Sosyoloji

Hasan Bülent Kahraman – Türk Sağı ve AKP

Hasan
Bülent Kahraman – Türk Sağı ve AKP

AKP Türkiye’nin gerçeği. Ama AKP kendisini
açıklayabilen bir gerçek değil. Bu kitap onu yapıyor. AKP’yi önce Türkiye’de
genel anlamda sağın, daha sonra da özel olarak İslami siyasetin içinde ele
alıyor.

(önsöz)

Siyasal süreç ve onun ayrılmaz parçası olan
toplumsal dönüşümler, bir çırpıda tamamlanan ve sonuçları hemen elde edilen
olgular değildir. (S. 1)

Siyaset bilimi, özellikle 1989 sonrasında
ortaya çıkmış olan ‘yer kayması’ denen bir kavramla yüz yüzedir; buna göre, bir
toplum ansızın hiç beklenmeyen bir partiye kitlesel olarak oy verebilir. Ama bu
bile bir anda olup bitmiş, önü arkası bilinmeyen bir oluşum değildir. (S. 2 )

1950’de DP’nin Türkiye çapında %50’nin
üstünde oy alması ve parlamentoda bugün görüldüğü şekilde olağanüstü bir çoğunluk
elde etmesi, başka faktörlerin yanı sıra iki çok önemli faktöre bağlıdır.
Birincisi, DP’nin 1945’in hemen sonrasında kurulmasıdır. DP 1946 seçimlerine
girmiştir; o seçimlerde CHP’nin tek parti olmasından, Cumhuriyet’in ve Türk
modernleşmesinin en önemli kurucu unsurlarından birisini temsil etmesinden
kaynaklanan gücüyle, belki de bunlardan daha önemlisi, özellikle ordunun ve
bürokrasinin o partiyi desteklemesinden gelen kuvveti ve çeşitli oyunlarıyla DP
mağlup edilmiştir. (S. 3)

1950, Türkiye’de temel siyasal yapının
oluşma tarihidir. Bu siyasal yapı daha sonra çeşitli kişiler ve teorisyenlerce
çeşitli bakış açılarıyla irdelenmiştir.

Bunların içinde en tanınmış olanı Prof.
Şerif Mardin’in yaptığı merkez-çevre etkileşimi tanımıdır; bu anlayış, CHP’nin,
1839’dan beri devam eden merkezi ve merkezci, yukarıdan aşağı modernleşmenin
temsilcisi olduğunu ileri sürer. Merkezi modernleşmenin karşısında geniş halk
kitlelerinin oluşturduğu çevre yer almaktadır. (s. 4 )

CHP, tıpkı İttihat ve Terakki Partisi gib
tarihsel bloğun ideolojik siyasal organıdır. (s. 5 )

1950 Hareketi, Anadolu-yerli sermaye
oluşturma hareketi olarak da görülebilir. ( S. 6 )

Devletçilik, 1930’da 1929 dünya ekonomik
bunalımının şartlarına karşı ekonomiyi koruma adına uygulanan yöntemsel bir
baraj olmaktan ibarettir. (…)

İttihat ve Terakki bile bir ulusal
burjuvazi inşa etme ve ekonominin liberalizasyonunu sağlayarak uluslararası
sermayeyle bütünleşme kaygısı içindedir. CHP’nin eğilimi de bu yöndedir. (…)

DP aslında yerli burjuvazinin daha
genişlemesi, palazlanması ve hatta devlet eliyle güçlenmesi doğrultusunda hamle
yapmaya gayret etmiş olan bir partidir. (…)

Türkiye’deki dönüşüm -tarımın dönüşümü-,
1946-1950 arasında, CHP’nin hala iş başında bulunduğu dönemde başlamıştır. Bu
dönüşümü sağlayan ana unsur, ABD’nin o tarihte Soğuk Savaş politikasını ilan
etmesi ve Türkiye’yi kelimenin gerçek anlamıyla ileri bir karakol olarak
görmesidir. (s. 8)

1954’ten sonra, özellikle 1955’te 6-7 Eylül
olaylarının meydana gelmesinin ardından, zaman zaman liberal olduğunu yazdırtıp
söyleten DP çok sert, şiddetli ve anlamsız şekilde akıl almaz bir baskı
rejimini uygulamaya koymuştur.(…)

Bütün bu panoramayı, AKP’nin Türkiye’deki
geleneklerin bir uzantısı olduğunun belirtmek için çiziyoruz. (…)

Bu gelenek, genel olarak Türk sağı diye
adlandırdığımız gelenektir. Türkiye sağı söz konusu olduğunda benim temel
iddiam, sağın hiçbir zaman reel demokratik bir bilinç taşımadığıdır. Türkiye
sağı devletçiliğe karşı gibi görünüp, liberal gibi isimlerle kendisini
adlandırsa dahi, her zaman devlete sahip çıkma ve milliyetçilik açısından,
etnik kimliğin muhafazası, ötekinin bastırılması, dışlanması, ezilmesi
açılarından ve bütün bunların aynı zamanda İslami, dini bir kimlikle yoğrulması
açısından taviz vermez bir yapı içinde kalmıştır. (S. 10 )

DP, Türkiye’de yeni bir kadroyla siyaset
yapan bir partiydi. Frederick Frey The Turkish Political Elite adlı, eski
tarihli bir kitabında bu parlamentoların, yani 1946, 1950, 1954, 1957 ve hatta
1960 parlamentolarının sosyolojik analizini yaparak, parti tabanlarının nereden
kaynaklandığını ortaya koymuştur.

Bu tablolar incelendikçe, özellikle 1950
parlamentosunun, DP’nin ağırlıklı olduğu parlamentonun özünü iki şeyin meydana
getirdiği saptanır. Bunların birincisi, milletvekillerinin temsil ettikleri
bölgeyle doğum yerleri arasındaki korelasyonun çok yüksek olmasıdır; bir
‘doğrudan temsil’ unsuru söz konusudur. Bu taşrayla partinin bütünleştiğini
gösteren en önemli unsurdur. İkincisi, milletvekilleri gurubunun çok büyük bir
bölümü avukattır. Yani ‘taşra avukatı’ olgusu. (S. 14 )

Derrida’nın geliştirdiği ‘kurucu dışarısı’
(constitutive outside) diye bir kavram var. Herhangi bir zihinsel pozisyon veya
herhangi bir kimlik, kendisini tanımlayabilmek için kendine bir öteki tayin
eder, iddiasındadır Derrida. (S. 26 )

Cumhuriyet adına bu ‘kurucu dışarısı’,
diyelim ki ‘öteki’, İslam’dır. Cumhuriyet biraz da diyalektik şekilde İslam’ı
tarif ederek kendi ideolojisini oluşturmuştur.(…) 

Laisizm ve şeriat endişesi Cumhuriyet’in
kendi ideolojik formasyonunun ana ölçütüdür. Onun adeta olmazsa olmaz unsurudur
ve her şey bundan ibarettir. (s. 27 )

1950 seçimlerinin sonuçlarına baktığımızda
DP’nin en yüksek oy aldığı yerler arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu yoktur.
Feodal unsurlardan mürekkep olduğu, burada ağalık düzeni bütün boyutlarıyla
geçerlilik taşıdığı ve bu ağaların merkezi devletle yoğun ilişkileri bulunduğu
için 1950 seçimlerinde CHP’yi desteklemişlerdir. (S. 31 )

Laiklik; din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrılması. Gündelik hayatta kullanıla kullanıla tüketilen birçok
kavram gibi artık bir şey ifade etmez hale gelmiş durumda. (S. 32 )

Aydınlanma düşünürlerinin önemli bir bölümü
dinle olan ilişkilerinde son derece çelişkili davranmışlardır. Bunlar kendi
evlerinde inançlı, yazılarında ve dışa dönük yüzlerinde bir tür inançsız insanlardır.
(S. 35 )

Fransız Devrimi’yle birlikte gelen bir laik
despotik dönem vardır. Buna Aydınlanma Despotizmi de denir. Yani, kiliseler
samanlığa dönüştürülmüş, her türlü dinsel uygulama yasaklanmıştır. Hatta
takvim, ay adları dahi değiştirilmiştir….

Neden dinin gündelik hayattan, gündelik
pratikten tecrit edilmesi ihtiyacı doğuyor? (S. 36 )

“Aydınlanma Nedir?” makalesinde
Kant, “Aydınlanmış birey, üstündeki vesayetten kurtulmuş ve kendi zihni
melekelerini kullanma yetisini kazanmış olan varlıktır,” der. Horace’ın
bir sözünü anarak Saper aude der. Yani, “bilmekten korkmayınız”…

İşte bu, dünyayı dünyanın bilgisiyle
açıklamak ve bunu açıklayacak olan toplumsal ve zihinsel varlığı yaratma çabası
laikliktir. (S. 37 )

Cumhuriyet epistemolojisinin temelinde
-daha önce bir kaç makalemde belirttiğim üzere- Kantçı bir aydınlanmış insan
düşüncesi vardır. Bunun kökenini de Atatürk’ün meşhur lafı, “Hayatta en
hakiki mürşit ilimdir, fendir, başka bir şeye inanmak hurafedir,” sözü
meydana getirir. Bu sözü, söylediğim tarih doğurmuştur, belli bir geçmişe
sahiptir, yani o yanıyla da tarihseldir. Pozitivizmin son durağını
göstermektedir. Bunun dışında, Cumhuriyet laikliği, temelinde Fransız
Devrimi’nin içerdiği, kapsadığı Aydınlanma despotizmini aynen temellük etmiştir,
onu da sahiplenmiştir. (S. 44 )

Eğer devrimi taşıyacak sınıf yoksa devrim o
sınıfı yaratmak için bir süre sonra araçsal hale gelir, araç niteliğini
kazanır. İşte Sovyetler Birliği; Sovyetler devriminde bu böyledir. İşçi sınıfı
yapmamıştır Sovyet devrimini. Bir gün şöyle veya böyle meydana gelmiştir, ondan
sonra rejimin en büyük önceliği işçi sınıfını yaratmak olmuştur.

Cumhuriyet de bir halk hareketi değildir.
Katılımcı bir boyutu vardır ama asıl problemi bir süre sonra kendisini
taşıyacak olan sınıfı bulmaktır, o da burjuvazidir. Bütün bunları yaratmakla
yükümlü olan bir devriminse elinde iki şey kalır; bir, bürokratikleşme, iki,
otoriterizm. (S. 45 )

1950 hareketinde Halk, Cumhuriyet’in
arkasında olmadığını ifade etmiştir. Ama bu saptamayla yanılmayalım; çünkü asıl
mesele, öncelikle Cumhuriyet’in halkı reddetmesidir…

Cumhuriyet bir elit rejimidir. (S. 47 )

Cumhuriyet esas itibarıyla aşkınsal olan,
kutsal olan bir siyasal iradeyi oradan alıp yerlileştirme, sekülerleştirme
sürecidir. Daha önce imparatorda ve Batı siyasal felsefesinde çok tartışıldığı
gibi, imparatorun sahip olduğu iki bedende -ki bunlardan birisi tanrısal ve
uhrevidir- temerküz etmiş olan iktidarı oradan alıp halka ait bir şey haline
getirmek, cumhuriyet düşüncesinin özünü oluşturur. (S. 53 )

1950, çevrenin merkeze karşı başarısıdır.
1960, merkezin çevreden rövanşı almasıdır. 1965, çevrenin yeniden iktidara
gelerek merkezi geri plana itmesidir. 1971 12 Mart muhtırası, merkezin bir kere
daha iktidarı elde etme girişimidir. 1971 muhtırasına mukabil 1973 seçimleri,
çevrenin bu kez CHP’yle tekrar iktidarı ele geçirmesidir. 1980, 1973’te
başlayan harekete karşı merkezin güçlendirilme, tahkim edilme hamlesidir. 1983,
çevrenin bir kere daha merkeze karşı hareketidir. 1983’ten sonra durumu bu
kadar net açıklayamıyorum. Ama şu söylenebilir: 28 Şubat, 1983 sonrasında
merkezin ana hamlesidir. 2002 seçimleri, 28 Şubat merkezine karşı çevrenin bir
reaksiyonu olarak görülebilir. (S. 61 )

Dönemin bürokrasisinin ne kadar bilinçli
olduğunu gösteren ana unsur, 1960 askeri darbesinden hemen sonra Devlet
Planlama Teşkilatı’nın kurulmasıdır.

DPT’yi iyi okumak gerekir. Bu kurum,
merkezin iktidarı vermemek adına kullandığı enstrümanlardan birisidir. (S. 62 )

1965 seçimlerinde DP’nin uzantısı olan AP
seçimleri kazanıyor. AP 1973’te CHP’nin temsil etmeye başladığı metropolitan
çevrenin bir başka temsilcisi. O aslında merkezdeki çevre hareketidir. Bu çevre
kendisini muhafazakâr olarak nitelendirir. Ama muhafazakârlık tamamen popülist
bir karakter taşır. Çünkü bu kesim, Türkiye’de bu işin turnusol kâğıdı olan
Kemalist ilkelerle ve Kemalist cumhuriyetle bir çatışma içinde değildir. Bu
hareketin önderi olan insanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun süre devam
ettirdiği devşirme mekanizmasının Cumhuriyet dönemindeki uzantısı olan sistemle
yetiştirilmiştir insanlardır…

Devlet, Osmanlı’daki devşirme sistemini iki
kanattan devam ettirmektedir. Bunlardan birisi, askeri okullardır. İkincisi
devlet parasız yatılı okullarıdır.

Köy enstitüleri bunun 1940’lardaki
modelidir. (S. 78-79 )

1908 meşrutiyetinden sonra İttihat ve
Terakki iktidarıyla birlikte, farkında olarak veya olmayarak dinin devlet
tarafından belirlenmesi başlamıştır. (S. 105 )

Devlet, 1980’den itibaren çok uzun bir
süre, sistemli bir şekilde dini kontrol altına almaya çalışırken, bugün din,
devleti kontrolü altına almıştır. Bu model niçin son büyük hamlesinde çöktü?
Yani, neden dinin devlet tarafından kontrolü, arkasında büyük bir askeri güç
olmasına, anayasanın ona göre düzenlenmesine, eğitim sisteminin
reorganizasyonuna rağmen işlemedi de, bu odakların çok rahatsızlık duydukları, şikâyetçi
oldukları, değiştirmek için hareket halinde bulundukları AKP iktidarı ortaya
çıktı?

Bu rahatsızlığın ve şikâyetin altında yatan
sebep, gene bu odakların AKP’yi bir İslami gelenekten gelen dinsel temelli bir
parti olarak görmesidir. AKP ise bun biz muhafazakâr bir partiyiz diyerek
reddediyor. Fakat ilginç olan şudur: AKP, ‘biz muhafazakâr demokrat bir
partiyiz’ derken, İslam’la olan ilişkisini henüz tarif etmiş değil. (S. 106 –
107 )

İslami sermaye, bugün taşra sermayesinin
sahibi ve patronu olmuştur.

AKP, eğer AB konusunda CHP’den, DYP’den
veya MHP’den daha rahat bir tutum sergiliyorsa, bunun sebebi, sermayenin
uluslararası entegrasyonunun getirdiği yeni bilinç katmanlarıdır. Sermaye onu
elinde tutan adamın kendi içine kapanmasına izin vermez. (S. 119 )

Sermaye uluslararası bir sıçrama yapmak
istediği için AKP aracılığıyla AB’ye entegre olmak istiyor. (S. 120 )

AKP, partileşememiş bir partidir. AKP uzun
bir sürecin sonunda doğmuştur, ama bir tesadüf partisidir. Bugün AKP iktidara
gelirken ‘biz daha iyi yapalım, ülkeyi şöyle kalkındıralım’ diye gelmemiştir.
Diğer merkez sağ partiler ve sol partiler halkın nezdinde bir seçenek olmadığı
anda, bir intikam partisi olarak AKP iş başına geldi.

AKP kendisine ideoloji üretemedi.
Yayınlamış olduğu liberal muhafazakârlık tezi, AKP’ye bir ideoloji oluşturmaya
yetmedi. Çünkü bu tezin bir ideoloji olabilmesi için toplumsal bir karşılığının
bulunması gerekir. (S. 124 )

AKP tarafından önerilen muhafazakârlık
kavramı sadece İslami içerikli, İslami vurgulu ve İslam’ı da kültürel örf ve âdetin
uzantısı sayan bir yaklaşımdır. (S: 151 )

Bir toplumun eğer büyük gövdesi belli bir
ideoloji doğrultusunda kendisini dönüştürüyorsa orada total bir hareket
başlamış demektir.

Bunu durduracak olan iki etken söz konusu
olabilir: Bir, eleştirel düşünce, iki, siyasal muhalefet. (S. 157 )

Türkiye kendini apolitik politikaya mahkûm
etti. Bu mahkûmiyetin sonucunda kitlenin politikadan geri çekilmesini, siyasal
alanın politika dışı unsurlara bırakılmasını yaşıyor. Türkiye bugün
Genelkurmay’dan yapılan açıklamalarla ve mahkemelerden çıkan yargı kararlarıyla
yönetiliyor. (S. 158 )

Laikçi çevreler, hala İran İslam
Devrimi’nin Türkiye’de bir gecede oluşabileceği kanısını muhafaza ediyorlar.
Hala böyle bir kanıya sahip oldukları için ve böylesi bir ihtimale dönük en
kuvvetli barajı ordu olarak telakki ettiklerinden, gitgide orduya yakın, orduyla
iç içe geçmiş bir politika benimsiyorlar. (S. 161 )

AKP, bütünüyle sistemin bir partisi olma
noktasına ulaşmıştır.

Bundan sonra AKP’nin başına gelecekler,
sisteme teslim olan bütün partilerin başına gelmiş olan şeydir: AKP’nin bir
kere daha kendi içinde bölünmesidir. (S. 181 )

Üstünde çalışılan bir proje olan sağın
yeniden inşası meselesi, AKP’nin içinden çıkacak bir kuvvetle olur. (S. 182 )

Türkiye yüzlerce yıllık demokratikleşme
projesiyle devam etseydi bugün çok daha onurlu bir yerde duracaktı. Oysa hala
sokakta gazetecisini, düşünce adamını öldüren, insanların linç edildiği,
emniyet müdürlerinin ‘halk iyi yapmıştır’ dediği bir ülkeyiz. Hala yurttaşlık
kavramının ne ifade ettiğini anlamazdan geliyoruz ve işin en yürek burkan yanı
da bunun Türkiye’nin kendi tarihi içinde bile bir geriye gidiş olduğunu
görmeyişimizdir. (S. 212 )

Agora Kitaplığı

2007

İlgili Makaleler