Sosyoloji

Miguel de Unamuno – Yaşamın Trajik Duygusu

Miguel de
Unamuno – Yaşamın Trajik Duygusu

Unamuno çok yazdı, her türde yazdı. Ama hepsinin
kaynağı birdir, inanmak inanmamak sorunudur.

Akıl = Sonlu / Duygu = Sonsuz

Humanitas, canlı olan insanı işaret etmez.

İnsan aklının motoru duygusudur. Haz aldığı
duygularını tatmin etmek üzere aklını kullanır. Bir şeyler hakkında düşünür ama
düşüncenin kendisi hakkında düşünmez.

…onu öbür hayvanlardan ayırt eden düşün’den çok
duygudur.

Yaşamının birliğini ve sürekliliğini bozmaya
kasteden bendeki her şey beni ve sonuç olarak kendisini yok eder. Bir halk
içinde o halkın tinsel (manevi) birliğini ve sürekliliğini bozmaya kasteden her
birey, onu ve o halkın bir parçası olarak kendisini yok etmeye yöneliktir. (s.
21)

Doğdu, büyüdü, kazandı/kaybetti, mutlu oldu ve
sonunda bu dünya için “cenneti insanlar ancak burada bulabilirler” dedi.
Yapayalnız öldü. Çocuğu yoktu. Kendi insanlığını kendisi sonlandırdı. İşte bu
varolan bütün güzelliklerin reddidir. Kendini, ruhunu tatmin için “araç” olarak
kullandı ve tüketti, bencilce tüketti.

İnsan bir amaçtır, bir araç değil.

Ölen bir oğlu için ağlayan Solon’u gören bir bilgin
ona der: “ne diye ağlıyorsun böyle, ağlamak yaramayınca bir şeye?” ve bilge
yanıtlar onu: “tam da bu nedenle ya –yaramadığı için bir şeye.” Ağlamanın bir
şeye yaramadığı besbelli, yalnız acıyı azaltmak için bile olsa; ama
münasebetsiz adama Solon’un yanıtının derin anlamı açıkça görülür. Ve o
kanıdayım ki ben, hepimiz eğer sokaklara çıkıp ta dertlerimizi açıklasaydık
birçok şeyleri çözerdik, dertlerimizin belki ortak bir tek dert olduğu görülür,
onlar için beraberce ağlaşır, göklere doğru haykırışır ve Tanrı’ya yakarışta
bulunurduk. Ve bunu yapsaydık, Tanrı bizi duymayacak olsa da; ama duyardı bizi
O. En başta gelen kutsallığı bir tapınağın, birlikte ağlamak için gittikleri
bir yer olmasıdır insanların. Yazgı cefası çeken bir kalabalık tarafından
birlikte makamla okunan bir miserere’nin (Hz. Davut’un elli birinci mezmuru)
tüm bir felsefe denli değeri vardır. Vebadan şifa buldurma yeterli değildir;
ondan ötürü ağlamayı da öğrenmemiz gerekir. Evet, öğrenmemiz gerek ağlamayı!
Belki budur en üstün bilgelik. (s. 26/27)

Yürümek/yol almak metaforu

…varlığın bilme merakı İlk Günah’a, İlk Günah’la da
Kurtuluş’a neden oldu, bu da bizim Tanrı’ya giden yolda yürümemize ve O’na
erişmemize ve O’nun içinde var olmamıza olanak sağladı. (s. 29)

Tüm insanlar doğal olarak isterler bilmeyi. Böyle
başlar Aristoteles Metafizik’ine ve o zamandan beri bin kez yinelenmiştir ki,
Tekvin’e göre ilk anamızı günaha sürüklemiş bulunan merak ve bilme arzusu
bilginin kökenidir. (s. 31)

Ebedi olmayan hiçbir şey gerçek değildir.

“Son aldanış yok oldu

Ebediliğine inandığım”

Leopardi

Sevgiyle ölüm arasındaki yakınlığın ne kadar sıkı
olduğunu görüyor

Gönlün derinliklerinde sevgi doğunca, aynı zamanda
insanın içinde ölmek için yorgun ve bitkin bir arzu duyduğunu algılıyordu.

Sorun trajik ve süreklidir. (s. 51)

Tanrı’nın kendisini sevdiği sevgiden başka bir şey
olmayan

Bizim mutluluğumuz Tanrı’nın insanlara olan sürekli
ve sonrasızca sevgisinden oluşur. (s. 104)

İnsanın ölümsüzlüğü için duyulan büyük özlem bir
teselli bulmuyor akılda

Burada

Uçurumun derinliklerinde kalbin ve iradenin
umutsuzluğuyla aklın şüpheciliği yüz yüze karşılaşıyor ve kardeşler gibi
kucaklaşıyor. (s. 111)

Felsefe ile din birbirine düşmandırlar, düşman
oldukları için de birbirlerine gereksinmeleri vardır. Bir az felsefe temeli
olmayan din yoktur, kökleri dinde olmayan felsefe de yoktur. (s. 118)

Tam anlamında nedenler, bilimsel kanıtlar, teknik
mantıksal düşünceler arayan biri beni izlemeyi reddedebilir. Trajik duygu
üzerindeki düşüncelerin geri kalanları boyunca, okuyucunun dikkatini oltanın
yemsiz, çıplak iğnesiyle avlayacağım; dokunup almak isteyen, dokunsun alsın ama
ben kimseyi aldatmam. Ancak sonuçta her şeyi toparlamayı ve yaşamın trajik
duygusundan başka bir şey olmayan, size sözünü edegeldiğim dinsel umutsuzluğun,
Az çok saklı olsa da bugünün uygar bireylerinin ve uluslarının yani zekâ ve
duygu noksanlığına uğramamış bireylerle ulusların, bilinçlerinin temeli olduğunu
göstermeyi umuyorum. (s. 127)

En acıklı şey dünyada ve yaşamda, okuyucularım ve
kardeşlerim benim, sevgidir. Sevgi, düşün çocuğu ve düş kırıklığının babasıdır;
aşk büyük hüzün ve keder içinde tesellidir; ölüme karşı tek ilaçtır, çünkü
ölümün kardeşidir. (s. 133)

Sevgi acır ve ne kadar çok severse o kadar çok acır.

Gittikçe artan aşk, daha ötelere daha derinlere
sokulmaya çalışan bu tedirgin özlem, gördüğü her şeyi sürekli kucaklar ve
kucakladığı her şeye acır. (s. 137)

Tanrı

Bütün’ün kişileştirilmesidir.

Ve var olduğumuzu nasıl biliriz az ya da çok acı
çekmeden? Acı çekmeden başka türlü nasıl kendimize döner, düşünsel bilinç
ediniriz? Neşelendiğimizde kendimizi unuturuz var olduğumuzu unuturuz; başka
bir varlığa dönüşürüz, yabancı bir varlığa, kendimizin yabancısı oluruz. Ve
ancak acı ile yeniden kendi kendimiz olur, kendimize döneriz. (s. 139)

İnsan, bilinç olarak, evrende tek başına var olmaya
boyun eğip razı olamaz, yalnızca bir nesnel görüngü olmaya da. (s. 144)

Dindarca duygunun kökenini, ya da daha doğrusu
aslını, kaçınılmaz ve doğal bağımlılık duygusuna bağlayan Schleiermacher’in
öğretisi, en derin ve en doğru açıklama gibi görünmektedir. Toplum içinde
yaşayan ilkel insan, gözle görülmez biçimde kendini çevreleyen gizemli güçlere
bağımlı olduğunu duyumsar; kendini yalnız kendi gibi insanlarla, türdeşleriyle
değil, fakat canlı ve cansız doğanın bütünüyle toplumsal birlik içinde hisseder
ki bu da her şeyi kişileştirir demektir. O yalnızca dünyaya ilişkin bir bilince
sahip olmakla kalmaz ama dünyanın da kendi gibi bilinç sahibi olduğunu
tasarımlar. Tıpkı bir çocuğun, sanki ne dediğini anlarmış gibi bebeğiyle ya da
köpeğiyle konuşması gibi, yabanıl insan da konuştuğunda fetişinin kendisini
dinlediğine ve öfkeli fırtına bulutunun kendisinin ayırdına varıp bile bile
kendisini izlediğine inanır. Çünkü ilkel doğa insanının yeni doğmuş zekâsı
henüz kendisini doğa rahmine bağlayan bağları tümüyle koparmamıştır, düş
görmeyi uyanıklıktan, düşü gerçeklikten ayıran sınırı da açıklıkla çizmiştir.

Tanrı o halde, aslında objektif bir şey değildi,
fakat daha ziyade dışa doğru yansıtılmış bilincin sübjektifliğiydi. (s. 154)

Akıl yoluyla değil, ancak aşk ve ıstırap yoluyla biz
varabiliriz yaşayan Tanrı’ya, insanca Tanrı’ya. Akıl daha ziyade O’ndan
uzaklaştırır bizi. Sonradan O’nu sevebilelim diye önceden bilemeyiz O’nu; O’nu
sevmekle, özlem duymakla O’na, O’nu arzu etmekle başlamalıyız, bilmeden önce
O’nu. Tanrı bilgisi Tanrı sevgisinden doğar ve bu bilgide ussal az şey vardır
ya da hiç yoktur. Çünkü Tanrı tanımlanamaz. O’nu tanımlamayı istemek, O’nu
zihnimizin sınırları içinde tutmayı istemek demektir, yani öldürmek demektir
O’nu. Tanımlamaya kalkışır kalkışmaz O’nu, işte çıkan karşımıza hiçliktir. (s.
163/164)

Aşk geleceğe bakar hep ve ona yönelir çünkü işi
bizim kalımlılığımıza ilişkindir; aşkın özgüllüğü umut etmektir ve ancak umutla
sürdürür varlığını. Ve nitekim arzusunun meyve verdiğini görünce aşk
hüzünlenir.

Sevgi umut eder, hep umut eder ve hiç yorulmaz umut
etmekten; Tanrı sevgisi de, imanımız Tanrı’ya her şeyden önce umut bağlamaktır
O’na. Çünkü Tanrı ölmez ve her kim umut bağlarsa Tanrı’ya sonsuza dek yaşar.
(s. 190/191)

Tanrı’ya inanmak O’nu sevmektir, O’nu sevmek de acı
çektiğini hissetmektir O’nun, acımaktır O’na.

Tanrı’nın acı çektiğini söylemek küfür gibi
görünebilir, çünkü sınırlamayı, şartlanmayı içerir acı çekmek. Bununla beraber,
evrenin bilinci olan Tanrı, içinde yaşadığı kaba madde ile, bilinçsiz olanla
sınırlanmıştır.

Tanrı her birimizin ve hepimizin içinde, geçici
maddenin içinde tutuklu bilinçlerin her birinde ve hepsinde acı çeker, biz de
O’nda acı çekeriz. (s. 197)

“Bilime ve sanata sahip olanın bir dini vardır; ne
bilimi ne de sanatı olan, bir din edinsin kendine.” Goethe

Niteliği neyse ruhumuzun

Odur niteliği aradığımızın

İki yaratık eğer birleşip de tek olsalardı

Yapmış olduğundan dünyanın daha çok şey yapmış
olurlardı.

Ve ruh, benim ruhum hiç değilse, başka bir şeyin
özlemi içindedir, emilip içe çekilmekte değil, dinginlikte değil, barışta
değil, yatıştırılmakta değil, durmadan yaklaşmak ama hiçbir zaman erişememek
özlemindedir. (s. 239)

Türkçeleştiren: Osman Derinsu

İnkılap Kitabevi Yayınları

1986

İlgili Makaleler