Tarihi Şahsiyetler

Da­vudi Kayseri Kimdir, Hayatı, Eserleri, Hakkında Bilgi

Dâ­vûd-i Kayserî, (ö. 751/1350) Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde yaşayan mutasavvıf ve ilk Osmanlı müderrisi.

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kaynaklar, hocaları arasında gösterilen Kadı Sirâceddin el-Urmevrnin Kayseri’den Konya’ya başkadı olarak tayin edil­diği 1273’te Dâvûd-i Kayserînin on iki on beş yaşlan arasında olduğunu bildir­diklerine göre 1260 yılı civarında doğ­duğu söylenebilir. Bazı eserlerde Kara-man’da dünyaya geldiği kaydedilmekle birlikte ço­ğunda doğum yeri olarak Kayseri göste­rilmiştir. Nitekim kendisi de nisbesini “er-Rûmî el-Kayserî” şeklinde verir. Dâ­vûd-i Kayserî’den söz eden çağdaş ya­zarlar onun Türk olduğunu belirtirken H. Corbin hiçbir delil göstermeden onu İranlı bir mutasavvıf ve filozof olarak ta­nıtır. Öte yandan aynı yazar bir baş­ka eserinde Kayseri’de doğduğunu ve Anadolu kökenli olduğunu söyler.

Dâvûd-i Kayseri tahsil hayatına Kay­seri’de başladı. Dinî ve naklî ilimleri öğ­rendikten sonra özellikle dinî ilimlerde bilgisini arttırmak için Mısır’a gitti. Mı­sır’a ne zaman gittiği, orada ne kadar kaldığı, kimlerden ders aldığı ve ne za­man Anadolu’ya döndüğü belli değildir. Bazı kaynaklar onun Sadreddin Konevf-nin öğrencisi olduğunu kaydederlerse de bunun doğru olması mümkün değildir. Çünkü Dâvûd-i Kayserî’nin tahsil için Konya’ya gittiğine dair hiçbir rivayet yok­tur. Aynca Konevî’nin öldüğü tarihten (1274) bir yıl önce Konya’ya tayin edilen hocası Urmevî ile buraya gelmiş olsa bi­le bu yıllarda çok genç yaşta olduğun­dan tasavvufla ilgisi olmaması gerekir. Yine bazı kaynaklar, onun Mısır dönüşü Kayseri’ye değil Bursa’ya gittiğini kay­dederse de bu konuda kesin bilgi yoktur.

Dâvûd-i Kayserî, Sadreddin KonevT-den tasavvuf öğrenmek için Konya’ya gelen ve onun ölümünden önce Anado­lu’dan ayrıldığı bilinen, tasavvuf yolun­da üstadı olduğunu söylediği Abdürrez-zâk el-Kâşânî ile (ö. 1329) muhtemelen İran’ın Sâve şehrinde tanıştı. Orhan Ga­zi, 1336 yılında inşaatı biten İznik’teki ilk Osmanlı medresesinin müderrisliği­ne Dâvûd-i Kayserî’yi 30 akçe maaşla tayin etti. Ölümüne kadar on beş yıla yakın bir süre bu görevde kalan Dâvûd-i Kayseri bir yandan Öğrenci yetiştirirken bir yandan da eserlerini kaleme aldı. Onun İznik medresesinde okuttuğu ders­ler hakkında bilgi bulunmamakla birlik­te hadis ve fıkıh gibi dinî ilimlerin yanı sıra felsefe ve mantık gibi aklî ilimler okuttuğu söylenebilir. Kaynaklarda Şeyh Edebâli, Yûnus Emre, Geyikli Baba ve Hacı Bektâş-ı Velînin çağdaşı olarak gös­terilir. Kaynakların çoğunda 751’de (1350) İznik”te ve­fat ettiği bildiritirse de kendisinden bah­seden bazı eserlerde 745 (1344)[372], 1335[373] gibi farklı tarihler de verilmiştir. Meza­rının İznik’te Candarlı Halil Paşa Camii’-nin karşısında bugün Çınardibi denilen yerde olduğu rivayet edilmektedir. Dâ­vûd-i Kayserrnin vefatından sonra ye­rine öğrencisi Tâceddin Geredevî tayin edilmiştir.

Osmanlı Devletİ’nin ilk müderrisi ve ilk düşünürlerinden biri olan Dâvûd-i Kay­serrnin eserlerinden dinî ve aklî ilimler­de iyi bir Öğrenim gördüğü anlaşılmak­tadır. Dinî ilimlerden bilhassa fıkıh ve hadis sahalarında derin bilgiye sahipti. Ancak daha ziyade tasavvuf, kelâm ve felsefe alanlarındaki dirayetiyle tema­yüz etti.

Zahirî ilimlerle tasavvufu kendinde bir­leştiren Dâvüd-i Kayseri özellikle İbnü’l-Fârız, İbnü’l-Arabî ve Abdürrezzâk el-Kâşânî gibi büyük sûfjlerin geliştirip sis-temleştirdikleri vahdet-i vücûd naza­riyesini benimsemiştir. Ayrıca Aristo gi­bi Yunan filozoflanyla Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî gibi İslâm filozoflarını tenkit edebilecek seviyede felsefe bilgisine sa­hipti. Vahdet-i vücûd nazariyesini felse­fî mahiyette yorumlayan ve savunan ilk süfi müelliftir. Bu görüş, onun eserleri sayesinde Anadolu’nun dışında özellikle İran’da yayılma imkânı bulmuştur.

Dâvûd-i Kayserî, tasavvuf! düşünce açısından İbnü’l-Arabrnin yolunu takip etmekle birlikte tarikat mensubu ve ir-şad faaliyeti yürüten bir şeyh değildir. Bazı kaynaklarda İbnü’l-Arabfye nisbet edilen Ekberiyye tarikatı müntesibi ola­rak gösterilmesi, Şeyh-i Ekber’in düşün­ce sistemini benimsemiş olmasından kay­naklanmaktadır. Ayrıca Ekberiyye diğer tarikatlar gibi âdâb ve erkânı olan bir tarikat değildir. Bu kaynaklarda Dâvûd-i Kayserî’nin tarikat silsilesi, hocası Ab­dürrezzâk el-Kâşânî ve Sadreddin Ko-nevî vasıtasıyla İbnü’l-Arabfye ulaştırıl­maktadır.

Dâvûd-i Kayserî tabiat felsefesiyle il­gili görüşleri açısından da önemli bir dü­şünürdür. Tabiatta var olan her şeyin esasını ve bütün tabiat olaylarını enerji ve enerji değişimiyle açıklayan fizik ve felsefe doktrini enerjetizmi, Batı’da bu görüşün kurucusu olan VVilhelm Ostvvald’-dan (o. 1932) altı yüzyıl önce Dâvûd-i Kay­seri temellendirmiştir. Ona göre tabia­tın da içinde yer aldığı görünür görün­mez maddî ve ruhî bütün varlıkların toplamı olan âlem Allah’ın isim ve sıfatları­nın tecellisidir. “Külli unsur” adını verdi­ği tabiattaki her şey atom (cüz) ve mo­leküllerden (mürekkeb) teşekkül etmiş­tir. Varlıkların nitelik ve niceliğini atom ve moleküller tayin eder. Tabiat kendi özünde enerjiden ibarettir. Enerjinin özel­liği ve tezahürü ışık ve ateş olmasıdır. Dâvûd-i Kayserî bu fikrini, “Sonra O, özü duhân olan gökyüzüne yöneldi” âyetinde geçen “duhân” keli­mesine dayandırır. Ona göre tabiattaki her şeyin kendisinden oluştuğu duhân enerjinin şekil almamış durumudur. İlk enerji olan duhân zaman içinde çok çe­şitli formlar almış ve varlıkların şeklini belirleyen dört unsura (su, hava, ateş ve toprak) dönüşmüştür. Öte yandan Demokritos gibi varlıkların atomlardan ve moleküllerden teşekkül ettiğini, ancak kendisinden önceki Yunan filozofları ve onların takipçisi olan müslüman atomist filozoflardan farklı olarak atomların ener­ji yüklü olduğunu söyler. Dâvûd-i Kayse­ri bu konudaki görüşünü, “Tabiat ışık veren ve yakıcı özelliğe sahip olan genel toplam enerjidir” cümlesiyle özetler. Ay­nı fikirler, XIX. yüzyılın sonlarında ener­jinin sakinimi, termodinamik ve antropi kanunlarından esinlenerek W. Ostvvald tarafından ortaya konulmuştur.

Dâvûd-i Kayserrnin düşünce sistemin­de metafizik ve fizikî açıdan suyun özel bir yeri vardır. Rahmânî nefes (ennefe-sü’r-rahmânî), küllî madde (el-heyûle’l-külliyye), asıl cevher (el-cevherü’l-asiî) ola­rak nitelediği su, hayat sırrının kendi için­de eridiği temel bir unsurdur; hayatın sırrıdır. “Su, varlıkları teşkil eden bütün unsurları kendisinde bulundurur” diyen Dâvüd-i Kayserî bu fikirlerini, “Canlı olan her şeyi sudan yarattık” mealindeki âyete dayandırır. Su bir yandan ilâhî bilgiyi ve hayatı temsil ederken aynı zamanda bunların yansıması olan tabiat hayatının kendisi, onun sır­rının temelidir. Bu mânada su yaratıcı ve üretici bir unsurdur. Allah’ın hayat sıfatı, celâl sıfatıyla yarattığı maddî su­da ve heybet sıfatıyla yarattığı maddî ateşte iki yönlü olarak yansımış, su ve ateş Allah’ın arzusuna boyun eğerek bir­leşmiş, bu birleşmeden enerji bulutu olan duhân meydana gelmiştir. Bulutun hafif ve latif kısmından gökler ve gök cisimleri, kaba ve ağır kısmından top­rak oluşmuş, böylece hayat denen olay başlamıştır.

Kâinatta var olan her şeyin canlı ol­duğunu kabul eden tümcanlıcılık (pan-bioizm) nazariyesini Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıflarda bulmak müm­kündür. Bu mutasavvıf düşünürler gibi Dâvûd-i Kayserî de benimsediği vahdet-i vücûd görüşünün mantıkî bir sonucu olarak kâinattaki her şeyin canlı oldu­ğunu söyler. Çünkü kâinatta ne varsa hepsi Allah’ın hay ve hayat sıfatının yan­sımasıyla var olmuştur. Allah’ın bu sıfat­larının tecellisi olan her varlık O’nun gi­bi canlıdır. Dolayısıyla kâinatta canlı (or­ganik) ve cansız (inorganik) ayrımı yoktur. Fakat insanlar bunu çıplak gözle açıkça göremezler. Dâvûd-i Kayserî, yer ve göklerdeki her şeyin Allah’ı teşbih et­tiğini, onların sabah ak­şam ister istemez Allah’a secde ettikle­rini bildiren âyetlerdeki teşbih ve secde keyfiyetinin gerçek an­lamda olduğunu söyleyerek âyetlere me­cazî mâna veren kelâm ve tefsir âlimle­rinden ayrılır. Ona göre varlıklar sadece lisân-ı hâl ile değil tabii hayattan kay­naklanan şuur ve ilimle Allah’ı zikrederler.

Dâvûd-i Kayserî, Nihâyetül- beyân fî dirâyeti’z-zaman adlı eserinde zama­nın mahiyetini araştırarak bir zaman fel­sefesi temellendirmeye çalışmıştır. Za­man konusunda kendisinden önce orta­ya konan Aristo ve Ebü’l-Berekât el-Bağ-dâdî’nin görüşlerini özetledikten sonra bunların tenkidini yapmış ve kendi gö­rüşünü ortaya koymuştur. Ona göre fi­zikî zaman aynı zamanda matematiksel bir zamandır. Bu da varlıklar arasındaki ilişkinin süresinin ölçümüdür. O halde fizikî zaman ampirik bir zamandır.

Vahdet-i vücûd nazariyesinin yanı sı­ra Allah aşkı ve bu aşkın insana verdi­ği sarhoşluk da tasavvufun en önemli konularından biridir. Zahir ulemâsı insanın Allah’a âşık olamayacağını ileri sü­rerek sûfîlere itiraz etmişse de sûfîler bu konuyu işlemeye devam etmişlerdir. Dâvüd-i Kayseri, İbnü’l-Fârız’ın ilâhî aş­kı anlattığı el-Kaşîdetü’l-mîmiyye”si­ne yazdığı şerhte ve bu şerhin girişinde bu konudaki görüşlerini açıklamıştır. Ona göre ilâhî aşk. insanın Allah’ın cemâl ve celâli karşısında duyduğu heyecan ve de­rin sevgidir. İnsan elest bezminde, “Ben sizin rabbtniz değil miyim” sorusuna “evet” demiş ve bu arada Allah’ı müşa­hede etmekle sarhoş olmuştur. İnsan dünyaya gelince bu sarhoşluğunu dili, kalbi ve ruhuyla Allah’ı zikrederek yeni­den hatırlamak suretiyle bu dünyada da ilâhî sarhoşluğa düşebilir. Bu sarhoş­luğun şarabı Allah’ı sürekli şekilde an­ma Ktır.

Dâvûd-i Kayseri, tevhid konusunu ava­mın ve havassın tevhidi şeklinde ikiye ayırarak inceler. Kelime-i tevhidi dil ile söyleyip kalp ile tasdik etmekten ibaret olan avamın tevhidi tevhidlerin en alt mertebesidir. Bu tevhide mantıkî kıyas­lama ve istidlal, peygamberleri taklit ve­ya bu iki yolun birleştirilmesiyle ulaşılır. Ona göre halkın tevhidine birinci yolla elde edilirse istidlâlî tevhid, ikinci yolla elde edilirse naklî tevhid, üçüncü yolla elde edilirse istidlâlî-naklî tevhid adı ve­rilir. İnsan ayrıca bunların ötesinde üs­tün bir aklî çaba ile tevhide ulaşırsa buna da istidlâlî-aklî tevhid denilir.

Havassın tevhidi avamın tevhidinin üs­tündedir; bu, şuurla yaşanan mutasav­vıfların ulaştıkları tevhid olup fiillerin, sıfatların ve zâtın tevhidi olmak üzere üçe ayrılır. Üç çeşit tevhide “beraberce yaşanan tevhid” (et-tevhîdü’ş-şühûdiyye) adını veren Dâvüd-i Kayserî’ye göre tev­hidin dinî, mantıkî ve aklî veya ontolo-jik üç temeli vardır. Dinî tevhid insanın, peygamberlerin ve dinlerin öğretilerini takip ederek Allah’ın birliğini kabul et­mesidir. Mantıkî ve aklî tevhid, insanın kendi düşüncelerinin kendisini Allah’ın varlık ve birliğine götürmesidir. Ontolojik tevhid ise insanın bir şuur varlığı ola­rak Allah’tan başka hiçbir varlığın olma­dığına inanması ve bunu bilmesidir.

Dâvûd-i Kayserî, daha çok Fuşûsü’l-hikem şerhiyle kendisinden son­raki müellif sûfîleri etkilemiştir. Bu şerh daha kendi döneminde Anadolu’nun dı­şında tanınmış. Altın Orda Devleti’nin merkezi Saray’a ulaşmış ve burada el-Emîrü’l-Kebîr Seyyid Ali el-Hemedânî (ö. 786/1384) Fuşûşü’l-hikem”e yazdığı şerhte Dâvûd-i Kayserî’nin eserini esas almıştır. Anadolu sahasında ise ilk ola­rak Şeyh Bedreddin onun şerhine bir ta-likat kaleme almış, ancak bu eser günü­müze ulaşmamıştır. Molla Fenâri, Kut-büddin İznikî. Sofyalı Bâlî Efendi, Abdul­lah Bosnevî ve İsmail Hakkı Bursevî gibi Osmanlı âlim ve mutasavvıfları da Dâ­vûd-i Kayserî’nin Fuşûşü’l-hikem şer-hindeki görüşlerinden etkilenmişlerdir. Onun bu şerhinin tesiri XX. yüzyılın baş­larına kadar devam etmiştir. Nitekim İzmirli İsmail Hakkı, Dârülmuallimînde öğrenci iken Fuşûşü’l-hikem dersi al­mak isteyince hocası Ahmed Âsim Bey kendisine Dâvûd-i Kayserî’nin şerhini okuttuğunu söyler.

Dâvûd-i Kayserfnin İranlı düşünürler üzerindeki tesiri daha büyük olmuştur. Ona ilgi duyan bu düşünürlerin ilki olan büyük Şiî kelâmcısı ve mutasavvıfı Haydar el-Âmülî (ö 787/1385’ten sonra) Naş-şü’n-nuşûş, Nakdü’n-nüküd iîma’ri-feti’l-vücûdve Câmi’u’l-esrâradlı eser­lerinde Dâvûd-i Kayserî’nin eserlerine sık sık atıflarda bulunmuştur. İranlı filozof Molla Sadra Sîrâzfnin (ö. 1050/ 1640) eş-Şevâhidü’r-rubûbiyye ve el-Esfârü’l-erboca adlı eserlerinde Dâvûd-i Kayserî’nin tesirlerini açıkça görmek mümkün­dür. eş-Şevâhidü’r-mbûbiyye yayım­layan Celâleddin Aştîyânî, bu eserin bi­rinci bölümünün âdeta Matla’u huşu-şi’1-kiîem mukaddimesinin bir şerhi olduğunu söyler. Molla Sadrâ’nın eserini şerheden Molla Hâdî-i Sebzevâri ile Mol­la Demâverdî de Dâvûd-i Kayserfden et­kilenen İranlı müellifler arasında sayıla­bilir. Dâvüd-i Kayserî Arap düşünürleri üzerinde de etkili olmuştur. XV. yüzyıl­da yazıldığı sanılan ve müellifi kesin ola­rak bilinmemekle beraber Şemseddin İbn Nasr es-Siczî’ye atfedilen Mecma’u’l-bahreyn adlı eserde Dâvûd-i Kayserî’nin Fuşûşü’l-hikem şerhinden bahsedilmek­tedir. Mevlevî ve Nakşibendî tarikatına mensup Abdülganî en-Nablusî ile (ö 1791) Cezayir’in millî kahramanı Emîr Abdülkâdir de (ö. 1883) Dâvüd-i Kayse­rimden etkilenen Arap müellifleri arasın­da sayılabilir.

İlgili Makaleler