanık, zor ve karma şık olması,

• Mikrososyolojik bir yaklaşım olma iddiasına rağmen insanı salt zihin den ibaret bir varlık olarak görmesi; hisler, güdüler, bilinçaltı gibi faktörleri ihmal etmesi ve bu yüzden -iddiasının aksine- yeterince mikrososyolojik olamaması,

• Siyaset ve iktisat gibi makro değişkenleri hesaba katmadığı için sosyal değişme sürecini açıklayamaması.

Bu son eleştiri genç etkileşimcilerin makrososyolojik yaklaşımları sembolik etkileşimciliğe yerleştirme çabasına girmelerine neden olmuş; ama ortaya koydukları çalışmalarla etkileşimciliği, bu geleneğin ustalarının tanıyamayacakları bir noktaya doğru sürükledikleri ifade edilmiştir.

Çatışma Teorileri

Yeni Marksizm

Çatışma teorileri, esas itibarıyla, Marx’ın “tarihi materyalizm” ve “diyalektik metod” ile temellendirdiği teorisinden ilham alan görüşler manzumesi olarak tanımlanabilir. Bilindiği üzere Marx, tarihi materyalizm ile, sosyal yapının iktisadi ilişkilerle (alt-yapı) şekillendiğini ileri sürmüş; diyalektik metod ile de, her yapının kendi zıddını bünyesinde barındırdığını ve bu zıtların gelişmesi ile ortaya çıkacak “çatışma”nın yeni bir sentezi meydana getireceğini -başka bir deyişle, sosyal değişmenin “motor”unun sürekli bir “çatışma” olduğunu- iddia etmiştir.

Toplumun organik bir bütün değil bir ‘süreç’ olduğunu, sosyal değişme- nin kaynağı olan çatışma unsurunun mevcut yapının bünyesinde tabii olarak bulunduğunu, bu yüzden ‘çatışma’nın kaçınılmaz ve gerekli bir olgu olduğunu ileri süren toplumu bir bütün olmaktan çok zıtlaşan sınıfların zorunlu beraberliği olarak gören çatışma teorileri kendi içlerinde birçok farklı görüşler içermekle birlikte, ifade ettiğimiz bu temeller etrafında toplanan sosyolojik yaklaşımların genel bir isimlendirmesidir.

Çatışma teorileri sosyal yapının analizinde “tahakküm” ve “yabancılaşma” gibi iki temel kavramdan yararlanır. ‘Tahakküm’ üst sınıfların toplumu şekillendirme kapasitesini ifade eden bir kavramdır. ‘Yabancılaşma’ ise, tahakkümün yönetilen sınıfta kendini gösteren sonuçları dır. Yabancılaşma, artı-ürünün hakim sınıfın elinde olması gibi iktisadi, devletin burjuvazinin tahakkümünün aracı olması gibi siyasi, ya da dikey hare ketlilik ve ücret artışları ile halkın kültürel olarak, sömürüden kurtulma çaba sına giremeyecek şekilde şartlandırılması -yanlış bilinçlenme- gibi nedenlerle ortaya çıkan bir olgudur. “Kısaca yabancılaşma, “bilemez, isteyemez, yapamaz” veya “bilir, isteyemez, yapamaz” ya da “bilir, ister, yapamaz” gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Yani, tahakkümün kaynağı “onlar”dır:

Hakim sınıf ve devlet.”

Görüldüğü üzere çatışma teorileri, çeşitli sosyal farklılık ve eşitsizliklere rağmen insanlar birlikte yaşamaya devam ediyorsa “uzlaşma” ve “bütünleşme”nin temel olduğu düşüncesinden yola çıkan fonksiyonalizm, strüktüralizm ya da sembolik etkileşimcilik gibi teorilerle köklü bir ayrılık arz etmekte; ve yukarıda açıklandığı üzere, her şeye rağmen birlikte yaşıyor olma durumunun da teorik izahını yapabilmektedirler.

Çatışma teorilerini Marx’dan ilham aldıkları için “neo-marksizm” olarak isimlendirmek alışkanlık haline gelmiştir. Bu terimin getireceği yanılgıdan korunmak için kısa bir açıklama yapmak gerekiyor;

Sosyolojik bilgi, o bilgiyi üreten bilim adamının hayat hikayesinden ve içinde yaşadığı, düşüncelerini şekillendiren sosyo-kültürel iklimin şartlarından bağımsız olarak geliştirilebilen bir bilgi değildir. Marx’ın teorisi de XIX. yüzyıl Avrupa’ sina ait sosyal tarihin eseridir. İçinde yaşadığı ortamda mey dana gelen değişmeler ve düşüncelerini sürekli olarak geliştirmesi gibi sebeplerle eserlerinde görülen teorik farklılıklar, Marx hakkında “genç Marx” ve “olgun Marz” gibi sınıflamaların yapılmasına neden olmaktadır. Ama mantıksal bir zorunluluk olarak “Marx’ın…” dediğimiz zaman, bizzat ona ait olan düşüncelerden söz edildiğini anlarız. “Marksist” terimi ise, yine mantıksal olarak Marx’ın dışında, başka kimseler için kullanılır ve onun düşüncelerine bağlılığı, bu düşüncelerden yola çıkmayı ifade eder. Dolayısıyla ‘onun söylediği’nin ötesinde ‘ondan anlaşılan’ demektir. Bu anlayışların bağlılık iddia et tikleri teorinin muğlak bıraktığı konu ve kavramların çokluğuna oranla artan farklılıklar içermesi kaçınılmazdır.

“Neo-marksizm” özellikle 1930’lu yıllardan itibaren geliştirilen Marksist yaklaşımları ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Yukarıda yaptığımız açıklama çerçevesinde, “Neo-marksizm”in değil, “Neo-marksizmler”in olduğunu söyleyebiliriz. Her “neo” ile başlayan ifade, devamında gelen terimin içerdiği düşünceye bağlılığı belirtmenin ötesinde, onu eksik bulmayı, tamam lamayı, ve hatta aşmayı da iddia eder. Yine yukarıda sosyolojik bilginin özel liğine dair yaptığımız açıklama çerçevesinde, bilim adamının yaşadığı ve gözlemlediği dünyanın değişmesi bu yöndeki çabaları zorunlu kılar. Sosyal realite bir teorinin temel kavramlarını yararsız kılacak ölçüde değiştiği zaman, “neo”yla başlayan yaklaşımlar yetmez, “yeni” teorilere ihtiyaç duyulur.

Batı dünyasıyla sınırlı olarak baktığımızda, Marx’ın yaşadığı XIX. yüz yıl hızla ‘endüstrileşmekte’ olan, XIX. yüzyıl ise artık “endüstrileşmiş” olan bir dünya demektir. XXI. yüzyılın eşiğine geldiğimiz bu günlerde “endüstri ötesi toplum”dan söz ediyoruz. R. Dahrendorf, Marx’tan sonraki başlıca de ğişmeleri “sermayenin ayrışması” adını verdiği, üretim araçlarının mülkiyeti ile kontrolünün birbirinden ayrılmış olması; “emeğin parçalanması” adını verdiği, proletaryanın homojen bir grup olma özelliğini kaybetmesi; ve bu iki temel faktörün ortaya çıkardığı “yeni orta sınıf’ realitesi olarak sıralamış; ayrıca, “sosyal çatışmaların kurumlaşma”sından, yani sermaye ve emeğin örgütlenerek birbirlerini meşru çıkar grupları olarak görmeye başlamasından söz etmişti. Bu ifadeler ‘endüstrileşmekte’ olan toplumla “endüstri” toplumu arasındaki bazı farklılıkları göstermektedir. A. Touraine ise, “kültürel malların kitlesel olarak üretim ve dağıtımının, endüstri toplumunda maddi malların sahip olduğu türden merkezi bir konuma yerleşmiş olduğu” “endüstri-ötesi” denilen günümüz toplumundan söz etmekte; endüstri toplumunda demir-çelik, tekstil, kimya, hatta elektrik ve elektronik sektörleri ne ifade etmişse, bilgilerin, tıbbi bakımın ve bilişimin, yani eğitim, sağlık ve medyaların üretimi ve dağıtımının da günümüzde aynı şeyi ifade ettiğini belirtmektedir.

Böylesine köklü dönüşümlerin ortaya çıktığı bir dünyada Marx’ın teori sinin, önce “Marksist” daha sonra “Neo-Marksist” yaklaşımları gerekli kıl maması düşünülemez. Hatta günümüzde kavramlar zorunlu olarak daha da es netilerek, yukarıda belirttiğimiz temellerden yola çıkan teorisyenlerin düşünceleri “çatışma teorileri” adı altında toplanmakta ve ikiye ayrılarak “Marksist” ve “Marksist olmayan” çatışmacılardan söz edilmektedir. Bunlara ilaveten kendini “çatışmacı fonksiyonalist” veya “fonksiyonalist çatışmacı” olarak niteleyen sentezci teorisyenler de bulunmaktadır. Bizim burada bütün bu teorik gelişmeleri anlatmamız mümkün değildir. Bu nedenle daha sonraki çatışmacı teorileri önemli ölçüde beslemiş olan Eleştirel Teori’den kısaca söz etmekle yetineceğiz.

Eleştirel Teori (Frankfurt Okulu)

Toplumun işleyişini tahakküm süreciyle açıklayan Eleştirel Teori, “Çatışma Teorisi” ya da -1923 yılında Frankfurt Üniversitesi’ne bağlı Sosyal Araştırmalar Enstitüsü bünyesinde zengin bir iş adamı olan Felix Weil’ in sağladığı finansmanla çalışmaya başlayan bir grup sosyal bilimcinin oluşturduğu bir düşünce akımı olduğundan- “Frankfurt Okulu” adıyla da tanınmakta dır. Bu düşünce okulu temelde, sosyal kontrol mekanizmalarını hükmedilenleri baskılama aygıtları olarak görmüş; hükmedilen sınıfın, toplumun buyük çoğunluğunu oluşturmasına rağmen nasıl tahakküm altında tutulabildiğini çözümlemeye çalışmıştır. Eleştirel Teoriyi alışıla gelmiş sınıflandırma şemasıyla kendi içinde bütünlük arzeden, üniform bir sosyolojik düşünceler seti olarak ele almak zordur. Bununla birlikte ana hatlarıyla, aileden medyaya, ekonomiden devlete kadar uzanan geniş bir alanda, Marksist ve Freudyen kav r yapılmış tarih, kültür ve ekonomi araştırmaları olarak nitelenebilir.

Eleştirel Teori’nin tarihi dört safhaya ayrılarak incelenmektedir: C. Grunberg’in başkanlık yaptığı, Enstitü’nün yayınladığı dergide George Lukacs ve Karl Korsh’un da makaleler yazdığı 1923-33 dönemi; Max Horkheimer’in başkanlığında E. Fromm, H. Marcuse ve T. H. Adorno gibi önemli düşünürlerin çalışmalar yaptıkları 1933-50 dönemi -ki bu dönemde Amerika’ya göç etmek zorunda kalarak çalışmalarını orada sürdürmüşlerdir-; Almanya’ya dönülerek çalışmaların devam ettirildiği 1950-70 dönemi ve 1970’den günümüze kadar gelen dönem. Aslında Frankfurt Okulu, Adorno (1969) ve Horkheimer’in (1973) yılında ölümleri ile ömrünü tamamlamış, ama ismi yaşamaya devam etmiştir. Özellikle 1980’lerden itibaren J. Habermas’ın çalışmaları Eleştirel Teorinin yeniden canlanmasını sağlamıştır.

Eleştirel Teori, modern dünyanın -gerek kapitalist, gerekse komünist bütününe yönelik “ilk ciddi felsefi başkaldırı”dır. Modern dünyanın bir tarafında, marksizmi kitleleri kontrol altında tutmanın ideolojik temeli olarak kullanan, gerektiğinde baskı ve teröre de başvurmaktan kaçınmayan yeni komünist ülkeler, diğer tarafında vermiş olduğu maddi doyum ve “yanlış bilinç” nedeniyle çok daha güç fark edilen ince bir bireycilik ve tüketimcilik ideolojisiyle batılı kapitalist ülkeler yer almaktadır; ama sonuçta her ikisi de çalışan sınıfların gücünü zayıflatmakta ve devletin hakimiyetini artırmaktadır. Böyle bir dünyada Eleştirel Teori bürokrasi, teknoloji, medya ve devletin tüm saldırgan ve baskılayıcı güçlerinin arasında kalmış “bireylerin özgürlüğü için atılan bir çığlık” olmuştur.

Eleştirel Teori, analizini Marksist çerçeveden yapmakla birlikte diğer ideolojilerin yanı sıra klasik Marksizmi de eleştirmiştir. Marksizme yönelttiği eleştiriler, “çok determinist olması”, “iktisadi gücün tarihi gelişmedeki önemini abartması” ve “Stalin gibi diktatörlerin kitleleri baskılamasına yol açacak ölçüde bireyi küçümsemesi” üzerinde odaklanmaktadır. Ama bütün bu eleştiriler, Marksizmin ölmesini değil, çağdaş gelişmeler ışığında daha esnek, insani yönü daha güçlü bireyci sosyalist bir toplumun arzu edilmesini ve neo-marksizm olarak isimlendirilen çeşitli marksizan düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Eleştirel teori, gerek kitle toplumundaki, gerekse sosyoloji teorilerindeki konumuyla “birey”e itiraz etmekte ve bireyciliği savunmakta; Marksizm’deki ve sosyolojideki pozitivist yaklaşıma hücum ederek “öznelliği” ön plana çıkarmaktadır. İnsanın nefes alan ve yaşayan bir varlık olmanın ötesinde, rasyonel bir varlık olduğuna ve ancak Özgür rasyonel bir toplumda gerçek insan olabileceğine inanmaktadır.

Eleştirel Teoriye çeşitli eleştiriler getirilmiştir. Bunlardan başlıcaları:

• Teorik çerçevesinin yapısal bütünlüğünün olmayışı,

• Detaylı çözümlemelerden çok genellemelerden ibaret oluşu,

• Disiplinler arası bir yaklaşım olma iddiasına rağmen gerçekte günümüz toplumunun temelde felsefi olan dar çerçeveli bir çözümlemesini yapmış olması,

• Marksizme yeniden değer biçme iddiasına rağmen, onun kapitalist toplumdaki sınıfların analizi ve devrimci güç olarak çalışan sınıfların rolü gibi en önemli kısımlarını ihmal etmesi, -Eleştirel Teori bu yüzden “proletaryasız marksizm” (marxism without the proletaria) olarak isimlendirilmektedir.

• Bireylerin içinde bulunduğu şartların, günümüzde geçmişte olduğundan ve kapitalist toplumlarda komünist toplumlardan daha kötü olduğu iddiasını, tarihsel ve empirik olarak çözümlemede yetersiz kalması,

• Savaş sonrası Batı toplumlarında bireysel özgürlük alanının sürekli genişlemesini görmezlikten gelmesi ve günümüz insanı için “sokaktaki vatandaş” (man in the street) yerine “orta sınıf burjuva” modelini kullanması,

• Aynı şekilde, ücretliler kategorisinde meydana gelen büyük çeşitliliği, tahakküme ve kapitalizme direnen grupların varlığını, modern ticari birliklerin gücünü, kadınların Özgürlüğü ve Öğrenciler, etnik gruplar ya da çevreciler gibi diğer radikal hareketlerin yükselişini, devletin gücüne karşı büyük sermaye ve teknolojinin gücünü bilmezlikten gelişi.

Yeni Sosyoloji Teorileri

Etnometodoloji

Etnometodoloji, 1960’lı yıllarda California Üniversitesi Öğretim üyelerinden Harold Garfinkel tarafından geliştirilen, günlük hayatımızdaki sosyal ilişkilerin analizine yönelik yeni bakış açıları sağlayan bir teoridir. Buradaki “etno” (ethno) teriminin “etnoloji”ye yönelik çağrışımı yanıltıcıdır. “Etnometod” olarak okunması gereken terim, ‘herhangi bir sosyal oluşumun üyelerinin eylemlerinde kendini gösteren metod’ anlamına gelir. Sondaki “loji” (logy) eki bilimsel inceleme demektir. Yani, etnometodoloji “etnometodlar”ın bilimi anlamına gelir. Kavramın analizi teorinin temel iddiasını görünür hale getirdiği için bu ifadeyi biraz açalım:

Garfinkel, sosyal aktörlerin yaptıkları eylemlerin bilincinde olduklarını düşünmektedir. İnsanlar neyi, nasıl ve niçin yaptıklarını bilmektedirler. Yani faaliyetlerinin “metod”unun da sahibidirler. Bireylerin bu “içsel bilgi” ve “metod”la yapmış oldukları eylemlerin bütünü sosyal realiteyi oluşturur. Etnometodoloji, tüm bireylerin sahip oldukları bu işsel bilgi ve metodla yapmış oldukları eylemleri bilimsel olarak incelemeyi amaçlamaktadır. Anlaşıldığı üzere etnometodoloji, “toplumun sıradan üyelerinin sağduyulu faaliyetleri”ni konu edinmekte, “gündelik yaşamın örtük kurallarını ve planlı doğasını su yüzüne çıkarmayı” hedeflemektedir.

Yaygın sosyoloji anlayışının radikal bir eleştirisi olarak dikkatleri çeken bu teori, sosyoloji bilgisini ve bu bilginin realiteyi ne ölçüde yansıttığını, bilim adamının ‘tarafsızlığı’ ilkesinden başlayarak sorgular. Bu konuda Garfinkel, çok sözü edilen bir deney yapmıştır. Bir grup öğrencisinden evlerine döndükleri zaman her zaman olduğu gibi değil, günlük bilgilerinden, yaşadıkları hadiselerden ve duygusal hallerinden kopmuş biri gibi davranmalarını ister. Öğrenciler aile fertlerinin yanında bir “yabancı”yı oynayacaklar; neler yaşadıklarını ertesi gün tasvir edeceklerdir. Garfin bu durumu “davranışlandırılmış tasvirler” (behavionzed descriptions) olarak isimlendirir. Böyle bir durumda öğrencilerin yapacakları tasvirler bir sosyal amnezi (toplum hayatıyla ilgili günlük sıradan bilgilerin bütününün unutulmuş ol ması) durumunu yansıtacaktır. Bu sosyal amnezi durumunu, ev halkı çok büyük bir ihtimalle bir hastalık olarak değerlendirecektir. Nitekim tasvirlerde, ev halkının öğrencilere “hasta mısın?”, “dün gece çok mu çalıştın?” gibi sorular yöneittikleri görülür. Öğrencilerin aşırı nezaketinden diğer aile fertleri rahatsız olmuş ve sinirlenmişlerdir. Garfinkel buradan sosyologun rolüyle ilgili bir değerlendirmeye gider. Sosyolog, içine girdiği ortamda nezaketi, heyecan yokluğu, sosyal amnezisi ve objektiflik taslamasıyla yukarıdaki öğrenciyi andırmaktadır. Sosyal realitenin böyle bir ilişkiyle anlaşılması mümkün değildir. Bilim adamının objektif olma çabası, kendisi ile olgu arasında sun’i bir mesafe oluşturmakta; bu mesafe “sosyal eylemi örten bir objektiflik peçesi” meydana getirmektedir. Garfinkel bu olumsuzluğun, “duygusal hayatın sosyolojisi”nin geliştirilerek aşılabileceğini söyler.

Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan kısmen anlaşılacağı üzere etnometodologlar, günlük hayattaki yüz yüze ilişkilerin analizi üzerinde yoğunlaşmakta ve empirik gerçeği inceledikleri insanların bakış açısıyla açıklamaktadırlar. Bunun için “dil”in önemi üzerinde durmakta ve sosyal realitenin “öznel” boyutunu önemsemektedirler. Saydığımız bu özellikler aynı zamanda, etnometodologların sembolik etkileşimcilerle ortak oldukları hususlardır. Bize göre her ne kadar sembolik etkileşimcilik ile etnometodoloji arasındaki ilişkinin düzeyi tartışmalı bir konu olsa da, şunu söylemek mümkün dür: Sembolik etkileşimciliği daha felsefi olan düzleminden alıp “alan”a indirdiğimizde sosyolojik bir düzleme oturacak ve bu dönüşümün zorunlu kıldığı farklılıklar yeni bir kisveye bürünerek etnometodoloji olarak şekillenme sine neden olacaktır.

Etnometodolojinin temel düşüncelerini dört başlık altında özetlemek mümkündür:

• Sosyal olgular dış dünya tarafından bireylere zorunlu olarak benimsetilmez. Onları gerçekleştiren pratik etkileşimlerle oluşurlar. Bu düşünce etnometodolojik terminolojide “pratik gerçekleşme” (accomplissement pratique) kavramıyla ifade edilir.

• Bireyler kendi faaliyetlerini anlama yeteneğine sahiptirler. Bu düşünce “refleksivite” (reflexivitd) kavramıyla ifade edilir.

• Gerçekleştirilen faaliyetlerin anlamını belirlemek için o faaliyetin ger çekleşmesini sağlayan bilgi ve kaynakları ortaya koymak gerekir. Bu bilgi ve kaynaldar “içsel” (savoirs implicites) ve “zımni”dir (ressources tacites).

• Dil ancak, kullanıldığı somut durumlarla bağlantılı olarak anlaşılabilir. Kelimeler, ifade edildikleri özgün ortam içinde gösterge olabilirler. Bu durum “dizinlilik” (indexialitd) kavramıyla anlatılır.

Etnometodolojiye pek çok eleştiri yöneltilmiştir. Bu eleştirilerin başlıcaları.

• Etnometodoloji sadece tasvirlerle yetinip büyük teoriler geliştirmemektedir. Bu yüzden sıkıcı ve usandırıcı olmakta, bir sonuca ulaştırmamaktadır.

• Etnometodoloji sosyal ve siyasal farklılıkların insanların davranışlarında ya da toplumun yapısında meydana getirdiği etkilerin gerçek bir değerlendirmesini yapmayı başaramamaktadır.

• Pek çok insanın gündelik hayatını açıklarken savaş ve işsizlik gibi durumların gündelik hayatı nasıl etkilediğine değinmemektedir.

• Yapmış olduğu eleştiri son noktada etnometodolojinin kendisini de vurur. Daha açık bir ifadeyle, madem ki etnometodoloji hiçbir bilimsel tasvirin realiteyi, sıradan insanın kendi hayatına verdiği anlamdan daha iyi açıklayamayacağı iddiasındadır; bu durumda etnometodolojinin yaptığı bunca çalışmanın bir anlamı kalmaz.

Jenetik Strüktüralizm (Post-strüktüralizm)

Post-strüktüralizm ya da jenetik (gdn strüktüralizm, 1950’lerden itibaren, özellikle Pierre Bourdieu’nin temeli strüktüralizme dayanan orijinal çalışmalarıyla şekillenen bir teoridir. Günümüz Fransız sosyolojisinin önemli bir temsilcisi olan Bourdieu, birbirlerine zıt konumlarda olan Marx, Durkheim ve Weber’i sentezleyerek “yapısalcı yapımcılık” (constructivisme structuraliste) adını verdiği kendi sosyoloji anlayışını geliştirmiştir. Bourdieu teorisini şöyle özetler: “Çalışmamın hususiyetlerini iki kelime ile ifade et mem gerekirse… “strüktüralist yapımcılık” veya “yapımcı strüktüralizm” diyebilirim. Burada ‘strüktüralizm’ sözcüğünü, Sausser’ci ya da L geleneğin ona yüklediği anlamdan çok farklı bir anlamda kullanıyorum. ‘Strüktüralizm’ veya ‘strüktüralist’ sözcüğü ile kasdettiğim; sosyal dünyanın kendisinde, sadece dil, efsaneler.. ve benzeri sembolik sistemlerinde değil, ajanların** istek ve arzularından ayrı, onların hareketlerini ve temsillerini engelleme veya yönlendirme yeteneği olan objektif yapıların da olduğudur. ‘Yapımcılık’ (constructivisme) sözcüğü ile de, ‘habitus’ adını verdiğim, algı, düşünce ve eylem şemalarının meydana getirdiği bir ‘sosyal oluş’un varlığını belirtmek istiyorum…”

Görüldüğü üzere Bourdieu, temelde Ldvi-Strauss’u takip ederek, “alan” (champ) adını verdiği sosyal ilişkilerin yapısına, bireylerin tutum ve davranışlarından daha çok önem vermektedir. L farkı, “alan”a

-yapıya- ilaveten “habitus”un varlığını göstermesidir. Ona göre “alan” ile “habitus” arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Alan habitusu yapılandırmakta, habitus da alanın anlam ve değer yüklü belirli bir dünya olarak şekillenme sine katkıda bulunmaktadır. Dikkat edilirse Bourdieu’nün, strüktüralizmin “yapı”ya verdiği önem nedeniyle sosyal değişmenin izahında yetersiz kalan yönünü, “habitus”la aşmaya çalışmaktadır.

Habitüs, tıp dilinde, vücudun dışarıya yansıyan tutumunu, davranış ve mimiklerini, hatta nefes alış biçimini ifade eden bir terimdir. Bourdieu tarafından, sosyal ajanların toplumsal köklerinden ve statülerinden kaynaklanan ‘oluş’ biçimlerini belirtmek amacıyla sosyoloji diline taşınmıştır. Bireylerin sosyal faaliyetlerini yönlendiren içsel eğilimlerin tamamını ifade eder. Başka bir deyişle, “belli bir zaman ve mekana ait sosyal koşulların kafamıza yerleştirdiği kazanılmış niteliklerin, algı, takdir ve eylem şemalarının bütünü” şeklinde de tanımlanabilir.

Bourdieu ise, kavram hakkında, ‘habitude’ (alışkanlık) sözcüğü ile eşanlamlı algılanma yanlışının da önünü almaya yönelik şu açıklamayı yapar:

“Habitus kavramı, ‘alışkanlık’ terimini çağrıştıran şeylerle ilgili görünürken, esas olarak bir hususda ondan ayrılır. ‘Habitüs’, kelimenin kendisinden de anlaşılacağı gibi, kişi tarafından benimsenen, kalıcı bir tarzda benliğin bir parçası olan şeylerdir. Yani kavram, tarihi bir süreçle ilişkilidir. Ama bu tarih, ferdin tarihi, yani özgeçmişiyle al halde, niçin ‘alışkanlık’ demiyoruz? ‘Alışkanlık’, tekrarlayıcı, mekanik, otomatik, üretici olmaktan çok üretilen şeyleri çağrıştırıyor. Ben ise ısrarla, ‘habitüs’ün üretici (gdndrateur) bir şey Olduğu görüşündeyim. ‘Habitüs’, daha hızlı ilerlemeye yönelik, faali yetin objektif mantığını üretmeye yarayan, fakat aynı zamanda, bir değişmeye de yol açan bir vasıtadır. Kendimize özgü üretimlerimizi yapmamızı sağlayan değişimci araçlar (machines) alanıdır. Ne var ki, üretim durumlarını tanıma dan ürünleri tanımaya geçiş, basitçe ve mekaniki olamayacağından, ‘habitüs’ün izafi olarak önceden görülmesi mümkün değildir.”

Bourdieu’nün “habitus” kavramı, sosyal ajanların sosyal sistemin kurallarına tam anlamıyla uymayıp, “stratejiler” geliştirme kapasitesinde olduklarını göstermekte, böylece değişme olgusunu açıklamaya katkıda bulunan bir açılım sağlamaktadır. Ama habitusun “alan” -yapı- tarafından belirlenen karakteri nedeniyle, eylem/yapı ikilemi açısından bakıldığında Bourdieu’ nün “yapı”ya ağırlık verdiği görülür. Bu özellikleri nedeniyle bazı sosyologlar, klasik strüktüralizmin sınırlarını aşan bu teoriyi “post-strüktüralizm” olarak isimlendirmişler; bazıları ise, öncekini “mekanik strüktüralizm”, Bourdieu strüktüralizmini de “jenetik strüktüralizm” olarak adlandırmayı tercih etmişlerdir.

Sosyolojinin pek çok alanında önemli çalışmalara imza atmış olan Bourdieu, yukarıda ifade edilen yaklaşımını, sosyolojik bilginin niteliği üze rinde duran “metasosyoloji” ya da “sosyolojinin sosyolojisi” adı verilen alana da götürür. Sosyolojik bilgi madem ki sosyal bir üretimdir; o halde kaçınılmaz olarak kendisini önceleyen alanların -sosyal yapının- şekillendirdiği bir bilgi olacaktır. Görüldüğü üzere Bourdieu bu noktada strüktüralizmin pozitivist niteliğinden uzaklaşarak, bilgiyi sosyal yapı analizinin içine yerleştiren sosyolojik bir fenomenolojiye yönelmektedir.

Bourdieu’nün teorisinin bir diğer yönü de, sosyal sınıflar ve tahakküm ilişkileri üzerinde durması ve bunu çeşitli saha araştırmalarıyla ortaya koymasıdır. Ütopik sosyalistlerden, Marx ve Sorel’e kadar uzanan bir tarihi olan bu yaklaşıma Bourdieu’nün orijinal katkısı, tahakküm ilişkisinin temeline ekonomiyi değil, kültürel pratikleri ifade eden “semboller”i yerleştirmesidir. Mekanik ve jenetik strüktüralizmler arasındaki temel farklılık; sosyal yapı ile sembolik yapıların özdeş kabul edilip edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Mekanik strüktüralizm bu iki yapıyı özdeş kabul eder ya da birbirine karıştırırken; jenetik strüktüralizm ikisini ayrı ayrı incelemekte ve aralarına gizlenmiş olan sayısız ilişkiyi sorgulamaya çalışmaktadır. Bourdieu’ nün kültürel pratiklerle kendini gösteren “sembolik” alana yaptığı vurgu, Marksist teori den uzaklaşarak Weber’e yaklaşmasını sağlamaktadır.

‘Semboller’ kavramı, esas olarak, pozitivist toplum anlayışının “doğal toplum” n kabul etmeyen, yorumsamacı (hermeneutic) yaklaşımın “sembolik toplum” modeline dayanmaktadır. Bilindiği üzere, doğal toplum modeli, sosyal sistemin doğal dürtü ve zorunluluklarla şekillendiğini, toplum hayatındaki değerler silsilesinin faaliyet alanlarının bir türevi Olduğunu ileri süren bir modeldir. Sembolik toplum modeli ise, değerler ve anlamlara öncelik tanıyan; sosyal yapının kültürel öğelerini, fertlerin günlük hayatı yorum lamasını sağlayan değer ve anlamlar bütünü olarak gören bir yaklaşımdır. Toplumun anlaşılması güç olan karmaşık yapısının bir sonucu olarak, insanlarda var olan somutlaştırma ve basite indirgeme eğilimi, onlara bir dizi sem boller verilerek karşılanır. “Semboller zihni kurgulardır: insanlara anlamlandırma araçları sağlarlar. Bunu yaparken de, kendileri için topluluğun sahip olduğu özel anlamları ifade etmenin yollarını da belirlerler.”

Sosyal hayatı algılama ve anlamlandırma aracı olan ‘semboller’ Bourdieu’nün, klasik Marksist söylemi aşmasını sağlayan araçlardır. Marksist söyleme göre iktisadi alandaki farklılıklarla birbirinden ayrılan ‘hükmedenler’ ile ‘hükmedilenler’ ve aralarında cereyan eden ‘çatışma’, işin sadece bir boyu tudur. Halbuki, esas mücadele sembolik alanda olmakta; ve bu mücadele, ‘keyfi iktidar’ın keyfiliğini görünmez hale getirmekte ve tahakkümü ‘meşru tahakküm’ haline dönüştürmeye yaramaktadır.”

Yine Bourdieu, toplumsal alanın objektif bir varlığının olduğunu kabul etmekte, spekülayon yapmak yerine, istatistik yöntemlerle bu varlığı ortaya çıkarmaya çalışarak sosyolojiyi bir bilim olarak yeniden inşa etmek istemektedir. Bu özelliğiyle Durkheim’e yakın olduğu görülen Bourdieu, bütünleşme ve anomi gibi kavramlara ilgi göstermemesiyle ondan uzaklaşmaktadır.

Görüldüğü üzere jenetik strüktüralizm, Marx’tan sınıf ve tahakküm iliş kilerini, Weber’den bireyi ve kültürel pratiklerini, Durkheim’den yapının ob jektif varlığını ve belirleyici gücünü alan, bunları strüktüralizm temelinde özgürce birleştiren bir teoridir.

Aksiyonalist Teori

Aksiyonalizm (actionnalisme), toplumun, “tarihsel özne” (sujet histori que) olarak gördüğü aktörlerin “sosyal eylem”leriyle şekillenen bir sistem olduğu düşüncesinden yola çıkan bir teoridir. Sosyal eylemlerin normatif karakterini ön plana çıkaran, yani sosyal eylemleri değer yüklü faaliyetler olarak gören aksiyonalizm dikkatini, sosyal değişme süreci -özellikle de endüstri toplumunun endüstri ötesi topluma evrilme süreci- üzerinde yoğunlaştırır.

1970’li yıllardan itibaren daha çok Fransız sosyologu Alain Touraine ve arkadaşlarının çalışmalarıyla şekillenmiştir.

Aksiyonalizmin ana konusu sosyal değişmenin motoru olarak gördüğü toplumsal hareketlerdir. Bu hareketlerin, sosyolojinin mevcut yöntem ve tek nikleriyle yeterince anlaşılamadığını düşünen Touraine, sosyolojik müdahale metodu (m6thode de l’intervention sociologique) adını verdiği toplumsal hareketlerin analizine yönelik özel bir yöntem geliştirmiştir.

Mühendisler ve İdeoloji, Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere adlı doktora çalışmasını Fransa’da Touraine’nin danışmanlığında yapmış olan Nilüfer Göle, “katılmacı sosyolojik yöntem” adını verdiği müdahale metodunun ne olduğunu, amacını ve onu diğer bazı metod ve tekniklerden ayıran farklılıkları şöyle belirtir: “. ..Kantitatif bir anket, sosyolojik profili çizebilir; örneğin kadınların kaçta kaçı kendi isteğiyle örtünmekte, anne-baba, eğitim, gelir düzeyleri nedir vb. gibi sorulara sayısal cevaplar verebilir. Ancak hareke tin siyasi ya da toplumsal anlamına ışık tutamaz. Bunun yanı sıra… hareke tin yayınladığı broşür, kitap vs. yazılı metinler üzerinde bir çalışma, hareke tin ideolojisi hakkında bize bilgi vermekle birlikte, bu ideolojinin ardındaki toplumsal dinamikler konusunda yeterli ipuçlarını sağlamayacaktır. Katılmacı sosyolojik yöntem ise, “saha” çalışmasını, bilgi “toplamanın”, anket “uygulamanın” ötesinde, toplumsal aktörler ile sosyolog arasında devamlılığı olan ve derinlemesine sağlanan bir etkileşimden elde etmeyi amaçlamıştır. Toplumsal pratik ile toplumsal analizin, araştırma ile teorinin karşılaştığı bir yöntemdir. Amaçlanan, empirik bilgilerin tercihi yapılmış teorik modellere oturtulması değil, toplumsal pratiğin analitik bir mesafe ile yorumlanabilmesi, kavramsallaştırılabilmesi, teorize edilmesi… bilginin sosyolog ile toplumsal hareket arasında, analist ile aktörler arasındaki iletişim aracılığıyla üretilmesidir.”

Sosyolojik müdahalenin esasları üç maddede özetlenebilir:

Öncelikle, kollektif eylemin aktif üyeleri arasından, hareketin temsilcileri olarak kabul edilecek bir grup oluşturmak ve bu grubu, içinde yer aldıkları hareket üzerinde yoğunlaştırarak uzun uzadıya incelemek;

• İkinci olarak, grubun üyelerini araştırmanın objeleri olarak değil, sos yal hareketin anlamının taşıyıcıları olarak görüp, içinde bulundukları siyasi oyunun ve ideolojinin baskılarından kurtulmalarını sağlayacak en yüksek bilinç düzeyine ulaştırmaya çalışmak;

• Son olarak, araştırılan eylemin anlamına ulaşmayı sağlayacak hipotezleri geliştirmek ve bunu yaparken, araştırmacıların aynı anda hem grupla özdeşleşmelerini hem de tarafsız gözlemci tavrını sürdürmelerini temin ederek, sosyal hareketin en iyi temsilcileri haline getirmek.

Aksiyonalist teori, sosyal hareketleri müdahale metoduyla incelerken, bu hareketleri Avrupa sosyoloji geleneğini yansıtacak şekilde geniş bir tarihsel zemine yerleştirir. Yukarıda da ifade edildiği üzere asıl amaç, bir sosyal değişme teorisi geliştirerek endüstri toplumunun oluşma ve dönüşme süreçlerini anlamaktadır. Aksiyonalistlerin toplumsal hareketlerin analiziyle ulaştıkları sonuç, günümüz toplumunun yeni bir toplum modelinden söz etmeyi gerektirecek ölçüde endüstri toplumu adı verilen modelden uzaklaşmış olduğu- dur. Örneğin, endüstri toplumunda sosyal hareket ve mücadeleler iktisadi düzlemde cereyan ederken, günümüz toplumunda sağlıktan seks hayatına, enerji üretiminden eğitime kadar tüm sosyal alanlara yayılmış durumdadır. Çatışmanın tarafları da, bu yeni toplum modelinde sermaye sahipleri ile işçiler değil, enformasyon ve üretim cihazlarının yönetimini ellerinde bulunduranlar ile tüketici durumunda olan halk tabakalarıdır.

Endüstri toplumundan Touraine’in “programlanmış toplum” adını verdiği endüstri ötesi topluma geçiş birdenbire olmaz. Touraine bu dönüşümün evrelerini, endüstri toplumundan endüstri ötesi topluma geçişle sınırlandırmayarak geneller ve şu şekilde sıralar:

• Önceki döneme ait sosyal hareketlerde gerileme, bu hareketleri canlandırmaya çalışanların ilgi görmemesi.

• Mevcut toplum yapısının temellerini sarsacak derecede yaygın bir kül tür krizi.

• Sosyal düzenin reddedilmesi ve yeni dengeler arayışı.

• Sosyal çatışma ve kargaşanın nedeni olarak liberal ve liberalist devlet biçiminin suçlu görülerek eleştirilmesi.

• İktidarın merkeziliğinin reddedilerek, geçmiş topluluklara ve onların hayat tecrübelerine doğru yönelme.

• Tehdit altındaki sosyal kategorilerin bu değişimleri benimseyerek kendi kimliklerini bulma arzuları.

• Yeni sosyal hareketlerin ortaya çıkması.

Touraine, bu evrelerin ilk üçü gerçekleştiğinde endüstri toplumundan iyice uzaklaşılmış olduğunu, son üç evre ortaya çıktığında ise, yeni bir toplum modelinin göründüğünü ileri sürer. Mesela, endüstri sonrası toplumdaki sosyal hareketlerin öncekilerden farklı olarak, bir sınıfa ya da devlete dayanmadıkları; ayrıca, ihtilal yapmak gibi bir amaç da taşımadıkları görülmektedir. Aksine, kültüre atıfta bulunan özgürlük arayışları olarak ortaya çıktıkları ve kendilerini, modernliğin gereği olarak takdim ettikleri dikkati çekmektedir.

Görüldüğü gibi Touraine, sosyal hareketlerin mahiyet farklarından söz edilebilecek ölçüde değişim gösterdiği durumlarda, yeni bir toplum modelinin ortaya çıktığını düşünmektedir. Bu da O’nun, toplumu sosyal eylem ve bağıntılardan ibaret gören aksiyonalist sosyolojisinin tabii bir sonucudur. Nitekim aynı çerçevede, sosyal hareketlere de derin anlamlar yükler: “Bu hareketler esas itibarıyla, üretim, bilgi, etik kurallar gibi belli başlı kültürel kaynaklara uygulanan sosyal tahakküm ilişkilerini dönüştürmeyi amaçlayan eylemlerdir. Bu anlamda sosyal hareketler, toplumun ‘hasta’ addedilen bir ögesine -bir değere, bir norma, bir otorite ilişkisine veya toplumun bizatihi kendisine- yönelik kültürel bir sorgulamayı ve bu sorgulama neticesinde, sosyal ilişkileri yeniden tesis etmeyi içerir… Sosyal bir duruma cevap teşkil ettiği tarzındaki bir yaklaşım, sosyal hareketlerin tek tanımlayıcı ögesi olamaz. Tersine sosyal bir durum, sosyal hareketlerin yeni kültürel modellere yönelik mücadelesi ile bu mücadelenin, siyasi sistemde sebep olacağı bozulma arasındaki çatışmanın ortaya çıkardığı bir sonuçtur.”

Touraine, sosyal yapı değişmesini toplumsal hareketlerle açıklarken, endüstri toplumunun şekillenme süreci ve onu takip eden dönüşümlerin niçin dünyanın başka bir bölgesinde değil de Batı toplumlarında olduğunu “kültür modeli” ve “tarihsellik” kavramlarıyla açıklar. Ona göre bir toplum, sadece üretim gücünün durumu ile yeterince tanımlanamaz. Toplumun üretim faaliyetlerini belirleme kapasitesinin de incelenmesi gerekir. Üretim faaliyeti ile bu faaliyeti belirleme kapasitesi arasında, toplumdan topluma farklılık gösteren bir mesafe vardır. Bu mesafe ‘kültürel olarak’ tanımlanabilir. Başka bir ifade ile, Touraine, toplumun yaratıcılık gücünü, yani, kendi üzerindeki eylem kapasitesini, “kültür modeli” kavramıyla ifade etmektedir)

Touraine’e göre, sosyal üretim faaliyeti ile bu faaliyete etki etme kapasitesi arasındaki mesafenin az olduğu, yani yaratım gücünün yüksek olduğu toplumlarda “güçlü tarihsellik”, bu mesafenin fazla olduğu toplumlarda ise “zayıf tarihsellik” söz konusudur. Güçlü tarihselliği olan toplumlarda yapılan işin üretilen mal üzerindeki etkisi fazla olduğundan, toplumun yaratıcılığı, faaliyeti ile -yani somut olarak- görülebilir. Mesela bilim, güçlü tarihselliği olan toplumlarda tabiat düzeninin dönüşmesini doğrudan sağlayan bir güç, bir yaratıcı faaliyet olarak tanındığı halde; zayıf tarihselliği olan toplumlarda faaliyet olarak değil, metasosyal bir düzen olarak soyut değerler biçiminde algılanır.

Kültür modeli, tarihselliğin ana unsuru olmakla birlikte, ondan farklı olarak toplumu tamamıyla kapsayan olguların bir bütünü, toplumun bizatihi kendisiyle olan ilişkilerinin ifadesidir. Örnek verilecek olursa, “tarihsellik ha kim sınıf tarafından tamamıyla belirlenebilirken, kültür modelini hakim ideolojiye indirgemek mümkün değildir. İdeoloji, hususi aktörlere ait iken; kül tür modeli, bütün bir toplumu içine alarak, sosyal ilişkiler alanının tanımlanmasına yardım eder. Aktörler birbirleriyle cepheleşseler de, birbirlerine karşı davranışları ve girdikleri çatışma aynı kültür modeli içinde cereyan eder.”

Sosyobiyoloji

Neo-Darwinci evrimci teori içinde yer alan sosyobiyoloji, teorik kökleri 1960’ların ortalarına, Hamilton ve Maynard Smith’in çalışmalarına kadar geri götürülebilen, 1970’lerin ortalarından itibaren Edward 0. Wilson tarafindan popüler hale getirilen bir teoridir. Bugün tüm dünyada sosyobiyoloji dendiğinde ilk alda gelen isim Wilson’dır.

Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Wilson’ın uzmanlık alanı böcek bilimidir. Böcek toplulukları üzerinde yaptığı araştırmaları genelleştire rek sosyobiyoloji teorisini geliştirmiştir. Sociobiology: The New Syntesis (Sosyobiyoloji: Yeni Bir Sentez, (1975), İnsan Doğası Hakkında* (1978) ve biyolog C. Lumsden ile birlikte hazırladığı Genler, Akıl ve Kültür (1981) isimli çok tartışılan eserlerinde teorisini savunmaktadır.

Ona göre sosyobiyoloji, “insan da dahil olmak üzere, tüm organizmaların sosyal davranışlarının her biçiminin biyolojik temelli olduğunun bilimsel incelemesi”dir. Bu yaklaşım, bilindiği üzere yeni değildir. Tarihi, sosyoloji kitaplarında “biyoloji okulu”, “biyometrik okul”, “antropometrik okul” ya da “ırkçı teori” gibi başlıklar altında incelenen klasik teorilere kadar uzanmakta dır. Wilson biyolojik açıklamalara yeni bir açılım kazandırmış, canlı varlıkların kazanımlarını arttırma yönünde d ileri süren Darwinci teze, bu kazanımların en kıymetlisinin “genler” olduğu fikrini eklemiştir.

“Sosyobiyolojiye göre her organizma kendi gen’lerinin yaşamakta devam etmesi için çaba gösterir. Böylece insanın başkalarına yardım edici eylemlerinin temelinde biyoloji ve gen bencilliği vardır. İnsanın bağlılık ve sadakatleri arkasında kendi yaşamı ve yaygınlaşması şansını arttıran yararlar elde etme arzusu vardır. Bundan bir karşılıklı altrüizm doğar. Sosyobiyolojiye göre altrüizm kültürel değildir; fakat insanın biyolojik tabiatından doğmaktadır. İnsan sevgisi genetik bir yatırım politikasıdır.”

Sosyobiyoloji yoğun tartışmalara neden olmuş bir teoridir. Kimileri Wilson’ı, insan davranışının genetik temelini açıklayan ve insanlığa sınırsız bir özgürlük yolu açan bir kişi olarak alkışlar ve Darwin’in değerli bir ha olarak görürken, kimileri de ırkçı ve cinsel eşitsizliği savunan bir kuramı yaymakla suçlamaktadır. Tartışmalar ideolojik bir boyut kazandığından, bu alanda çalışanların bir kısmı “evrimci ekoloji” veya “davranışsal biyoloji” gibi daha esnek isimleri kullanmayı tercih ederlerken, bir kısmı da, içeriği sosyobiyolojiden farklı olan “etholoji” veya “davranışcılık” gibi daha eski isimleri kullanmayı sürdürmüşlerdir. Halbuki “etholoji , hayvan davranışının evrimiyle de ilgilenen eski bir sosyobiyoloji disiplinidir.” “Davranışcılık” ise, “kalıtımın ve çevrenin eşit derecede önemli olduğunda ısrar eden” sosyobiyolojiden farklı olarak, “davranışın türe özgü özelliklerinden ziyade, bireye özgü özellikleri üzerinde durur ve davranışın genetik temeline değil, çevrenin koşullandırmasına önem verir.

Wilson, zaman zaman tahrik edici tartışmalar açarak teorisini gündemde tutmayı başarmaktadır. Örneğin, kadın-erkek ilişkisinde sadakatin istisna, aldatmanın ise kural olduğunu ileri sürebilmektedir. “Wilson’a göre erkeklerin genleri yalnızca tek eşliliğin korunması yönünde değil, aynı zamanda aldatma yönünde de emir veriyor. Kadınlar içinse aldatma, çevrelerinde kendileri için daha iyi bir eş olup olmadığını görmede bir test niteliği taşıyor. Bu fikre göre doğanın kuralı “sadakat, ama arada bir aldatmak şartıyla..

Sosyobiyolojinin bu spekülatif popülist yaklaşımları pek ciddiye alınmamakta, sosyal bilimlerde -özellikle sosyal antropolojide- asıl tartışma “kültürel evrenseller” konusunda yoğunlaşmaktadır. Bilindiği üzere, tüm kül- türlerde bulunan davranış kalıpları ve kurumları “kültürel evrenseller” (cultural universals) olarak isimlendirilmektedir. Antropolog G. P. Murdock, sosyal statü sistemi, evlilik, vücudu süsleme, dans, efsane ve destanlar, yemek pişirme, ensest tabular, miras kuralları, büluğ gelenekleri, dinsel ritüeller ve benzeri altmıştan fazla kültürel evrensel belirlemiştir. Bazı sosyal bilimciler bu “evrenseller”in analitik bir değer ifade etmeyecek kadar muğlak olduklarını düşünürken, Wilson gibi sosyobiyologlar bunların, kültürün ne kadar önemli bir kısmının öğrenmeden ziyade biyolojik olarak kalıtımla geldiğini ortaya koyduğuna inanmaktadırlar. Wilson, kültürel etkinin olmadığı bir çevrede doğan insanların da bu kültürel evrenselleri geliştireceğini iddia ederek R. Fox’tan şunları aktarmaktadır: “Bizim yeni Adem ve Havva’mız

-kültürel etkilerden tümüyle soyutlanmış bir ortamda- yaşar ve çoğalırlarsa, mülkiyet hususunda kanunları, ensest ve evlilikle ilgili kuralları, sakınma ve tabu adetleri … tabiatüstü varlıklara olan inançları … kur yapma pratikleri

çeşitli kumar oyunları … dansları, erişkinlik törenleri ve değişik dozlarda cinayet, intihar, homoseksüellik, şizofreni, psikoz ve nevrozları, daha iyi tedavi olmak için çeşitli pratisyenleri olan bir toplum üretebilirler.”

Sosyologların, sosyobiyolojinin bu iddialarını kabul etmeleri mümkün değildir.* Çünkü sosyolojinin temelinde başta Durkheim olmak üzere kurucu sosyologlardan itibaren gelen, sosyal olguları sosyal faktörlerle açıklama ça bası vardır. Biz bu yüzden sosyobiyoloji için “sosyolojik olmayan bir sosyoloji teorisi” diyoruz. Sosyolojinin sosyal olanı sosyal faktörlerle açıklama çabası, “tek belirleyici sosyal faktörlerdir” şeklinde algılanmamalıdır. Günümüz sosyolojisi coğrafi koşulların ve biyolojik faktörlerin -sınırlı da olsa- etkilerini kabul etmekte; “doğal çevre” ve “genler”in sadece “ne olabileceğimizi” belirlediğini, “ne olduğumuzun” ise sosyal çevre tarafından belirlendiğini ileri sürmektedir.

Görüldüğü üzere sosyobiyoloji kanıtlanması kolay olmayan bir “teori”dir. K. Popper’ın koyduğu ilkeyle, “yanlışlanabilme” kapısını kapatmadığı için bu teoriye bilimin sınırları içinde yer vermek zorundayız. Doğrulamak ya da yanlışlamak için, genetik bilimcilerinin, insanın “gen haritası”nı tüm detaylarıyla gün ışığına çıkarmalarını bekleyeceğiz.

Kaynak: Sosyoloji – Prof. Dr. Zeki Arslantürk – Doç. Dr. M. Tayfun Amman