Felsefe Yazıları

Sosyoloji Nedir? Tanımı, Konusu, Meşruiyeti

Sosyoloji felsefe/comte-aguste” 117″ 217″

Sosyoloji, iki terimden müteşekkildir: Latince Socius (arkadaş) ve ology (inceleme). Bu, arkadaşlık sürecinin incelenmesi demektir. Buna göre sosyoloji, sosyal ilişkilerin temellerinin incelenmesi şeklinde tanımlanabilir. Daha teknik olarak sosyoloji, sosyal etkileşim sonucu kurulmuş haliyle sosyal ilişkilerin yapısının analiz edilmesidir. Ama dört başı mamur bir sosyoloji tanımının, bu disiplinin özelliği olan perspektif çeşitliliği göz önünde tutulursa, yapılmasındaki güçlük ortaya çıkar.

Sosyoloji, halihazır durumunda toplumun tamamını ve kurumlarını incelemek suretiyle elde edilen sistematik olmayan bir bilgi topluluğudur. Sosyolojinin ihtiva ettiği bilgi, oldukça geniş ve farklılaşmış fenomenler alanın geniş bir bölümünü kapsar; örneğin aileler, kilise ve mezhepler, atölyeler, silahlı kuvvetler, yerel ve siyasal birlikler, bölgesel, etnik ve millî topluluklar vb. gibi kurumlar içerisinde bireylerin davranışı gibi bireyler arasındaki ilişkilerin kalıpları; kurumlar ve toplulukların işleyişinde yapının ve otoritenin rolü; topluluk ve kurumların gelir ve statü veya saygı ile ilgileri; toplumların tabakalaşması; bireylerin eylemlerinde ve toplulukların, kurumların ve toplumların işleyişinde bilişsel ve normatif inançların rolü gibi.

Sosyolojik bilginin düzenlenişi parçalıdır en soyut ve genelleştirilmiş veya teorik olandan en somut ve tasvirî olana kadar pek çok özellik düzeylerine sahiptir. Sosyolojik bilginin, güvenilirlik ve kesinlik derecesi değişmektedir. Sosyologlar, sosyolojik bilginin doğruluğunu artırmak için gözlem ve analiz tekniklerini diğer disiplinlerden ödünç alırlar, ya da icat ederler.

Sosyolojik bilgi, nedensel bağıntıların, yahut da incelenen fenomenler arasındaki bağımlılık bağıntılarının bilgisidir. Sosyologlar motivleri, ruh halleri, sosyal şartlara dayanarak fenomenleri açıklamaya çalışırlar.

filozof/el-farabi” 106″ 106″

Sosyolojinin Meşruiyeti

Sosyoloji kelimesinin Auguste Comte tarafından icad edildiğinden bu yana sosyologlar, metodlarında daha bilimsel, gözlemlerinin yorumlanmasında ise daha sistematik olmaya gayret etmişlerdir. Onlar Aristoteles’in Politika ve Nikomakos Ahlakı’nda ya da Tukidides ve Tacitus ile Makyavelli ve Guicciardini, Fârâbî’nin Medinetu’l Fâdıla’sında ve diğer birçoklarının eserlerinde bulunabilecek çeşitli yönetim biçimleri, bunların doğuş ve çöküşü hakkında yahut insanın davranışı ve güdüleri hakkında düzenli olmayan oldukça derinlikli gözlemlerden tatmin olmazlar. Siyaset ve ahlak felsefesi, büyük tarihî eserler, büyük ve daha az önemli edebiyat eserleri,, özünde terimin anlaşılmaya başlandığı şekliyle pekala ‘sosyolojik’ olarak değerlendirilebilecek birçok derin kavrayışlar ve genellemeler içerirler. Ne var ki, bunlar sosyolog için yeterli olmaktan uzaktır. Sosyolojinin bilimsel bir disiplin haline gelmesinden çok önceleri bazı tutkulu sosyologların kendilerini ona göre ölçtükleri tabiat bilimleri ve özellikle fizik bilimlerinin standardına göre sosyoloji bilimsel değildir sosyolojinin öz ve metod bakımından ancak daha sistematik ve daha bilimsel olması halinde meşru olacağı şeklinde bir kanaat hakimdir. Bilimsel olma ve toplumu daha derinden ve daha tutarlı bir şekilde anlama tutkusu, sosyoloji’nin gelişimi için tek itici güç olmamıştır. Ünlü sosyologlar, sosyolojik çalışma yapmanın meşruiyetinin, yöneticilerin zihinlerinin ve kamuoyunun ‘çare’ ve çözüm bekleyen pratik “sosyal problemler”e ilişkin aydınlatılması olduğu kanaatindedirler. Comte’un Savoirpourpre’voir pour pourvoir diktumu, sosyologlar tarafından disiplinlerini ve kendi çalışmalarını haklı göstermek amacıyla şu ya da bu şekliyle hala benimsenmektedir. Her ne kadar sosyolojik bilginin pratiğe uygulanması ciddi ahlaki problemler doğurmaktaysa da, sosyolojik bilginin pratik eylemlerde uygulanması gerektiği inancı, kusursuz bir şekilde onun, metodlan ve dolayısıyla açıklama, yorum ve teorileri bakımından bilimsel olması gerektiği inancıyla tutarlılık arzetmektedir. Aslında birçok sosyolog, sosyolojik bilginin bilimsel ve sistematik olması şartlarıyla, pratik eyleme etkili bir şekilde ‘uygulanabileceğine inanırlar.
Konularının bilimsel niteliğini artırmaya çalışmak için XIX. yüzyılda çağdaş sosyologların öncülerini yönlendiren sadece, toplum ve onu teşkil eden kısımlara dair bilgiyi daha güvenilir, daha kesin ve daha sistematik kılma çabasından ibaret değildi. Onlar aynı zamanda hakim entelleklüel kanaate ve bazı ülkelerde akademik dünyaya bu bilgiyi kabul edilebilir halde sunmak İstiyorlardı. Kendilerinin sosyolog olduklarını düşünen iki önde gelen filozof Auguste Comte ve Herbert Spencer, sosyolojiyi mutlaka üniversitelerde okutulup Öğretilecek bir konu olarak düşünüyorlardı. XIX. yüzyılın sonlan ile yirminci yüzyılın ilk yarısında, üniversiteler entellektüel kurumlar arasında gözde bir kurum olmaya başlayıp, bilimin ve araştırmacılığın amatörce ve zanaat olarak yapılması (uygulanması) zayıfladığında, sosyoloji taraftarlarının akademik yeterliliklerini kanıtlamaları gerekti. Bu, kendi alanlarını bilimsel yapmaları ve onun bilimsel olduğuna başkalarını inandırmaları için ek bir güdü oldu. Ne var ki, sosyolojinin bilimsel olduğu ispat edilmiş olsaydı bile, bu kez onun daha önce üniver sitelerde yerleşmiş bulunan disiplinlerin uğraştığı şeyden farkının ne olduğu ikna edici bir şekilde ispatlanamayacaktı.

Sosyoloji, XIX. yüzyılda kendi inceleme konusuna ve bir araştırma sahasına sahip olmuştu; modern toplumların suçlularını aşağılanmışları ve mazlumları, âcizleri, toplumdan ihraç edilmiş kişileri ve yoksulları inceleyecekti. Onsekizinci yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarının en önemli deneysel araştırma konulan bunlar idi. Louis Rene” Villerme, Henry Mayhew, Eiler Sundt, Charles Booüı ve Secbohn Rowntree’nin sörveylerinden Thomas ve Znanieeki’nin The Polish Peasant İn Europe and America (1916) (Avrupa ve Amerika’da Polonyalı Köylüler) adlı eserindeki daha tutuk sosyolojiye kadar toplumun kenardaki sektörleri dikkatle incelenmeye değer bir şey olarak kabul edildiler; bu dikkatli inceleme, sosyologların payına düştü. Sosyologlar, köylülerde, Lümpen proletarialarda, başıboş seyyahlar ve işportacılarda, işsiz, yanişsiz, yoksul ve göçmenlerde, fuhuş ve suçlarda, terkedilen eşlerde, evli olmayan anneler ve gayrı meşru çocuklarda kendi araştırma konularını buldular; bunlar diğer akademik disiplinler tarafından gözardı edilmiş konulardı. Krallar ve savaşlarını ve imparatorlukların mukadderatlarını anlatan siyasal tarih, yoksulları konu almıyordu. Staatswissenschaft (devlet bilim) ve yasalar ve siyasal kurumlarla ilgilenen siyaset bilimi onlarla ceza hukukuna konu olmaları dışında ilgilenmiyordu. Uzak diyarlar ve ilkel halklarla uğraşan beşerî coğrafya ve etnoloji de sıradan halkı ihmal ediyordu. İnsanları rasyonel varlıklar olarak ele alan iktisat teorisi, gelenek ve cehalet bağları altında ve sefalet zincirleriyle bağlı biçimde yaşayanlara hiç yer vermiyordu.

Sosyologlar ‘disiplinlerinin, en azından gelecekte sosyal hayatın kanunlarını keşfedebileceği kanaatindeydiler. İşbölümü yoluyla basitlikten karmaşıklığa (Spencer) Gemeinschaft (cemaat) tan Gesselschaft’a (toplum) (Tönnies), mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya (Durkheim), kır ve kent toplumu (Reid), birinci (aile gibi) gruplardan ikincil, yani anonim (impersonal) gruplara giden değişim ve sürekliliğin, sosyal düzen ve çatışmanın şartlan sosyolojik yorumlann konusu oldu. Bu, sosyologların kendi disiplinleri için talep ettikleri en derinlikli entellektüel görevdi; bu başka hiç bir disiplinin iltifat etmediği bir görevdi modern çağın doğasını yorumlamaya çalışıyordu. Sosyoloji, bu yüzyılın ikinci yansında ortaya çıkan bir hastalığa kaptırdı kendini; dünyada bazı şeylerin doğru olmadığını, modem toplumun tatminkâr olmaktan uzak bir yol üzerinde geliştiğini, başkalarıyla birlikte telaffuz etmeye başladı. Sosyologlar bunun, modern toplumlarda olup bitenleri anlama ve açıklamak çabası içinde olan bilim adamları için bunu yapmanın doğru olduğunu savundular. Sosyoloji, Amerikan ve Fransız üniversitelerine, üniversitelerin araştırma yapıp okuttuklan konular arasına çağdaş dünyayı da katmaları gerektiği düşünülmeye başlandığı zaman kabul edildi ilk kez. Sosyoloji’nin bu beklentiyi karşılayacağı düşünüldü.

Sosyolojinin Konusu

Her ne kadar sosyoloji, daha tikel önermelere dayanan ve tikel güvenilir gözlemlenmiş hadiseleri açıklayan tutarlı ve yaygın biçimde kabul görmüş bir genel ya da teorik önermeler yapısına sahip olma anlamında bir bilim değilse de, sosyolojik bilginin büyük bir kısmı çeşitli derecelerde kesinlik, güvenilirlik ve genellik taşımaktadır. Halk tarafından sosyolog olarak nitelenmiş olan bireyler kadar, ömürleri boyunca kendilerini sosyolog olarak düşünmeyip de sosyolog olduklan ilan edilmiş olan bireyler, gerçekte çeşitli toplumlar, toplumların unsurlan ve eylem türleri konusunda son derece geniş bir heterojen ve ifade edilmemiş bir bilgi kütlesi meydana getirmişlerdir. Sistematik olma isteklerine karşın hiçbir sosyolog tüm bu bilgileri henüz siste-matikleşmeyi başarabilmiş değildir. Sosyologların inceledikleri toplumlar, temelde kendi toplumları olmuştur, onlar dikkatlerini kendi zamanlarındaki toplumlar ve yakın geçmişleri üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Sosyolojik teoriler en azından program olarak evrensel geçerlilik niyetlerini sürekli belirtm işlerse de, belirli bir zamandaki sosyolojik araştırmalar, çoğunlukla kendi dönemleri ve kendi ülkeleriyle sınırlı kalmıştır. Başka ülkelerle ilgilenen Tcarşılaşürmalı sosyoloji’ ve uzak geçmişle ilgilenen ‘tarihsel sosyoloji’, sosyolojik literatürün dev gövdesinin çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, sosyolojinin bu iki dalı son yıllarda kabarık bir literatür üretmiştir.

Sosyolojinin bu zaman ve mekâna (sosyologun yaşadığı çağ ile içinde yaşadığı ülkeye) bağımlı oluşunun çeşitli nedenleri vardır, ilk neden, sosyolojinin ‘sosyal problemler’ ile, başka deyişle sosyologun kendi döneminin ve toplumunun ahlakî olarak problemli şartlarıyla pratikteki ilgisinden kaynaklanır, ikinci neden, serbestçe elde edilen istatistikî veriler kullanmayı gerektiren sosyolojinin metodlannda yatar. İstatistik formunda çok sayıda enformasyonun yönetim (iktidar) tarafından elde edilmesi, büyük çapla ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda ortaya çıkmış bir hadisedir ve güvenilir bilgi edinmek isteyen sosyologlar, çalışmalarını daha çok bu tür en yeni toplanmış enformasyona dayandırmak zorundadırlar. Arşivlerdeki yazılı olup ta basılmamış dokümanlar ve basılmış kitaplara delil olarak güvenilmemesi yakın zamanlara kadar sosyologların çağdaş olaylar ve durumlar hakkında araştırma yapmalarını engellemiştir.

Yalnızca çağdaş durumlardadır ki, sosyologlar doğrudan gözlem ve anket yoluyla incelemeleri için güvenilir veriler yaratabildiler. Bu, bir zamanlar bazı önde gelen sosyologlar tarafından kullanılan kaynaklar arasında olan ‘hayat tarihleri’nin araştırılmasını engellemez. Yakınlarda sosyologlar modern çağların ilk asırlarında hayatın çeşitli yönlerini tasvir eden istatistik dizilerini keşfettiler ve en azından bir sosyolog, klasik bir bilgin olan K. Hopkins, antik Roma toplumu üzerine niceliksel bir çalışma yapmıştı. Giderek artan sayıda sosyolog ufuklarını genişletti ve kendilerininkinden başka toplumları da incelemeye başladı. Halihazırda bile kendi zamanlarından ve mekânlarından uzak toplumları inceleyen sosyologlar, sosyoloji mesleği dahilinde nisbeten küçük bir azınlık olarak kalmaktadırlar.

Araştırmalarını yürüten sosyologların çoğunluğu ise hala, daha sofistike bir şekilde de olsa, yirminci yüzyılın başlarında aldığı şekliyle deneysel sosyolojinin gözde konulan, yani ‘sosyal problemler’ üzerinde çalışmaktadırlar. Onlar ailelerin bunalımlarını ve çözülmelerini, eşlerin birbiriyle ilişkilerinde ortaya çıkan çatışmaları ve ebeveyn ile çocuklar arasındaki çatışmaları incelemektedirler. Onlar suçluluk ve sosyal sapkınlıklarla ilgilenirler, genç nüfusun boş zaman arayışını araştırırlar; yaşlılığı, özellikle de kendilerine iş bulunmayacak durumda olan yaşlıları incelerler. Sosyal ayıklanma süresini, yüksek tabakada doğmanın avantajlarını ve aşağı tabakada doğmanın dezavantajlarını araştırırlar. Demokrasinin önündeki engelleri araştırma konusu yaparlar. İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde sosyologların ufkundan kaybolan yoksul ve güçsüzlerin durumu eski gözde günlerine tekrar kavuştu. Sosyologlar hala bu karmaşık fenomenleri araştırmaya devam etmekteler, fakat bu fenomenlerin sayılan arttıkça ve yerleri pekiştikçe onlara yeni alanlar katılmaktadır. Bir dereceye kadar bu yeni alanlar ‘fakirliğin* ve modem sanayi toplumlarının diğer nazik konularındaki incelemelerin bir yayılımıdır (uzantısı).

Buna karşılık, bir zamanlar sosyolojinin ilgi duyduğu diğer büyük konulardan olan kırsal kesime dair incelemeler, Batı ülkelerindeki sosyolojik faaliyetlerin programında daha önemsiz bir yer işgal eder. Kırsal kesimden büyük şehirlere göç konusunun önemi azalmış, öte yandan uluslararası göçler ve göçmenler yeniden önem kazanmıştır; bu konu içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğindeki amerikan sosyolojisinde sahip olduğu gözdeliği Avrupa kıtasında yapılan sosyolojik araştırmalarda yeniden kazanmıştır. Şehir topluluklarının incelenmesi, Amerikan sosyolojisindeki çöküşten sonra artış göstermiştir; şehir incelemeleri, geçmişte olduğundan daha fazla ‘iç şehir’in metruk bölgelerini ve kenar mahalleleri inceleme konusu yapmıştır.

Bir toplum içindeki etnik gruplar arasındaki etkileşim, yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca Amerikan sosyolojisinde baskın bir konu olmuştu; bu durum daha sonra önemini kaybetti, fakat yaklaşık yirmi yıl sonra tekrar eski önemine kavuştu. Bu konu, şimdilerde de Amerika’da önemli bir konudur. Tîtnik önyargı’ konusundaki ince­lemeler bu faaliyetlerin bir uzantısıydı; fakat ondan da vazgeçildi ve temelleri araştırılmadı. Etnik ilişkiler ve özellikle ‘milliyetler’ üzerine yapılan incelemeler I. Dünya Savaşı öncesi Orta Avrupa’daki sosyologların başlıca konulan arasındaydı, ama daha sonra hemen tamamen ortadan kayboldu. Geçmiş yüzyılda yine Amerikalı ve Avrupalı sosyologların önemli bir araştırma alanı haline geldi.

Meslekî sınıflar arasındaki hareketliliğin incelenmesi, yüzyılın başlarında ve ondan önceki on ya da yirmi yılda Fransa, Almanya ve ingiltere’deki deneysel (ampirik) sosyolojinin başlıca konusu olmuştu. Bu konu 1920’lerden itibaren Birleşik Devletler’de artan bir ilgiye mazhar olmuştu; bu tarihten itibaren Avrupa ve Amerikan sosyolojisinin temelli bir konusu olmaya devam etti. O, geçmişin incelenmesiyle, İngiltere’de sosyolojik araştırmanın en aktif kısmı olmuştu.

Sanayi sosyolojisi -işyerlerindeki sosyal ilişkilerin incelenmesi- Birleşik Devletler’de 1930’lu yıllarda ve sonra tekrar Birleşik Devletler ile İngiltere’de II. Dünya savaşından kısa bir süre sonra büyük bir araştırma alanı haline geldiği noktaya yavaş yavaş yükseldi, fakat sonra gözden düştü, öte yandan, işletmeciliğin II. Dünya savaşın­dan önce nadiren varolmuş olan firmaların işletmecilerinin kariyelerinin sosyolojik incelemesi savaş sonrası İngiltere ve Amerika’da sosyologlara daha ilginç gelmeye başladı. Sosyal statü ve saygınlık hiyerarşisinin incelenmesi ilkin 1930’larda Birleşik Devletler’deki küçük topluluklar üzerinde icra edilmişti, daha sonra savaş sonrası yıllarda tutumların örnekseme (sample) sörveylerinin gelişmesini takiben ulusal bir ölçeğe genişletildi. Bu konu, başka ülkelerde çok fazla işlenmemiştir. Her ne kadar iktisatçılar ve eğitimciler tarafından geliştirilmeşse de, sanayileşme düzeyi, ekonomik verimlilik ve ekonomik kalkınma oram (kişi) ile ilişki içindeki eğitsel becerilerin uluslararası karşılaştırması eğitim sosyologlarının görevi olmuştu. Öğretim mesleğinin, sınıfların ‘sosyal atmosfer’inin, okullar ve eğitim sistemlerinin araştırılması sosyologlarca üstlenilmişti. Şimdilerde ‘eğitim sosyolojisi’ adı verilen bütün bir uzmanlık alanı mevcuttur.

Askerî konumların incelenmesi, sosyolojide çok yani bir alandır. Bu alan II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış olup kabarık bir literatür meydana getirilmiştir; bunlar silahlı kuvvetlerin içbütünlüğü ve morali, askeri disiplin, farklı tabakalardan gelen askerlerin kaydedilmesi ve silahlı kuvvetler ile sivil, özellikle de siyasal ku­rumlar arasındaki ilişkiler gibi konuları ihtiva etmektedir.

Bilimsel kurumların, bilim hakkındaki kanaatlerin ve onun meşruiyetinin, bilim adamlarının kariyerlerinin ve saygınlığının, onlar arasındaki statülerin ve rütbelerin bölüştürülmesinin ve bilimsel bilginin sos­yal yapısının sosyolojik açıdan incelenmesi, küçük, fakat yoğun bir şekilde gelişen bir konu olarak ortaya çıkmıştır. Bu konu II. Dünya savaşından önce çok az bir birikime sahipti. Hatta bazı sosyologlar bilimsel bilginin kendisinin bile ‘sosyal bir fonomen’ olduğunu söylemeye kadar işi vardırmışlardır ki, bilgi hakikat (doğruluk) ve geçerliliğin herhangi bir başka sosyal konvansiyondan farklı değildir. ‘Bilim sosyolojisi’ denen bu alanla akraba bir başka alan, 1920’lerde ve 1930’lann başlarında Almanya’da dünyaya gelen ve siyasal, ahlakî ve sosyal felsefedeki ve de teolojideki inançları farklı türden aydınların ‘sınıf konumuna’ ya da ‘sosyal mevkiine’ başvurarak açıklamaya çalışan ‘bilgi sosyolojisi’dir. Bu alan Alman sosyolojisinde büyük alaka uyandırmasına rağmen programatik aşamanın ötesine pek geçemedi. (Özellikle burada Kari Mannheim’ın Ideologie und Utopİa (İdeoloji ve Ütopya) adlı eseri zikredilmelidir.) “Entellektüellerin’, kendi aralarındaki ilişkilerin ve sosyal rollerinin incelenmesi bazı ülkelerde katkılar sağlanmıştır.

Parlamentoların yapısı, partiler, seçimler, siyasal kampanyalar gibi siyasal kurumlar I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya, Fransa ve îtalya’daki sosyolojik konular arasında ilk göze çarpanlardı. Seçmen davranışı ve çeşitli meslekî, dinî ve etnik grupların siyasal tutumları 1920’lerde ve 1930’larda çeşitti ülkelerde incelenmişti. Birleşik Devletler’de bu araştırmalar oldukça geliştirilmiştir. Bu sosyoloji dalı (siyaset sosyolojisi de) Birleşik Devletler’deki gelişmelerden büyük bir ivme kazandı ve daha sonra da diğer yerlerde; bu daha çok, başlangıçta sosyolojinin dışında uygulanıp sonradan onunla bütünleşen örnekseme sörveyleri teknikleri sayesinde yaygınlaştı.

Bu alan, o günden beri bütün Batı dünyasında sosyologların ve siyaset bilimcilerinin uluslararası işbirliği sayesinde gelişti.

Siyasal ve bürokratik iktidarın icra mekanizmaları ve otoritenin rolü konusu II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan sosyologlarının ilgisini çekmeye başladı; bu daha sonra I. Dünya Savaşı öncesi en önemli Alman ve İtalyan sosyologlarının dikkatlerini celbeden bir konu olmuştur.

II. Dünya Savaşından sonra bazı sosyologlar ilk kez yeni devletlerin oluşumu ve mukadderatıyla ilgilenmeye başladılar. Onlar Asya ve Afrika’daki ilk Avrupa kolonilerinde ortaya çıkan yeni devletler ve Latin Amerika’da bununla ilişkili fenomenler üzerinde çalıştılar; ‘Siyasal Gelişme’ üzerine incelemeler daha sonra siyaset bilimciler ve antropologlarla sıkı bir teşrik-i mesai içinde olan az sayıda sosyologun ilgilerini çekmeye devam etti. Onlardan bazısı, bu fenomeni (siyasal gelişme) tarihî bir bağlamda ele aldı. Bu alanda Max Weber’in öncü çalışmasına ve Max Weber’in eserlerinin sosyologlar nezdindeki popülerliğine rağmen, imparatorlukların ve devletlerin gelişimini karşılaştırmalı olarak inceleyen önemli bir tek kitap yazılmıştır.

‘Formel organ isazyon’un sosyolojik incelemesi, bir dereceye kadar akamedik sosyolog olmayan kişiler tarafından siyasal iktidarın, Özel ve kamu idaresinin inceletilmesinin ve sanayi sosyolojisinin incelenmesinin bir yan ürünü olmuştur. Bu konu II. Dünya Savaşının sonrasına kadar sosyologlarca nadiren incelenmiştir, her ne kadar en büyük ilham kaynaklarından birisi ise de, Max Weber’in bürokratik otoriteyi incelemesi, ya I. Dünya Savaşı sırasında, ya da biraz sonrasında yazılmıştır. O günden bu yana bu konu, sosyologların ana konularından biri oldu.

Hemen hemen la başlangıcından beri sosyologlar, sosyal hareketlerin incelenmesiyle ilgilenegelmişlerdir; bunlar işçi ve sosyalist hareketler, devrimler, nümayişler, kitleler, ağıtlar ve siyasal ideolojileri içerirler. Bu konular daha önceleri çeşitli Avrupa ülkelerinde, özellikle de Fransa ve italya’da XIX. yüzyılın sonlarında ele alınmıştır. Bu ilgi daha sonraları I. Dünya Savaşından önce Almanya’ya ve 1920’ler ve 1930’larda Amerika’ya sıçramıştır. Her ne kadar o günden sonra sosyologların en gözde ilgilerinden biri olma mevkii sarsılmışsa da, o gün bugündür bu ilgi devam etmektedir.

Dinin sosyolojik açıdan incelenmesi, özellikle de dinî mezheplerin incelenmesi sosyolojik ilgilerin daima merkezinde yer almıştır. Modern sosyolojinin iki büyük temsilcisi Weber ve Durkheim, dinî fenomenleri katı bir şekilde kendi toplum anlayışlarının merkezine yerleştirmişlerdir ve bu durum o günden bu yana devam etmiştir. Bu, sosyologların tüm faaliyetlerinin en evrensel olanlarından birisidir. Fransız, Alman, Hollandalı ingiliz, italyan ve Amerikan sosyologlarının tümü de bu alanda nisbeten yüksek sayılarda çalışmalar yapmışlardır.

Sonuç olarak sosyolojinin dört önemli işlev üstlendiğini söyleyebiliriz:

1) Sosyoloji, deneysel incelemeler ve araştırmalar sayesinde modem toplumların anlaşılmasına ayrıntılı katkılarda bulunmuştur;

2) Sosyoloji, eylem (action)in sosyal bağlamını araştırmak suretiyle hukuk ve ahlaktaki bireysel sorumluluğun mahiyeti hakkında önemli sorular ortaya atmıştır;

3) Sosyoloji diğer disiplinlerdeki, özellikle de tarih, felsefe ve iktisattaki gelişmelere azımsanmayacak katkılarda bulunmuştur

4) Nihayet sosyoloji, özel olarak seküler bir sanayi medeniyetinin çıkarmalarına duyarlı yeni bir bilinç türü olarak değerlendirilebilir.

SBA

İlgili Makaleler