DİNÎ TECRÜBENİN PRATİK ANLATIMI: İBADET
DİNÎ TECRÜBENİN PRATİK ANLATIMI: İBADET
Her din, mukaddesatla ilgili birtakım inançlar, tasavvurlar ve düşüncelerle irtibat halindedir. Ancak, hiçbir dini sadece birtakım tasavvurlar, fikirler ve inançlar mecmuundan ibaret saymaya imkân yoktur. Aksine her din bir duygu ve davranış meselesi olarak da ortaya çıkmaktadır.
Gerçi, dini yalnızca birtakım inançlar ve tasavvurlardan ibaret sayan bir felsefe nazariyesi de varolmuştur. Özellikle Batı’da, Rönesans devrinde ve daha sonra XIX. yüzyılda bir kısım düşünürler dini bu şekilde anlamaktaydılar. Böyle olunca din, yalnızca bir dünya görüşü, bir çeşit felsefe, henüz mücerred mefhumlara ulaşmamış, sadece bazı müşahhas tasavvurlar halinde kalmış bir “önbilim” olmaktadır. Bu görüşün en önemli temsilcisi pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte olmuştur.
Bilindiği gibi Comte insanlık tarihini, birbirini takip eden teolojik, metafizik ve pozitif dönemler olmak üzere üç devreye ayırmakta ve buna “Üç Hal Kanunu” adını vermektedir. Bu devrelerden her biri ötekinden, o devrede hakim olan dünya görüşü, düşünüş ve dünyayı anlama ve açıklama bakımlarından ayrılmaktadır. İnsanlık tarihinin oldukça büyük bir bölümünü içine alan ilk devrede, insanoğlu çevresinde fevkelbeşer bazı varlıklar ve güçler tasavvur etmiştir. Böylece kişi, çevresinde cereyan eden olayları ve özellikle bunlardan fırtına, şimşek, bora, vs. gibi çok güçlü ve insan kaderine etkide bulunabilecek cinsten olanlarını, yukarıda sözü geçen varlıklar ve güçlerle açıklamak yoluna gitmiştir. Bu bakımdan Comte, bu ilk devreye, insan düşüncesine dinin hakim olduğu devre yani teolojik dönem adını vermekte ve bunu yaparken de dini, yalnızca belli bir düşünüş tarzı, tabii ve sosyal çevrede ortaya çıkan olayları bir çeşit anlama, açıklama ve yorum biçimi olarak anlamaktadır. Comte’un tasnifinde, dinî tefekkür devresinden sonra gelen ikinci safha, metafizik düşünce dönemidir. Bu dönemde kişi, çevresinde ortaya çıkan olayları artık dinî bakımdan yorumlamak ve açıklamak yani onlara İlâhî birtakım manâlar atf ya da izafe etmek yerine cevher, tabiat kuvveti, cazibe, vs. gibi birtakım mücerred ve metafizik kavramlara müracaat etmek sûretiyle onları izah etmek yoluna gitmektedir. Comte’un felsefesine göre, üçüncü safhada ise, artık metafizik düşünce ve izah tarzının yerini pozitif yani müspet düşünce şekli almış bulunmaktadır. Bu son halde, tabiatta ve toplumda ortaya çıkan olaylar dinî izahı mümkün kılan açıklamalardan olduğu kadar metafizik kavramlarla yapılan açıklamalardan da sıyrılmış olup, bunların yerini sırf pozitif olan İlmî bir düşünce şekli almış bulunmaktadır. Bu anlayışa göre sadece bir “ön bilim” olan din, beşer akimın mücerred ilmi kavrayacak bir seviyeye yükselmesiyle kendiliğinden önemini yitirmektedir.
Dini aklî olarak anlamak ve açıklamaya çalışan Comte’un bu ente- lektüalist nazariyesinin ve bu tür öteki redüktivist nazariyelerin düştüğü en fahiş hata, dinin sadece bir yönünü, çoğu zaman bütün dinlerde müşterek olan bir noktasını, ehemmiyet arz eden yegâne temel veçhe olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir. Halbuki en ilkelinden en mütekâmiline kadar her din sadece birtakım tasavvurlar ve fikirler toplamından ibaret değildir. Aksine, din, aynı zamanda bir tutum, dıştan belli olan yahut ta sadece içten bir yöneliş şeklinde ortaya çıkan tasavvurdan da ibarettir ki, tezahür eden bu atitüdlere “davranış” adını vermekteyiz. Meselâ bir dinî âyin veya merasimin yapılması, ibadet eylemlerinin icrası dinî bir emrin yerine getirilmesi, yasaklardan sakınma, vs. bu cümledendirler. Dinin içe ait derûnî bir tavır olmasında* kasıt ise, meselâ murakabeye dalmak, bir dua okumak, zikir veya Allah’a ve mukaddesata karşı saygı duyma, vs.dir. İşte bütün bunlar, dinin, birtakım tasavvurlar ve düşüncelerden, sırf nazarî aklın tezahürle rinden müteşekkil olmayıp, orada birtakım iradî hareketler ve davranışların da yer aldığım anlamamıza imkân vermektedir.
Buna göre dinde mevcut olan ikinci cihet, ibadet veya amel yani tapınma olmaktadır. Bununla birlikte, hemen işaret etmek gerekir ki, dinin biri inanç ötekisi de amel yönünü oluşturan bu ki ana unsur, gerçekte birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil etmektedirler. Bu nedenle iman ve ibadetin ya da dinin teorik veçhesiyle pratik veçhesinin geniş Ölçüde birbirine bağlı olup, birbirinin tamamlayıcısı olduklarını ifade etmemiz gerekmektedir. Esasen amel, iman konularının ibadet alanı dediğimiz davranış alanına uygulanışından başka bir şey değildir. Bu bakımdan, geniş manâda dinî inanç ve tecrübeden kaynağını alan her fiil ve davranışın dinin amelî cephesi olan pratik anlatıma yada uygulama alanına dahil olduğunu ifade etmek gerekir. Ancak, daha dar bir anlamda pratiği “Homo Religiosus” (dindar insan) un tapınma fiil ve işlemleri olarak vasıfl an dır abiliriz. Bu durumda din, tapınma hayatı yahut ibadet hayatı olarak karşımıza çıkmakta olup, ibadetin kapsamı oldukça geniştir.
‘dikel” dinlerde ibadetin inançtan daha büyük bir öneme sahip bulunduğuna işaret edilmişti. Fustel de Coulanges, klâsik Antik Çağda “din” kelimesinin mensekler, ayinler ve haricî ibadet fiilleri manâsım ifade ettiğini belirtmektedir. Aynı şekilde Roger Bastide dinin bir “inançlar sistemi” olmazdan önce bir “mensekler bütünü” olduğunu tasdik etmektedir. Eski Ahit üzerine değerli çalışmalar yapmış bulunan Walter Eichrodfa göre, birlikte tapınma geçici bir olay değildir, dinin temelli ve gerçek bir anlatımıdır ve mü’minin hayatının tamamını içine almaktadır. Robertson Smith, ibadet konusuna gereken önemin ve ilginin gösterilmemesine öfkelenerek “Samî Dinler” (Reli- gions of Semites) adlı eserini kaleme almıştı. Mezrunda/ m yorumu üzerindeki çalışmalar, MoıvinckeVin teorisinde son aşamasına ulaşmış ve dinin ibadetle başladığı sonucuna varılmıştır. İlkel tapınmalar konunda değerli bir uzman olan Daniel Brinton, dinî eylemlerin bütün dinlerde kaynak olduğunu öne süren Otto Gruppe’un bu nazariyesi- ne karşı çıkmıştır. Aynı şekilde Brinton, Efsanelerin dinî törenlerden çıkmış olduğunu söyleyen R. Smith’in görüşlerine de karşı çıkarak, dinde eylemin inanca dayandığını savunmuştur. Her halükârda, temel dinî tecrübe ya da vahiyde ve onun ilk anlatımlarında teori ile pratik, akîde ile amel arasında tam bir ayırım yapmak güçtür. Nitekim büyük din kurucuları ve peygamberlere gelen ilk vahiyler incelendiğinde, teori ile pratik arasında kesin bir sınıflama yapmaya imkân bulunmadığı anlaşılır. Esasen dinî fiil inanca sıkı sıkıya bağlıdır.
- van der Leeuw, tüm din anlatımlarının geniş bir etüdüne dayanan tapınma eylemlerinin fenomenolojik bir yorumunu “Esası ve Tezahürleri İçerisinde Din” adlı eserinde gerçekleştirmiştir. İbadet fiillerinin tasnifi denemesinde bulunan E. Underhill onları şu dört gruba ayırmaktadır:
- Mensekler (rites),
- Semboller,
- Takdis Ayinleri,
İslâm alimleri ise genellikle ibadetleri üç grupta toplamaktadırlar:
- Bedenî İbadetler (namaz, oruç, dua, vs.),
- Malî İbadetler (Zekât, fitre, kurban, sadakalar, vs.),
- Hem beden ve hem de malla yapılan ibadetler (Hac).
Morice Goguel, ibadetin son derecede değerli üç fonksiyonunun bulunduğunu ifade etmektedir. Buna göre;
- Bir kere ibadetin, dinin ifadesi olmak bakımından sembolik bir fonksiyonu bulunmaktadır.
- ikinci olarak ibadet, onu ifa edenlerde dinî duygulan besleyip geliştirmeye yaraması itibariyle didaktik bir fonksiyon görmektedir.
- Nihayet, üçüncü olarak ibadetin, kutsalla bağ kurulmasını, onunla teması sağlaması bakımından mistik bir fonksiyonu vardır.
Bununla birlikte, din sosyoloji bakımından bizim asıl üzerinde önemle durmamız gereken husus, ibadetin birleştirici ve bütünleştirici fonksiyonu yani cemâat teşkil edici tesiri meselesi olmaktadır. Bir davranış, bir hareket tarzı ve meselâ bir hürmet ifadesi ya da ibadetin yahut da bir dinî âyin veya merasimin en başta gelen etkisinin, o davranışı yapan, o ibadeti icra eden, o ayine katılan kişi üzerinde olacağına şüphe yoktur. Ancak bu davranışın zorunlu olarak fertleri aşıp diğer şahıslar üzerinde de tesirler ortaya çıkaracağını unutmamak gerekir. Hattâ ibadetin, onu yerine getirenlerde, müşterek inançlara sahip oldukları ve onları aralarında ortaklaşa olarak paylaştıkları inancını canlandırdığına kuşku yoktur. Bu manâda ibadet, dinî inancın canlılığının korunması, devamı ve arttırılmasında önemli bir rol oynamaktadır.
Öte yandan, ibadetin birleştirici etkisinin, ibadetler ve amellerle süslenmemiş kuru bir inancın birleştirici tesirinden çok daha fazla olduğu görülmektedir. Hattâ, zihnî bir nitelikte olan inanç, daha geniş bir cemâat içinde ayrılma ve farklılaşma sebebi olduğu halde ibadet, dinî grubu kaynaştırmaya, birleştirmeye ve geliştirmeye yarar. Bu bakımdan İslâm’da ibadet “imanın süsü” olarak vasıflandırılmaktadır. Sosyologlar, ibadet olmadan yani dinin pratik yönü, amel tarafı bulunmadan bir dinin varlığını sürdürebileceğine şüphe ile bakmaktadırlar. Çünkü, psikoloji sahasında yapılan çalışmalar, birçok kimseler tarafından aynı anda ortaklaşa olarak yapılan işler ve hareketlerin son derece güçlü bir cemâat teşkil edici özelliğe sahip bulunduğunu göstermektedirler. Müşterek hareket halinde her şahıs adetâ bir kül olarak bu hareketi yapmakta olan fertler-üstü bir bütünün bir cüz’ü ve bir uzvu durumunda olup, onun tarafından yönetilmekte ve sürüklenmektedir. Bu bakımdan İslâmiyet’te toplu halde yapılan ibadetlere daha bir önem verilmiş ve onların dinî canlanma ve mü’minlerin birbir- leriyle kaynaşmaları için birer vesile oldukları kabul edilmiştir. Camide toplu halde yapılan ibadetlerin, kılınan namazların, tek başına ve evde kılınanlardan dinî bakımdan çok daha fazla makbul ve sevaba vesile oldukları bilinmektedir.
Esasen İslâm Dini’nin, toplum hayatının pek çok temel faaliyetleri ve olayları için birtakım dinî hükümler, formüller, ibadetler, dualar ve merasimleri koymuş bulunması ile dinî pratiklerin toplumda oynadığı bütünleştirici fonksiyon arasında yakın münasebet bulunmaktadır. Böylece, Müslümanların meselâ doğum, sünnet, evlenme ve ölüm gibi kişi ve toplum hayatında bir safhadan bir başkasına geçişi ifade eden önemli olayları ve durumlarının dinî kalıplar ve atmosfer içerisinde cereyan etmesi ya da en azından bu tür olaylar vesilesiyle yerine getirilen örf ve adetler, törenler ve uygulamalar arasında dinî bir renge sahip bulunan unsurların önemli bir yer tutmakta oluşunun, dinin toplum hayatında gördüğü bütünleştirici fonksiyonla yakından ilişkisi olduğunu ifade etmek gerekir.
Esasen, ilkel dinlerde bile bu böyledir. Bu tür toplumlar, sosyal hayatlarının pek çok temel olaylarına dinî bir damga vurarak ve onları bir ibadet, ayin veya menasikle süsleyerek devamlı bir hayat birliği teminine muvaffak olabilmişlerdir. Zaten, ilkel toplumlarm dininde ibadet, ayin ve törenlerin inanca göre daha önemli bir yer tutması da bu toplumlarm birleşip bütünleşmesinde ibadetin önemini göstermektedir. Bu noktada bir kez daha dinî ayinler, merasimler ve ibadetlerin birleştirici ve bütünleştirici gününün irtibat halinde oldukları inançlardan daha güçlü olduğunu vurgulamak gerekir. Hiçbir teolojik doktrin, dogma ya da inanç, ayin, tören ve menasikin yaptıkları birleştirici tesiri yapamaz. Dr. Pratt, Hinduizm’in tanınmış bir kolu olan Arya Samaj gibi büyük ölçüde rasyonalist bir grupta bile ibadetin güçlü etkisini görmüştür.
Bir dinî ayin, tören veya uygulamaya temel teşkil eden inançlar zamanla şuurdaki eski canlılık ve açıklıklarını kaybettikleri halde, ibadetler, ayinler ve merasimlerin, çoğu zaman eski ve aslî usûlleri çerçevesinde yerine getirilmeleri onların birleştirici etkisini artırmaktadır. Bu bakımdan Bacon “Dm toplumun en güçlü bağıdır” demektedir. Bu nedenle mesela Konfüçyüs dini, emredilen dinî ayin ve merasimlerin hiç değiştirilmeksizin aynen muhafazası ve yerine getirilmesi ve toplumun bekâsının buna bağlı olduğu hususu üzerinde önemli durmaktadır. Aynı şekilde, ibadetin aslî formu altında hiç değişmeden yapılmasının büyük bir birleştirici tesirinin bulunduğunun farkına varan öteki pek çok dinler de ibadet birliğine gitme konusunda ısrar etmektedirler. Hıristiyanlarda (Bilhassa Katoliklik ve Ortodoksluk) ve Bu- distler arasında (özellikle Manayana Budizmi) bu çeşit ibadet birliğine gitme ve ibadetin aslî şekillerine dönme ya da ibadet dilinde birliği sağlama eğiliminin özellikle son elli yıldan bu yana giderek güçlendiği bilinmektedir.
ibadet, kurban, ayin, dinî tören ve mensekler sadece ona katılan- ların tecrübelerini ifade etmekle kalmazlar, aynı zamanda grubun teşkilat ve zihniyetini tayin etmeye ve onu şekillendirmeye de yararlar. İlkel toplumda din konusundaki nazarî bilgiler çok azdır. Meselâ Amerikan yerlilerinden Karga Hintliler ve Kara Ayaklılar cüz’i bir dünya görüşüne sahiptirler ve her türlü panteon fikrinden yoksundurlar. Bu tür toplumlarda dinle ilgili mukaddes bilgiler, grubun dinî işlerinden sorumlu kimselerin en başta gelen imtiyazlarındandır. Grup belli zamanlarda ancak az bir dinî tören yapar. Bununla birlikte grubun devamlılığı bu törenlere bağlıdır. Nitekim, tarımla uğraşan toplumlarda ve genel olarak köylüler arasında nazarî dinî bilgiler pek az olduğu halde, ibadete olan ilgi ve bu konudaki bilgiler dikkati çekecek ölçüde barizdir. Bu nedenle, tarıma dayalı köylü toplulukların dinleri ve dindarlıkları, genellikle araştırıcılar tarafından, hâkim İta- rakterleri itibariyle “ritüalist” (törenci, ay inci) olarak karakterize edilmektedirler.
İbadet fiilleri zamanla daha teferruatlı ve karmaşık bir hal alınca bu konularda uzlaşma ihtiyacı baş gösterir. Bu durum, ibadet ve öteki dinî işleri yürütmek üzere bir uzmanlar grubunun teşekkülünü gerektirir. Böylece, “din adamları” (rahipler, ruhban) ya da “din görevlileri” sınıfının oluşumuna şahit olunur. Bu durumda ibadetin bütünleştirici fonksiyonu geçici veya sürekli bir teşkilatın kurulmasıyla teminat altına alınır. Bununla birlikte, tapınma eylemleri de zamanla yorumlara yol açabilirler. Bu durum, dinî grup içerisinde farklılıklar ve ayrılmalara götürebilir. Maamafih tapınma eylemleri, ne kadar geniş ve belki de birbirine karşıt anlamlara ve farklılıklara hürünseler bile, hiçbir vakit dinî inançlar konusundaki farklılıkların ortaya çıkardıkları ayrılıklar ölçüsünde bölünmelere ve gruplaşmalara yol açmazlar.