İslam Dünyasında Din Sosyolojisi
İslam dünyasında bilimlerin oluşum süreci çok erken bir dönemde başlamıştır.
İslam’ın başlangıç yıllarından itibaren gerek Kur’an–ı Kerim’in gerekse
Hz. Muhammed’in bilgiyi, öğrenmeyi, aklı ve düşünceyi öven, özendiren
açık beyanlarının Müslümanların kısa zamanda bu alanlarda önemli
mesafeler kat etmelerinde ve dolayısıyla yeni bilimlerin ortaya çıkmasında
itici rol oynadığı söylenebilir. Ayrıca İslam’ın süratle yayılması, fetihlerle
farklı coğrafyalara açılması, yeni toplumlarla, çeşitli kültürlerle ve dinlerle
karşılaşması, ortaya çıkan yeni dini–sosyal sorunlara çözüm üretme
zorunluluğu, bilim faaliyetlerine de ivme kazandırmış, “hikmet (bilgi)
müminin yitiğidir, nerede bulursa alır” anlayışı İslam bilim düşüncesinin
gelişimine önemli katkılar sağlamış, düşünsel/bilimsel faaliyetler o döneme
dek görülmemiş yüksek bir düzeye ulaşmıştır.
Emeviler ve Abbasiler döneminde, özellikle de Harun Reşit’le yakalanan
gelişme çizgisi Me’mun döneminde (813–833) ‘Beytü’l–Hikme’lerin kuruluşuyla
zirveye çıkmış, İslam bilginleri tarafından eski Yunan düşünürleri
(Eflatun, Aristo, Hipokrat, Öklid, Batlamyus vb.) başta olmak üzere diğer
ülkelerdeki (İran, Hint) felsefe ve doğa bilimi düşünürlerinin eserleri
Arapçaya çevrilmiş, bir tür bilimler akademisi diyebileceğimiz bu kuruluşlar
bilginin yaygınlaşması, gelişmesi ve birçok düşünce akımlarının doğuşuna da
yol açmıştır.
İslam dünyasının ilk formel eğitim kurumları medreselerin de bu dönemde
başladığı ve ilerleyen yıllarda gelişerek 11. yüzyılda Büyük Selçuklularda
Nüzamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medreseleri ile eğitim öğretim ve bilim
faaliyetlerinin en parlak dönemlerini yaşadığı bilinmektedir.
Bu dönemlerde İslam bilginlerinin eserlerinde din sosyolojisi bakımından
çok önemli bilgileri, çözümlemeleri bulmak mümkündür. Onlar din–toplum
ilişkilerimi, dini gruplaşmalara dair görüşlerini klasikleşmiş bilimlerin içinde
incelemişlerdir. Bu anlamda tefsir, hadis, fıkıh, felsefe, kelam, tasavvuf gibi
bilim dallarında yazılan eserlerde genel ve özel din sosyolojisi konularının
işlendiği görülmektedir. Hatta bilimlerdeki gelişmeler onları diğer toplumlar,
kültürler ve dinler üzerinde de araştırmalara sevk etmiş, dinler tarihi, karşılaştırmalı
dinler tarihi, mezhepler tarihi ve genel sistematik din sosyolojisi
açısından da önemli eserler yazılmıştır. Nitekim hemen akla gelen Farabi, İbn
Miskeveyh, İbn Sina, İbn Rüşd, Gazali, Maverdi, Şehristani, İbn Haldun gibi
İslam Dünyasında ve
Türkiye’de Din
Sosyolojisi
birçok Ortaçağ İslam düşünürleri çağlarını aşan eserler bırakmışlardır.
Kısacası bu dönem İslam bilginlerinin çalışmaları birçok bilim açısından
olduğu gibi din sosyolojisi için de önemli kaynaklardır. Ancak bunlar üzerinde
yeterince çalışılmadığı, hatta bir kısmının bilinmediği dolayısıyla çağdaş
bilim dünyasına aktarılamadığı da söylenebilir.
İslam dünyasındaki bilgi birikiminin ve önemli eserlerin tercüme yoluyla
Batı’ya da aktarıldığı görülmektedir. Endülüs, Yunan ve İslam biliminin
Avrupa’ya aktarılmasında köprü görevi üstlenmiş, 12. yüzyılda bilim ve
felsefe eserleri Arapçadan Latinceye çevrilerek, Rönesans ve Reform hareketlerinin
ve dolayısıyla Batı Aydınlanmasının zeminini hazırlamıştır. Ancak
13. yüzyıla gelindiğinde düşünsel durağanlık kendini göstermeye başlamış,
İslam düşünce geleneği dinamizmini kaybetmeye yüz tutmuştur. 14. yüzyılda
ise İslam dünyası özellikle Endülüs gibi bilim merkezleri, siyasi parçalanma
ve iç kargaşalarla istikrarsız bir döneme girmiş, Endülüs’ün büyük bir bölümü
Hıristiyanların eline geçmiş, hanedanlıklar arasındaki şiddetli anlaşmazlıklar
ve savaşlar düşünce ve bilimde de çöküşe neden olmuştur. İslam dünyasının
diğer coğrafyalarında da durum pek farklı değildir. Bilim zihniyetinde
de skolastik bir döneme girilmiştir.
Bu dönemde İslam dünyası artık her yönüyle bir kırılmanın eşiğindedir.
İşte sosyoloji ve din sosyolojisinin kimilerine göre müjdecisi, kimilerine göre
mucidi/kurucusu olma onuruna sahip İbn Haldun böylesi bir dönemin zirve
ismidir. Bir dünya tarihi olan Kitabü’l–İber’ine giriş olarak yazdığı, daha
sonra genişlettiği ‘Mukaddime’si de sosyolojinin ve din (İslam) sosyolojisinin
ilk klasiği olma ayrıcalığını taşımaktadır.
Ne yazık ki, İslam dünyasının içinde bulunduğu konum ve şartlar İbn
Haldun’un ‘ilm–i ümran’ adını verdiği bu yeni bilimin gelişimini sürdürememiş,
uzun yüzyıllar boyunca da ne Doğu’da ne de Batı’da takipçileri
çıkmamıştır. İslam dünyası yukarıda da kısaca açıklandığı gibi düşünsel bir
gerileme ve siyasi bunalım dönemine girmişti. Avrupa dünyası ise Rönesans’ın
eşiğine gelmişti. Daha önce yüzyıllardan beri çok sayıda eseri
çevirerek İslam dünyasının düşünce hazinelerini kullanmış, bu dünyaya göre
maddi ve manevi bakımdan kendine yeterli bir yola girmiş bulunuyordu. Batı,
artık Doğu’da özellikle bilim ve düşünce alanında olup bitenlerle ilgilenmiyordu.
Bundan dolayı İbn Haldun ve eseri 19. yüzyıla kadar Avrupalılar için
meçhul kaldı. Modern sosyoloji bir bilim olarak İbn Haldun’un Mukaddime’sinde
çizilen planlardan ve hazırlanan ilkelerden habersiz olarak yeniden
kuruldu.
Bizde ise yaklaşık 200 yıllık bir aradan sonra İbn Haldun ve
Mukaddime’si Osmanlı tarihçilerinin dikkatini çekmiş, zaman içinde önemli
takipçileri olmuştur. Taşköprülüzade, Katip Çelebi, Müneccimbaşı, Naima,
Pirizade M. Sahip Efendi, Ahmet Cevdet Paşa gibi birçok Osmanlı düşünürü
üzerindeki etkileri bilinmektedir. Mukaddime’nin Türkçeye çevirisi, her ne
kadar dünya dillerinde ilk olma özelliği taşıyorsa da ancak 1860’ta tamamlanıp
yayınlanabilmiştir. Çevirmeni ve takipçisi Ahmet Cevdet Paşa’dan
sonra da ciddi takipçileri olmamıştır.
Tanzimat’la başlayan Batı etkisi ve öykünmeciliği bizde sosyolojinin de
Batı formunda ithali ile yeniden kurulması sonucunu doğurmuştur. Bu
nedenle sosyolojimizin başlangıçta ilgilendiği imparatorluğun çöküşten
kurtarılması arayışları içinde bir sosyolog / din sosyologu ve aynı zamanda
bir çöküş teorisyeni olarak İbn Haldun’dan yararlanma ihtiyacı duyulmamış,
daha yakın, somut Batı ülkelerindeki örnekler, yani sosyoloji ekolleri ve
teorileri tercih edilmiştir. Uzun bir aradan sonra nihayet 1940’ta Hilmi Ziya
Ülken ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun birlikte hazırladıkları ‘İbn Haldun’
adlı monografik eserle tekrar bilim dünyamızın gündemine düşen İbn
Haldun’un, o tarihten bugüne yeterince çalışıldığını söylemek de zordur.
.
Bu genel girişten sonra, İslam dünyasında ve Türkiye’de din sosyolojisinin
gelişimine ve belli başlı görüşlere geçilebilir. Burada en önemli
örmeklerle yetinilecektir.
İSLAM DÜNYASINDA DİN SOSYOLOJİSİ
İslam dünyasında sosyoloji ve din sosyolojisi açısından en büyük malzemeyi,
İslam bilginlerinin en tanınmışlarından Farabi, Gazali ve İbn Haldun’un
eserlerinde bulmak mümkündür. Örneğin, Farabi, daha çok eski Yunan filozoflarından
Aristo ve özellikle de Eflatun’un etkisinde kalarak bir ideal
toplum teorisi geliştirmiş ve dikkate değer toplum sınıflamaları yapmıştır.
Gazali ise Farabi’nin felsefi temelli bakış açısını eleştirerek, daha çok dini
merkeze alan bir toplum ve siyaset görüşü ortaya koymuştur. İbn Haldun’a
gelince, o, tarih felsefesi ve sosyolojisi alanındaki görüşleriyle ‘sosyolojinin
babası’ unvanını almayı hak eden bir İslam bilginidir. Bu açıdan Haldun’un
en önemli eseri olan ‘Mukaddime’nin, mükemmel bir ‘ön sosyoloji’ olduğu
rahatlıkla söylenebilir.
Farabi (890–950)
İslam dünyasında, din sosyolojisinin öncüsü ve hazırlayıcısı olarak dikkati
çeken ilk isimlerden biri Farabi’dir. Farabi’nin toplum anlayışı ile ilgili
görüşleri, daha çok, es–Siyasetü’l–Medeniyye (Site Yönetimi) ve Arau
Ehli’l–Medineti’l–Fadıla (Erdemli Şehir Halkının Görüşleri) isimli eserlerinde
toplanmıştır. Toplum görüşü konusunda Eflatun’dan etkilendiği anlaşılan
Farabi, toplumsal yaşamın bir ihtiyaç olduğunu belirtmektedir. Zira insanlar
yaratılışları gereği ve yaşamlarını sürdürebilmek için toplum halinde
yaşamak zorundadırlar.
Ayrıntılı bir toplum sınıflamasına girişen Farabi’ye göre toplumlar öncelikle
ikiye ayrılır: eksik toplumlar ve tam toplumlar.
1. Eksik toplumlar (el–ictimaatü gayrü’l–kamile): Eksik toplumlar kendi
içinde, (1) köy (karye), (2) mahalle, (3) sokak (sikke) ve (4) hane (menzil)
olmak üzere dört alt kısma ayrılır.
2. Tam toplumlar (el–ictimaatü’l–kamile): Tam toplumlar da kendi arasında
(1) büyük (uzma), (2) orta (vusta) ve (3) küçük (suğra) olmak üzere üç alt
gruba ayrılmaktadır. Büyük toplum, dünya; orta toplumlar, milletler ve
küçük toplumlar, şehirlerdir. Şehirleri de erdemli şehir (el–medinetü’l–
fazıla) ve erdemsiz şehirler olarak ikiye ayıran Farabi, erdemli şehri,
“halkının mutluluğa ulaşmak için birbiriyle yardımlaştığı şehir” olarak
tanımlamaktadır.
Farabi, ‘erdemli şehir/toplum’ görüşüyle, eski Yunan’ın site ve sınıflı
toplumu yerine İslamiyet’in insanlar arasında fark gözetmeyen evrensel ve
dini toplum anlayışını geçirmektedir. Aydınlar aristokrasisinin idare edeceği
bu erdemli şehir/toplum, bilginlerden ve erdemli insanlardan oluşacaktır.
‘Erdemli toplum’dan söz ederken ideal ve ütopik bir toplum modeli ortaya
koyan Farabi, ‘erdemsiz toplum’u anlatırken ise gerçek/yaşanan toplumu
resmetmektedir. Erdemli toplumun zıddı olan erdemsiz toplumun dört şekli
vardır:
1. Cahil toplum (el–medinetü’l–cahiliyye): Gerçek mutluluğu fark edemeyen
ve mutlak monarşi ile yönetilen ‘cahil toplum’ halkı, servet, şehvet,
itibar gibi değerlere ulaşmayı hayatın gayesi ve gerçek mutluluk zanneder.
Farabi cahil toplumlarında da altı farklı alt türü olduğunu belirtmektedir.
2. Günahkar toplum (el–medinetü’l–fasıka): ‘Günahkar toplum’, erdemli
toplum gibi görünse de, aslında bir tür cahil toplumdur.
3. Değişmiş toplum (el–medinetü’l–mütebeddile): ‘Değişmiş toplum’, önceden
erdemli bir toplum iken sonradan değişip dönüşerek erdemsizleşmiş
toplumdur.
4. Şaşkın toplum (el–medinetü’d–dalle): ‘Şaşkın toplum’ ise, hiçbir hedefi
olmayan bozulmuş bir toplumdur.
Farabi’nin de ortaçağdaki çoğu İslam bilgini gibi organizmacı bir toplum
anlayışına sahip olduğu belirtilmelidir. Ona göre erdemli toplum, sağlıklı bir
vücuda benzemektedir. Nasıl ki, bir vücutta kalp ile ona yardımcı olan ve
önem dereceleri oldukça farklı pek çok organ varsa toplumlar da böyledir.
Orada da bir devlet başkanı ile ona yardımcı olan ve farklı önem derecelerine
sahip çeşitli yönetici ve memurlar bulunmaktadır. Farabi’ye göre, devlet
başkanı iyi, bilgin, adaletli ve erdemli olursa, toplum da erdemli ve iyi olur.
Farabi el–Medinetü’l–Fadıla isimli eserinde, erdemli toplumun lideri olan
erdemli bir devlet başkanında şu 12 özelliğin bulunması gerektiğini
belirtmektedir: (1) özürsüz bir beden, (2) anlayış ve kavrayış, (3) kuvvetli bir
hafıza, (4) zekilik, (5) güzel hitabet, (6) bilim sevgisi, (7) yeme içme
kadınlara düşkün olmama, (8) doğruluk, (9) yücelik, (10) adalet, (11) ılımlılık
ve (12) azim ve irade. Bir insanda bu özelliklerin tümünün birden bulunması
çok zor olduğundan Farabi’ye göre, devlet başkanının hiç değilse bu
özelliklerin yarısına sahip olması gerekir. Eğer bu son şartı da taşıyan bir kişi
bulunamazsa, bu erdemleri taşıyan kişilerden oluşan bir kurul devleti
yönetmelidir.
Gazali (1058–1111)
İslam dünyasında din sosyolojisinin öncü ve hazırlayıcıları arasında üzerinde
durulması gereken isimlerden birisi de, şüphesiz Gazali’dir. Gazali’nin, konu
bakımından tek bir branş çerçevesine sıkıştırılamayacak geniş içeriklere sahip
eserleri arasında konumuzu yakından ilgilendiren en önemlileri şunlardır: el–
Munkız mine’d–Dalal (Dalaletten Kurtuluş), Tehafütü’l–Felasife (Filozofla37
rın Tutarsızlığı), İhyau Ulumi’d–Din (Din İlimlerinin Diriltilmesi), Faysalu’t–
Tefrika beyne’l–İslam ve’z–Zenadika (İslami ve Gayriislami Gruplar
Arasındaki Ayrım ve Farklar), Kimyaü’s–Saade (Mutluluk İksiri), el–İktisat
fi’l–İtikat (İnançta Orta Yol).
Gazali, sosyal olayları, organizmacı teorilerde olduğu gibi, canlıların
organlarıyla karşılaştırmalar yaparak açıklamaya çalışmaktadır. Ona göre
toplum, bir canlıya benzemekte ve tıpkı canlıda olduğu gibi çeşitli organlar,
toplumdaki çeşitli fonksiyon ve mesleklere karşılık gelmektedir. Örneğin,
yargıç toplumun arzusu, polis öfkesi, devlet başkanı ise kalbi ve sağduyusudur.
İnsanın yaratılışı gereği yalnız yaşayamayacağını ve yaşayabilmek
için toplumsal bir hayat sürmenin zorunlu olduğunu belirten Gazali’ye göre
dinin, bir yandan tamamen ferdi ilgilendiren sübjektif bir yönü olduğu gibi,
diğer yandan bir de toplumu ilgilendiren objektif bir yönü bulunmaktadır.
Gazali’ye göre, devletle din arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır. Din,
insan toplumunun temelini oluşturur. Devlet ise dinin muhafızıdır. Bu bakımdan
devlet zayıflar veya yok olursa, din de zayıflar ya da yok olur. Gazali,
hükümdarın, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve dolayısıyla da mazlumların
sığınağı olduğunu söylemektedir.
Gazali’nin temel hedefi, tevhit inancı ve İslam Peygamberi’nin risaleti
etrafında bütün müminleri birleştirmek ve İslam toplumunun sosyal bütünleşmesini
sağlamak olmuştur. Bu amaçla o, fanatizm ve dini parçalanma ile
mücadele etmiştir. Dolayısıyla Gazali’nin eserlerinde pek çok mezhep, tarikat,
fırka ve dini gruptan bahsedilmekte, onlar hakkında bilgi verilmekte ve
böylece din sosyolojisinin en önemli çalışma alanlarının başında gelen ‘dini
gruplar sosyolojisi’ hakkında ciddi veriler yer almaktadır. Gazali’de yer alan
ve günümüz din sosyolojisinde de önemle üzerinde durulan bir diğer konu
ise, din ve ekonomi ilişkileridir. Örneğin, İhya’nın önemli bir bölümü dini–
iktisadi ahlak konusuna ayrılmıştır. Bütün bu özellikleri Gazali’yi, din sosyolojisinin
hazırlanışında önemli bir öncü olarak kabul etmemizi gerektirmektedir.
Bununla birlikte, “toplumsal konular ve din–toplum ilişkileri üzerinde
İbn Haldun kadar duran bir başka İslam âlimi yoktur” denebilir.
İbn Haldun (1332–1406)
Tunuslu bir filozof, tarihçi ve toplum bilimci olan İbn Haldun, dinin
toplumsal önemi üzerinde durması, din ve toplum ilişkilerine eğilmesi ve
üstelik bunları yaparken gözlem ve deneyimlerine de dayanması nedeniyle
modern ve deneysel din sosyolojisinin gerçek bir öncüsü ve hatta kurucusu
sayılmalıdır. Bu açıdan İbn Haldun’un konumuzu ilgilendiren en önemli eseri
Mukaddime’dir. Gerçekte Mukaddime, İbn Haldun’un Kitabü’l–İber adlı
büyük tarihinin girişi (‘mukaddime’si) ve birinci kitabıdır.
Altı bölümden oluşan Mukaddime’nin ilk bölümünde, daha çok coğrafi
şartlarla sosyal hayat arasındaki ilişkiler incelenmektedir. İkinci bölümde,
toplum türleri ile asabiyet ve devlet teorileri; üçüncü bölümde ise, din ve
devlet ilişkileri ile tavırlar teorisi, hilafet kurumu ve organizmacı toplum
teorisi üzerinde durulmaktadır. Dördüncü bölüm, yerleşik hayat ile köy–kent
ilişkilerine eğilmekte; beşinci bölüm ekonomi ve nihayet altıncı bölüm bilgi
teorisi, ilimler sınıflaması, şiir ve edebiyat gibi konular üzerinde durmaktadır.
Görüldüğü gibi, İbn Haldun’un Mukaddime’sinin her bir bölümü bir veya
birkaç sosyoloji dalına ayrılmış olup; eserin tamamında din sosyolojisinin
çeşitli konularının serpiştirilmiş bir halde yer aldığını belirtmek gerekir.
Mukaddime’nin yukarıda verilen bölümlerini yeniden gözden geçiriniz ve
bunların modern sosyolojinin hangi alt dallarına karşılık geldiğini bulmaya
çalışınız.
Mukaddime’nin başında, geleneksel hikayeci tarih anlayışından
ayrıldığını ve “ilm–i umran” adını verdiği yeni bir bilimin temellerini attığını
belirten İbn Haldun, bu yeni bilimin konusunun insan medeniyeti (el–
umranul–beşeri) ve insan toplumu (el–ictimau’l–insani) olduğunu
söylemektedir. Böylece, kendisinin bulduğu bu yeni bilim dalının konusunu
insan toplumunun incelenmesi olarak açıklayan İbn Haldun, A. Comte’tan
yaklaşık beş asır önce sosyolojinin kurucusu olmaya hak kazanmaktadır.
Esasen, sosyal bilimleri ansiklopedik bir tarzda toplayan bir genel
sosyolojinin esaslarını ortaya koyduğu anlaşılan İbn Haldun, bu yeni bilimin
konuları arasına dinin toplumsal yansımalarını da koymayı ihmal etmemekte
ve böylece gerçek bir din sosyolojisi öncüsü olmaktadır. Zira Mukaddime’yi
inceleyen herkes onun, din sosyolojisinin klasiklerinden biri olduğunu
görecektir.
Coğrafi faktörlerin toplumların hayatı üzerinde büyük etkiler yarattığını
ifade eden İbn Haldun, coğrafyanın sadece insan vücudu üzerinde değil, aynı
zamanda dini/ahlaki/manevi hayat üzerinde de etkilerde bulunduğunu belirtmektedir.
Ona göre, dünyanın yedi iklim bölgesinde medeniyete en uygun
bölge, aynı zamanda büyük ve ilahi dinlerin de ortaya çıktığı bölgedir ve bu
bölgeden uzaklaşıldıkça din ve dindarlık açısından zayıflama ve sorunlarla
karşılaşılmaktadır. Benzer şekilde, ekonomik şartların da sosyal ve dini hayat
üzerinde önemi etkilerde bulunduğunu söyleyen İbn Haldun, genel olarak,
fakirlerin zenginlerden ve köylülerin kentlilerden daha dindar olduğunu
belirtmektedir.
İbn Haldun, Aristo’dan beri gelmekte olan insanın sosyal bir varlık
olduğu hususunu tekrar vurgulamakta ve bu çerçevede iki tür toplumsal
yaşama biçimi ayırt etmektedir: bedevi/göçebe hayatı ve hadari/yerleşik
hayat. Hadari/yerleşik yani medeni halklarla bunların yerine geçmek isteyen
‘bedevi’ler arasındaki mücadelede rol oynayan temel faktöre ‘asabiyet’ adını
veren İbn Haldun, asabiyet kavramıyla ‘grup dayanışmasını’ kastetmektedir.
Asabiyet, kan bağı sayesinde oluşan nesep bağının yanı sıra her türlü manevi
bağlılığı ve bu arada din bağını da içermektedir. Özellikle dini bağ bir toplumun
birleşip bütünleşmesinde en etkili rollerden birini oynayan temel faktör
olup, toplumun ve onun idaresini üzerine almış bulunan idarecilerin sağlam
bir şekilde ayakta kalmalarında büyük bir rol oynar. Bu nedenle dini güçle
desteklenen asabiyet bir toplumun devamı için en önemli enerji kaynağıdır.
Görüldüğü üzere, bir toplumsal bütünleşme teorisi olan asabiyeti nesep ve
sebep asabiyeti olarak ikiye ayıran ve bu teori içinde dine büyük bir yer veren
İbn Haldun organizmacı bir toplum anlayışına sahiptir. Zira o, toplumu bir
organizmaya benzetmekte ve toplumların da tıpkı insanlar gibi doğma, büyüme,
gelişme ve çökme aşamalarından geçtiğini söylemektedir. ‘Tavırlar nazariyesi’
adı da verilen bu teoriye göre, toplumların hayatında beş tavır (dönem)
vardır: (1) zafer, (2) mutlakıyet, (3) refah, (4) barış ve (5) israf. Her toplum
zorunlu olarak bu beş dönemi geçirir ve sonunda dağılır. Bir toplumun
dağılıp yok olmasında, ekonomik kriz ve toplumun dayandığı asabiyetin yani
toplumsal birlikteliğin çözülmesi vb. gibi çeşitli nedenler rol oynamaktadır.
Görüşlerini daima gözleme dayandırması, İslam dünyasında ortaya çıkan
olaylarla sosyal faktörler arasında ilişkiler kurması ve tabii ki din–toplum
ilişkileri ve dinin toplumsal işlevleri üzerinde durması İbn Haldun’a din
sosyolojisinin tarihçesi içerisinde, haklı olarak, oldukça ayrıcalıklı bir yer
kazandırmaktadır. Nitekim İbn Haldun, İslam dünyasının düşünce açısından
büyük durgunluk geçirdiği bir dönemde yaşamış olması nedeniyle kendi
devrinde çok etkili olamasa da, sonraki yüzyıllarda büyük etkiler meydana
getirmiştir. Bu çerçevede, Mukaddime’si çeşitli dillere çevrilen ve üzerinde
önemli araştırmalar yapılan İbn Haldun’un, Katip Çelebi, Naima ve Ahmet
Cevdet Paşa gibi Osmanlı bilginleri üzerinde ciddi etkileri olduğu gibi; ayrıca
G. Vico, J. J. Rousseau, Montesquieu, Malthus, Nietsche, Machievel ve A.
Toynbee gibi Batılı düşünür ve bilim adamlarını da etkilemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda din sosyolojisine hazırlık çalışmaları konusunda
Ali Coşkun’un ‘Osmanlı’da Din Sosyolojisi’ adlı çalışması ile İbn Haldun’un
Osmanlı aydınları üzerindeki etkileri konusunda da Ejder Okumuş’un ‘Osmanlı
Gözü ile İbn Haldun’ isimli eserine bakılabilir.
İbn Haldun’dan günümüze uzanan süreç içerisinde uzun yıllar fikri bir
durgunluk ve siyasi bağımlılık altında yaşayan çoğu İslam toplumunda bilimsel
gelişmelerden söz edebilmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bu
çerçevede özellikle sosyal bilimler alanına da ilgi gösterilmediği gözlenmektedir.
Günümüzde de Batılı ülkelerin kültürel baskısından tam olarak kurtulamamış
çoğu İslam toplumunun bilgi üretemediği maalesef bir gerçekliktir.
Ancak, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra Mısır, Pakistan ve İran
gibi ülkelerde ümit verici çalışmaların yapıldığı da yadsınamaz. Bu çerçevede,
Ali Abdülvadid el–Vafi, Abdülhadi el–Cevheri, Muhammed el–Behi,
Salah M. Fevval, Zeynep Rıdvan, Zeydan Abdülbaki, Saniye M. Haşşab,
Beşaret Ali, Ali Şeriati ile İlyas Ba–Yunus ve Ferit Ahmet gibi düşünürlerin
eserleri özgün bir İslam sosyolojisi oluşturma çabaları olarak hatırlanabilir.