Sosyoloji

Selahattin Hilav – Diyalektik Düşüncenin Tarihi

Selahattin Hilav – Diyalektik
Düşüncenin Tarihi

Diyalektik sözcüğü Grekçede, “konuşmak”, “görüşmek”,
“tartışmak” anlamındaki dialegein’den türeyen dialektike’den gelir.

Burada doğruyu aramak ve ona ulaşmak değil, bir ileri sürüşü
(yargıyı) geri çevirmek, olumsuzlamak söz konusuydu.

Elealı Zenon’un diyalektiği, bu tür “olumsuz” bir
diyalektikti ve özdeşlik ilkesine dayanıyordu.

Diyalektikte olumsuz bir işlev bulanlar (…) arasında (…)
Aristoteles’in ve Kant’ın geldiğini söyleyelim. Olumlu diyalektiğin ilk
örneğini Herakleitos’ta buluyoruz. (s.10)

Doğu Düşüncesi ve
Diyalektik

Doğu halklarının yaygın düşüncesi dünyayı değişmezlik
açısından görmeye eğilimidir.

Budhhacılar “oluş” kavramını, öğretilerinin temeli
yapmışlardır. (s. 13)

Evrensel oluş ve değişmenin arkasında, “hiçlik”, yani
“var-olmayan” bulunmaktaydı.

Çinliler, evrenin temelinde birtakım “ikilikler”, yani
karşıtlıklar bulunduğunu kavramışlardı.

…öğeler arasında anlaşmazlık ve çatışma yoktur.

Eski İran düşüncesi (…) karşıtlıklar arasında bir çatışmanın
ve savaşın ürüp gittiğini ileri sürüyordu ve evrendeki bütün var olanları iki
öbeğe, iki kategoriye ayırıyordu. Bu kategorilerden birinde, ışık (aydınlık)
ilkesi tarafından yönetilen iyilik kuvvetleri; ötekinde, karanlık ilkesi
tarafından yönetilen kötülük kuvvetleri yer alıyordu. (s. 14)

Brahma’cılığa ve Buddha’cılığa paralel olarak Hindistan’da,
M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak bir maddeci dünya görüşünün geliştiği
söylenebilir. Rig-Veda’da,
çekirdek halinde felsefi düşünceler vardır. Veda’ları açıklamak için Upanişad’lar
yayımlanmıştır.

Brahma’cılığın temel kavramları maya, brahmana ve atmana
kuramında dile gelir.

Maya
kuramına göre, gördüklerimizin çokluğu ve değişip durması, gerçek varolanı
gizleyen bir örtüden başka bir şey değildir.

Brahmana
kuramına göre de, brahmana’nın tek, bölünmez ve ruhsal (menavi) bir tözü vardır
yalnızca ve bu, dünyanın ruhuyla özdeştir; brahmana “var olanın tümüdür”,
“bir-tek-olanın tümüdür” ve “çokluk diye bir şey bilinmez.

Atmana
kuramı ise, insan ruhunun, dünya ruhu ile özdeş olduğunu kavradığını, bunun
bilincine vardığını ileri sürer. (s. 17-18)

Yoga;
gerilim, yoğunlaşım demektir.

Mimamsa ve Vedanta öğretileri, idealist ve tutucudur.

Mimamsa’nın amacı Veda’ları açıklamak,

Vedanta sözcüğü, Veda’ların tamamlanması anlamına gelir.

Vedanta, bir tümtanrıcılıktır. (s. 21)

Buddha’cılığın amacı, insanı, duyusal dünyanın acılarından
ve verdiği boş tatlardan kurtarmaktır. Bu amaca (…) Nirvana
ile yani varlık-olmayanın içine girmekle; bireysel olanın evrensel olanla
kaynaşmasıyla; onun içinde erimesiyle ulaşılır.

Buddha’cılık tözün varlığını reddeden özgün bir görüş
getirmiştir. Buna göre varlık, madde ve ruh denen şeyler yoktur. Her yerde
varlık-olmayan egemendir.

Her şey geçicidir. Kalan ve değişmeyen, yalnızca olayların
(fenomenlerin) sürekli değişme yasasıdır.

Buddha’cı öğreti, bilginin ilk kaynağı olarak duyumu kabul
eder. (s. 22)

Jainizm’in
Buddha’cılıkla (…) ortak yanı, Brahma’cılığı eleştirmeleridir.

Jainizm’e göre madde, atomlardan meydana gelir.

Buddha’cılığa göre, iyinin ölçütü, “çok sayıda kişinin
mutluluğudur, iyiliğidir”; kötü de, bu ilkeye aykırı düşendir.

Buddha’cılığın yogaraşa
çığırı, dinamik ve maddesel olmayan bir temel ilke kabul eder ve bu, Hegel’in
Tin’ine benzer.

Buddha’cılığın temel görüşü: hiçbir şey, öncesiz-sonrasız
değildir. “Öncesiz-sonrasız olmayan” kavramı, bu öğretinin belkemiğidir. (s.
23)

Buddha’cılık yeninin eskiden türediğini kabul eder. (s. 27)

Çarvaka
öğretisine göre

Yaşam maddeden türemiştir.

Bilinç bedenin bir niteliğidir.

Çarvaka, beden çözülüp dağılınca, bilincin ortadan
kalktığını söyler. (s. 28)

Antikçağ’da Diyalektik

Herakleitos

Yunan felsefesinin kökü doğa felsefesindedir.

Herakleitos’a göre, oluş somut bir şeydir.

Oluş’un gerçek dünyaya temel olduğunu ileri sürer. (s. 32)

Herakleitos’un felsefesi, Elealıların varlık felsefesine
karşı ileri sürülmüş bir antitez olarak ortaya çıkmıştır.

Herakleitos (…) düşünceyi felsefenin ta merkezine koyuyor.
“Ben kendimi arıyorum” diyor gururlar,

“Her şey akar.”

Oluş ve değişme, karşıtların çatışmasının sonucudur.

İlk ateş

Logos, evrensel bir yasadır. (s. 34-35)

Heraakleitos’ta diyalektik bakımından en önemli olan şey
karşıtların birliğini kuramsal bir şekilde ve bir süreç olarak ele almış
olmasıdır. (s. 36)

Zenon

Zenon’un diyalektiği olumsuz bir diyalektiktir; özdeşlik
ilkesi üzerinde temellenir.

Varlığın varolduğunu ve var olmayanın varolmadığını ileri
sürüyordu.

Evrende rastladığımız çokluk ve çeşitlilik, özle ilintili
olmayan temelsiz görünüşlerdir. (s. 37)

Sofistler genel sorunlardan uzaklaşıp, düşüncesi, iradesi ve
duygusal hayatı ile insanın kendisini incelemeye çalışmışlardır.

Gorgias, herhangi bir şey üzerine onun kendine eşit
olduğundan başka bir yargı yürütmenin doğru olmadığını söyleyerek (…) özdeşlik
yargılarının (…) doğru olduğunu söylüyordu. Böylece, yargı vermenin imkânı
ortadan kalkıyordu. (s. 40)

Sokrates

Sofistlerle Sokrates arasındaki fark, sofistlerin toplumsal
eleştiride kalmaları, Sokrates’in ise toplumsal koşulların da değişikliğe
uğramasını beklemesindedir.

Onun bütün ustalığı, sanki bilmiyormuş gibi yaparak kendi
düşündüğünü saklamasında ve başkalarından bir şeyler öğrenmek istiyor gibi
yapmasında ortaya çıkıyordu.

…bütün bunları, konuşmanın sonunda kendi öz düşüncesinin,
doğal bir sonuç gibi belirmesini sağlamak için yapıyordu. (s. 41)

Platon

Platon’a göre, her bilme, ruhun yeryüzüne gelmeden önceki
hayatında doğrudan doğruya gördüğü nesneleri hatırlamasından başka bir şey
değildir.

Platon’da, ideler kımıltısız, katı ve hareketsiz
varlıklardır; fenomenler ise bu idelerin görünüşleri, taklitleri, imgeleri ve
izleridir. (s. 43)

Platon, diyalektiği üç anlamda kullanır:

Soru ve cevaplarla bilgiyi geliştirme ve ortaya koyma
yöntemi,

Karşılıklı konuşma içinde bazı şeyleri doğru olarak
anlatmak, (…) nesnelerin kavramını doğru olarak belirleyen bilim olarak
diyalektik.

Varlığın yani değişmeyenin ve doğru olanın bilimi olarak
diyalektik. (s. 60)

Aristoteles

Topikler’de diyalektikten etraflıca söz eder.

…akılyürütme yöntemini iki türe ayırır. Birincisi apoditik, ikincisi diyalektiktir.
Apoditik, genel ilkelere bağlı kalmakla birlikte daha çok belirli bir alana
uygulanan ilkelerle işgörür.

Diyalektik (…) daha genel ilkelerden yararlanabilir ve
böylece her düzeyde iş görür.

Bu iki yöntem arasındaki fark, bilim ile kanı arasındaki
farkı ortaya koyar.

Bilim, nedenlerden çıkarsama yoluyla edinilen bilgidir. (s.
46-47)

Retorik,
pratik sorunlarla ve özellikle siyasetle ilgilidir.

Nesnel diyalektik, septik ile
pirestik’e ayrılır.

Tartışma diyalektiği ise eristik
ile sofistik’e ayrılır. (s. 49)

Stoacılarda, söz konusu olan, dar anlamında retorik ve
diyalektiktir. Retorik dış konuşma, diyalektik iç konuşmadır.

Kıbrıslı Zenon bilgilerimizin deneyimden geldiğini ileri
sürüyordu. (s. 52)

Epikuros’un diyalektiği gerçekliği değil, hakikati bilmeyi
amaç edinir.

Duyum, tasarım ve duygu, hakikatin üç ölçütü ve her çeşit
eylemin temelidir. (s. 53)

Proklos’ta her çokluk belli bir biçimde, birliğin
parçasıdır. (s. 54)

Ortaçağ’da Diyalektik

Paul Kecskes, “Hıristiyanlık bir felsefe değil, bir dindir.”

Abelard’ın görüşü, realizm ile nominalizm arasında (…)
gerçekleştirilmiş diyalektik bir sentezdir. Abelard’ın gözünde, genel kavramın
gerçekliği her tek şeyde bireysel olarak görünür.

Sic et Non adındaki kitabında, Kilise babalarının
görüşlerini ele alarak, bu görüşlerin karşıtlığını gösterir.

Abelard’da yeni ve şaşırtıcı olan, kanıtladığı şey değil,
kanıtlama biçimidir. Diyaloglarında (…) bağımsız bir düşünürü konuşturur. (s.
64-65)

…en sonunda, hakikatin tümünün Tanrıda bulunduğu ve insan
zihninin bunu kavrayamayacağı (…) sonucuna varır. Ahlak felsefesinde (Scito te
İpsum) eylemi doğuran duygunun iyi ya da kötü olabileceğini ileri süren görüşü
savunur.

Erdem ise en yüce iyiliğe götüren davranıştan başka şey
değildir.

En yüce iyilik Tanrıdır. (s. 66)

Gilbert de la Porre

Bütün çelişkiler en yüksek ilk formda, yani Tanrıda ortadan
kalkarlar.

Belli bir bilimin ilkeleri başka bir bilime uygulanamazlar.

Doğanın ilkeleri tanrıbilimde geçerli değildirler. (s. 67)

Bir yanda felsefi bilgi öte yanda tanrıbilimin bilgisi
vardır.

Tanrı, kendi varlığında bu iki çeşit hakikatin sentezini
vermektedir.

İnsan zekası bütünsel hakikati bulamaz.

İmanı akılla temellendirmeye kalkışmak da gerekmez, çünkü
Tanrısözü akla aykırı değil, akılüstü bir sözdür.

Eckhart

Eckhart, Tanrıda üç tanrısal kişi ile tanrısal özü
birbirinden ayırmaktadır. Tanrısal öz, yaratıcı doğadır, oysa tanrısal beliriş
(görünüş) yaratılmış doğadır.

İnsan ruhunun üçlü gücü, tanrıbilimin kutsal üçlemine
tekabül eder. Yani akıl Oğul, irade Kutsal Ruh, hafıza da Baba’dır. (s. 68-69)

Nicolaus Cusanus

Bilginin dört derecesi olduğunu söyler.

1          Duyular ve
hayal-gücü

2          Akıl

3          Zekâ

Akıl ile hakilat arasındaki ilişki, çokgen ile daire
arasındaki ilinti gibidir. Kenarlarının sayısı arttıkça çokgenin daireye
yaklaştığını görürüz ama çokgen hiçbir zaman daire haline gelemez.

4          Zihinsel
gerçekte bir ruh halidir. (s. 70)

Çelişki ilkesi Böhme’nin felsefesinde temel taşı ödevi
görür. Hegel’in, yeni felsefeyi Böhme ile başlatması bundan ötürüdür.

Tanrı her şeydir. Yani, başlangıç, öz ve erktir.

Kötülük, iyiliğin ortaya çıkabilmesi için vardır. İyi ile
kötünün karşılıklı etkileri sayesinde evrenin gelişimi gerçekleşir. (s. 71)

İyilik ve kötülüğün ayrılması günahı doğurmuştur; günahtan
doğan düşüşün sonucu da maddi dünyadır. (s. 72)

Klasik Alman
Felsefesinde Diyalektik

Aydınlanma Çağı

Safa mantığı kısır bir disiplin olarak görür ve bu bilimin,
bilginin aracı, organon’u olmadığını ileri sürer. (s. 74)

Kant

Kant’ın gözünde diyalektik, görünüşün mantığıdır.

Kritik der reinen Vernunft’da anlayış gücümüzün temel
işlevini dile getiren saf kategorileri sınıflarken, her bölümde üç kategoriye
yer vermiştir.

Nicelik kategorisinde, birlik çokluk ve bütünsellik yer
alıyordu.

Nitelik kategorisinde de gerçeklik, olumsuzluk ve sınama
vardı.

Kant’ın bu üçlü sınıflaması daha sonraki diyalektik
düşünceye temel ödevi görmüştür. (s. 75)

Kant’a göre tarihin izlediği yol, aynı zamanda doğanın
izlediği yoldur. (s. 95)

Herder, tarihin organik bir nitelik taşıdığını kesin bir
şekilde açıklamış ve tek tek tarihsel olayların, tüm tarih yapısı ışığında
incelenmesi gerektiğini göstermiştir. (s. 78)

Schelling, Fichte felsefesinin eksiklerini tamamlamakla işe
başlamıştı.

Fichte’nin gözünde doğa, yani Ben-olmayan, olumsuz bir
nitelik taşıyordu.

Schelling, doğayı, Ben’in gerçek bir antitezi olarak
görmüştü.

Böylece (…) Ben ve doğa birbirinin karşısına konulmuş
oluyordu. (s. 90)

Schelling’e göre mutlak, doğa ile zihin arasında bulunan
nötr bir alandır; başka bir deyişle, bütün kutuplaşmaların nötr noktasıdır.
Mutlak, ne gerçek, ne ideal, ne doğa ne de zihindir. Çünkü mutlak bu iki
dizinin özdeşliğidir.

Schelling’in diyalektik üçlemi;

Gerçek (doğa), İdeal (zihin) ve onların sentezi olan Mutlak.
(s. 92)

Hegel’de, diyalektiğin şu biçimde ele alındığını görüyoruz;
kendinde İde (tez), başkalaşması içinde İde (antitez) ve kendisine dönmüş olan
İde (mantıksal İde, yani doğa ve zihin olarak İde). (s. 93)

Hegel’in felsefesi, Alman romantik düşüncesinin
tamamlanışıdır. (s. 97)

Hegel (…) hakikatin gerçek biçiminin bilinç alanında
bulunduğuna, bilinci çözümleyecek olursak hakikati ele geçirebileceğimize
inanıyordu.

Tinin Fenomenolojisi bilincin kendisini gerçekleştirirken
(edimleştirirken) içinden geçtiği çeşitli uğrakların bir tablosunu sunuyor
bize.

Bilincin gelişme süreci içinde Hegel, üç önemli aşama
bulunduğunu söyler.

Birinci aşamada, bilinç saf bir genellik durumundadır.

Bu aşamada bilinç, kendisinin varolduğundan başka hiçbir
şeyi ileri süremez (olumlayamaz). (s. 102)

İkinci aşamada yeni bir olay ortaya çıkar. Bu olay, bilincin
kendi kendine dönmesidir.

Böylece bilinç (…) istek, özlem, iş olur.

Bilinç artık hayat haline gelmiştir.

Bilinç (…) saf genellik halinde bulunduğu sırada, kendine
bir bilinçtir. Kendisine dönüp, kendi edimlerinde seyrettiği zaman
kendi-için-bilinç haline gelmiştir. Bu aşamada, bilinçte bir ikileşme görülür.

…bilincin içinde öteki’nin ortaya çıktığı görülür.

Hegel, kendi-için bilinç’e, içdüşünmeli (reflexive)
kendinin-bilinci der. (s. 103)

Üçüncü aşamada, bilinç, kendisini öz edimleri içinde görüp
tanır. Böylece bilinçte ortaya çıkmış olan “öteki” ortadan kaybolur. (s. 104)

Öznel Tin

Antropolojinin inceleme konusudur. Antropoloji, ruhu Tinin
en basit gerçekliği olarak tanımlar.

Nesnel Tin, kendisine dönmüş olan ve bireysellik niteliği
taşıyan öznel Tine karşıt olarak kendini ortaya koyan Tindir.

Hegel, nesnel Tinin sorununu, bir hukuk felsefesi, bir
ahlak, bir devlet felsefesi ve bir tarih felsefesi ortaya koyarak incelemiştir.
(s. 106)

Hegel, Hukuk Felsefesi’nde nesnel Tinin üç uğraktan nasıl
geçtiğini açıklar. Bu üç uğrak şunlardır: a) hukuk, b) ahlaklılık, c) etik
(Sittlichkeit).

Etik

Yani bireysel bilinçler içinde gerçekleşmiş olan hukuktur.
(s. 107)

Tarih Felsefesi

Tarih, İde’nin zaman içinde gelişmesidir.

İde, Tinin en yüksek biçimi olduğu için, zaman boyunca
gerçekleşme zorunluluğunu kendinde bulur.

…tarihin son amacı, aklın gerçekleştirilmesidir.

Dünyanın varmak istediği son amaç, Tinin kendi özgürlüğü
hakkında edindiği bilinçtir.

Bireysel irade, genel irade ile kaynaşınca özgürlük
gerçekleşmiş olur. (s. 108)

…mutlak Tin, kendinden önce gelen ilk iki uğrağın
sentezidir.

Tinin bu son aşaması, sanatın, dinin ve felsefenin konusunu
oluşturur.

Sanat, mutlak Tini, duyusal imgeler yardımıyla kavrar.

Mutlak Tin, sanatın içinde de yine üç aşamadan geçer:

a) Sembolik sanat (İde’nin karışık ve plastik olarak dile
getirilmesi)

b) Klasik sanat (maddenin ağır bastığı durum, heykeltıraşlık
sanatıdır)

c) Romantik sanat (bu uğrakta insan ruhu sanatın temel
konusu haline gelir). (s. 109)

Din, sembol ve mitos olarak Tinin dile gelişidir.

Felsefe, mutlak Tinin, kavramlar halinde dile
getirilmesidir.

Felsefe Tarihi adlı yapıtında, (…) felsefe sistemlerinin,
İde olarak mutlak Tini yavaş yavaş nasıl dile getirdiklerini ve
tamamladıklarını açıklamıştır. (s. 110)

Hegel’e göre doğa, İde’nin ötekiliğidir. Yani, kendisinden
başka olan, kendisine yabancılaşmış olan İde’dir. (s. 111)

Mantık’ta gerçekliği ilk kaynağından başlayarak en karmaşık
gelişme aşamalarına gelinceye kadar bir bütün olarak ele alıp ilke içinde
özetlemeye çalışmıştır.

Hegel’in gözünde, kavram ve varlık (sein) birbirinden ayrı
tutlamaz.

Böylece, varlık ile kavram arasında özün (wesen) ortaya
çıktığı görülür.

Hegel’in mantığı üç bölümden kurulmuştur:

a) Varlık mantığı

b) Özün mantığı

c) Kavram mantığı (s. 112)

Saf varlık ile hiçlik birbirlerine eşittirler.

Varlık ile hiçlik arasında sürekli bir geçiş (gidiş-geliş)
vardır. Bu sürekli gidiş-geliş, oluştur (werden), değişim sürecidir.

Oluş, varlık ile hiçliğin diyalektik sentezidir.

Gerçek varoluşun temel kategorisi oluştur.

Dolayımlı varlığın ilk kategorisi belirlenmiş varoluştur
(Dasein).

Varoluş belirlenmiş olduğu için nitelik haline gelmiştir.

Varoluşun tanımlanması ve ortaya konması için ona karşıt bir
ötekinin bulunması gereklidir. (s. 113)

Öz, varlığın karşıtı olan aşamadır (uğraktır).

Öz

Varlığın bir yalan, bir uydurma ve aldatıcı bir şey olduğunu
söyleyerek sadece içdüşünme halinde kalan kuşkuculuk, bu uğrakta yer alan
felsefi bir tavırdı.

Öz, ikinci uğrağında saf içdüşünmenin karşıtı haline gelir;
kendinden çıkar ve kendini varoluş olarak kurar. (s. 114)

Kendinde-şey bu aşamada bulunur. Özün üçüncü uğrağı
gerçekliktir (wirklichkeit).

Kavram oluş ile öz arasında bir sentez yaratır. (s. 115)

Oluş, ilk kavramdır.

Hegel, özcü bir filozof olarak gerçekliğin tümünü, zamandışı
bir Logos’la açıklar.

Hegel, Fenomenoloji’de, bilincin en gelişmemiş bilgi
formlarından başlayarak, mutlak bilgiye nasıl ulaştığını göstererek insan
Tininin bir tarihini ortaya koymak ister. (s. 127)

Fenomenoloji, bir fenomenolojik tasvirdir; nesnesi,
varoluşsal fenomen olarak insandır; yani kendi varoluşu içinde ve varoluşuyla
kendine göründüğü (erscheint) haliyle insandır. Fenomenoloji de, onun sonuncu
görünüşüdür. (s. 133)

Hegel’e göre istek, doyuma ulaşmak için nesnesini tahrip
ediyor ve tüketiyordu.

İnsan, ilk olarak Ben dediğinde kendisinin bilincine ulaşır.

Nesneye bakan, onu seyreden kimse, seyrettiği şey tarafından
soğurulmuştur. (s. 137)

Bilgisel bakış ve seyrediş, özneyi değil, nesneyi ortaya
koyar.

Soğurulmuş olan insan, ancak bir istekle kendisine döner.

İnsansal Ben, bir istek benidir. İsteğin benidir.

İstekten doğan eylem ise, ona doyum sağlamaya yönelir.

Bu doyumu, istenen nesneyi olumsuzlayarak (…) sağlayabilir.

Demek ki her eylem, olumsuzlayıcıdır. (s. 138)

Doğal bir nesneye yönelmiş istek de bir başkasının aynı
nesneye yönelen isteğiyle dolayımlanmışsa insansaldır. Yani, başkaları
istedikleri için, başkalarının istediğini istemek insansaldır.

Hayvanın bütün istekleri, eninde sonunda, yaşamını koruyup
sürdürmeye yönelir, (s. 141)

İnsanoğlu bir başka isteğe yönelen isteğini, yani insansal
isteğini doyuma ulaştırmak için yaşamını tehlikeye atarak insan olduğunu
kanıtlar. (s. 142)

İnsanoğlu, başlangıçta, hiçbir zaman düpedüz insan değildir,
zorunlu ve özsel olarak Efendi ya da Köledir. İnsansal varlık ancak toplumsal
olarak ortaya çıkabiliyorsa, toplum bir Efendilik ve bir Kölelik öğesini, özerk
ve bağımlı varlıkları kapsaması bakımından insansal olabilir ancak. (s. 143)

İnsan gerçekten insan olması ve kendini böyle bilmesi için,
kendi hakkındaki bu düşüncesini, başkalarına da kabul ettirmesi zorunludur. (s.
146)

Çalışmanın ürünü, emekçinin ortaya koyduğu bir şeydir; onun
yapıtıdır.

Bu üründe ve bu ürünle gerçekleşen şey emekçinin kendisidir.
(s. 154)

Diyalektiğin İdealist
Temelleri

Hegel’e göre diyalektik, bir düşünce yöntemidir.

Diyalektik, düşüncenin kendisidir. (s. 159)

Diyalektik düşüncenin ilkeleri

a) Bütünsellik

b) Oluş

c) Çelişki

d) Nitel değişme

Bütünsellik ilkesi (totalite)

Herhangi bir şeyin tek başına ve içinde bulunduğu bütünden
ayrı olarak ele alındığı zaman kavranamayacağını ileri sürmek demektir. (s.
161)

Oluş ya da evrim ilkesi’ne göre evren sürekli bir oluş
halindedir. Hiçbir öğeyi hareket etmiyormuş ya da değişikliğe uğramıyormuş gibi
ele alamayız. Evren, sonu gelmez bir harekettir. (s. 163)

Hegel, çelişki ilkesini, diyalektik mantığın merkezine
yerleştirir. Çünkü, formel mantığa en fazla aykırı düşen ilke, çelişki
ilkesidir.

Herhangi bir şey, anlaşılabilir hale gelmek (kavram haline
gelmek) için kendi karşıtından geçmek zorundadır. (s. 164)

Tez ile antitez arasında bir olumsuzlama uğrağı vardır. (s.
166)

İkinci ve üçüncü terimler (antitez ve sentez) arasında da
bir olumsuzlama süreci vardır. (s. 167)

Sentez, olumsuzlamanın olumsuzlaması ve aşma süreçleri ile
canlı bütünleri yeniden ortaya çıkardığı için hayatı mümkün kılar. (s. 168-169)

Sentez, çelişkilerin aşılması demektir.

Bu ilke, nitel değişme ilkesidir. (s. 169)

Hegel, Tini evrenin temel ilkesi olarak görmüş ve ona
sentetik bir form vermeye çalışmıştır.

Hegel doğayı aşağı dereceden bir varoluş olarak görüyordu.
Doğanın kendi amacı yoktu,

Buna karşılık İde, kendi öz amacına sahiptir.

Doğa, İde’nin ötekiliğidir, yabancılaşmış halidir.

Tarihte, olayları, halkları, çağları ve bireyleri önemsiz
kılacak şekilde İde’ye ve ideale ayrıcalık tanır. (s. 171)

Bütün çelişkileri ve bütün parçasal (kısmî) uğrakları kendi
içine çekerek evreni harekete getiren İde’dir. (s. 172)

Maddeci Diyalektik

Marx

Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı yazısında (…)
Hegel’in her şeyi İde’den türetmeye ve çıkarmaya çalışmasını doğru bulmadığını
belirtiyordu. (s. 184-185)

Hegel idealizmini eleştirerek bir yana bırakan Marx,
diyalektiği yeni bir temel üzerine oturtmak istiyordu. (s. 186)

Doğası kendi dışında bulunmayan bir varlık, doğal bir varlık
değildir. Böyle bir varlık doğanın varlığına katılmayan bir varlıktır. (s. 192)

Demek ki, insanoğlunun varlığının (yaşamasının) temelinde
pratik bir etkinlik, ekonomik bir etkinlik vardır. (s. 193)

Tarih, somut insanın gerçekleşmesinden başka şey değildir.

Tarih, insanın gerçek gelişmesidir. (s. 195)

Marx’a göre diyalektiğin gerçekleşmesi:

1) Tez: İlkel insan

2) Antitez: insanın kendisi ile ürünü arasında (…) insanın
etkinliklerinin yabancılaşması ve karşıt bir kuvvet olarak yine insanın
karşısına çıkması (…) kapitalist üretim biçiminde en yüksek noktasına ulaşır.

Bundan dolayı, insanlar, birbirlerini bir insan olarak
değil, üretim sürecinde almış oldukları yerlere göre değerlendirmektedirler.
(s. 208-209)

3) Sentez: Bu sosyalizm aşamasıdır. Sosyalizmde, insanoğlu,
kendi güçlerinin efendisi haline gelir. (s. 209)

Diyalektik düşüncenin ilk hareket noktası, şeyleri,
birbirinden ayrı bulunuşları içinde görmektir. Yani şeyleri tek tek ve
birbirinden ayrı olarak ele almaktır.

Lenin buna “gözlemin nesnelliği” diyor.

İkinci noktada, düşünce, ele aldığı şeyi başka şeylerle olan
ilişkisi içinde kavramak zorundadır.

Üçüncü nokta, şeyin ya da fenomenin gelişmesinin,
hareketinin, hayatının incelenmesidir.

Dördüncü nokta, şeylerde bulunan çelişken iç eğilimlerin
(yanların) aranmasıdır.

Beşinci nokta, şeylerin bir karşıtlıklar bütünü olarak
görülmesi

Altıncı nokta, karşıtlıkların ortaya dökülmesinin ve kendilerini
gerçekleştirmelerinin ele alınmasıdır. (s. 214)

Yedinci nokta, çözümleme (analiz) ve sentezin birliği.

8) her şeyin öteki şeylerle olan ilintilerinin ve
ilişkilerinin incelenmesi,

9) karşıtlıkların bir birlik halinde bulunduklarının, yani
aynı varlığın belirli bir yanının başka bir yanına karşıt olduğunun
belirtilmesi,

10) yeni yanların, özelliklerin ve ilişkilerin sürekli bir
biçimde ortaya çıktıklarının göz önünde tutulması,

11) insanoğlunun şeyler, dış görünüş, süreç hakkında
edinmekte olduğu bilginin sonsuz bir biçimde ilerlediğinin unutulmaması,

12) bilginin sonsuzca ilerleyişi,

13) eski uğrağın (aşamanın) (…) yeniden ortaya çıkması
(tekrarlanması).

14) olumsuzlamanın olumsuzlanması,

15) …biçim ve içeriğin mücadelesi,

16) nicelikten niteliğe geçiş ve nitelikten niceliğe geçiş.
(s. 215)

Yapı Kredi Yayınları

Ekim 2012

İlgili Makaleler