Kimdir

Sahabe Tefsirinden Örnekler

Sahabe Tefsirinden Örnekler: Sahabe dediğimiz muhterem zevat, eğer Kur’ân’ın bir âyetinin tefsirini Allah’ın Kitabında bulamamış ve Hz. Peygamber’den de bu konuda bir bilgi almak mümkün olmamışsa, bu takdirde içtihad ve re’y ile amele yöneliyorlardı. Bu hareketleriyle onlar, tefsir ilmine yardımcı oluyorlardı. Çünkü onlar Araptı ve dillerinin mânâlarını ve onun sırlarını biliyorlardı. Onlar Hz. Peygamberle birlikte, vahyin inişinin lezzetini tatmışlardı. Nüzul sebeplerine vâkıf idiler, Kur’ân’ın muhtevasının neyi ihata ettiğini idrak ettiler. Şimdi biz, sahabenin binler, onbinlere varan tefsir örneklerinden bazılarını ve bilhassa orijinallik arzedenlerini okuyucularımızın gözleri önüne sermek istiyoruz. Bu örnekler genellikle “el-Kütübü’s-Sitte” dediğimiz altı sağlam hadis mecmuasından seçilecektir.

Örnek 1:

Müslümanlara oruç farz kılınmadan evvel, Hz. Peygamberin Aşûra günü ve her ayın üç gününde (13, 14, 15. günleri, eyyamı bıyz) oruç tuttuğu gelen ri­vayetlerden anlaşılmaktadır. Şüphesiz Hz. Peygamber’in bu ibadeti her ne kadar Müslümanlara farz kılınmamışsa da  vahye müstenid bir ibadettir.

Ancak; Ayetinin nazil olmasından sonra,Müslümanlara Ramazan orucu farz kılınmış ve bunu takip eden âyette de kimlerin oruç tutabileceği belirtilmiştir. Bu hususta, âyette, hasta olanların ve yolculuğa çıkanların, iyileştikten ve yolculuğun bitiminden sonra üzerine farz olan orucu tutmaları lâzım geldiği kafi olarak belirtilmekle beraber, bunu takipeden âyette; geçen kelimesi bazısahabe tarafından tam olarak anlaşılamamış ve “üzerine oruç güç gelen kimseler, fidye vermek suretiyle orucu terketmişlerdir. Bunun üzerine“Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun” âyetive bunu takip eden âyetler nazil olmuş, Ramazan orucu hakkındaki hükümler tamamlanmıştır. Acaba son olarak zikrettiğimiz âyet nâsih midir?.. Nasih olarakkabul edenlerin mensûh olarak ortaya koyduklarıayeti hakikaten mensûh mudur?

Biz ekseri ulemâ tarafından mensûh olduğu söylenen bu âyet üzerindeki incelememizi derinleştirmeye çalışırken, bu vesileyle sahabenin tefsir husu­sundaki anlayışını ve takip ettikleri yolu da anlamış olacağız. Ayette zikri geçen f-nüıl kelimesinin İbn Abbas ve İbn Ömer tarafından değişik manalarda anlaşılması, âyetin mensûh veya gayrı mensûh olduğu neticesini doğurmuştur. “İtâka” kelimesi lügatte, gücü yetmek, dayanmak manasına gelirse de, esasında güç tükenmek, zor dayanmak gibi bir manaya gelmektedir. Hatta, takatin vusu’ ve istita’a, manalarına müradif olduğu söylenirse de, aslında aralarında fark vardır. Çünkü vusu’ bir şeye kolaylıkla kadir olmaktır. Takatte ise şiddet ve meşakkatle kadir olma manası vardır. Kur’an-ı Kerîm’de, güç yetme manasına umumiyetle istita’a lafzı kullanıldığı halde bu âyette buyurulmayıp şeklinde kullanılması bu kelimenin “Tatvîk” manasındaolduğunun bir delilidir.

İbn Abbas, yukarıda zikri geçen kelimeyi, oruç tutmaya muktedir olamayan kimseler, yani daha sonraki âyette zikredilen hasta ve yolculardan başka kimse­lere atfetmiş,  bu manayı verirken, oruç tutmaları mümkün olan, fakat biraz güçlük çekecek kimseleri kastetmiş değildir. Yani burada, tamamiyle ihtiyarlamış ve ileride kaza ile tutamadığı orucu iade etmesine imkân bulunma­yan kimseleri ele nazarı itibare almıştır. Bu duruma göre bazılarınca mensûh olduğu zikredilen bu âyetin şeriatte hükmü tatbik ediliyorsa, yani oruç tutmaya muktedir olamayan, bilahare kaza etmesine de imkân bulunmayan, çok yaşlı piri fâniler ve iyileşmesi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanan kimseler tara­fından eğer fidye ödeniyorsa, âyetin mensûh olduğunu ileri sürmek lüzumsuz görülür. Buna mukabil, âyetin mensûh olduğunu söyleyen İbn Ömer ve Seleme İbnu’l-Ekvâya   gelince, yukarıda zikri geçen lafzını, istita’a manasında alarak, gücü yetenler oruç tutamadıkları takdirde fidye versinler demek olur ki, böyle bir görüş muhayyerlik ifade etmektedir. Bu manaya da hak vermemek mümkün değildir. Nitekim, orucun farz kılınması üzerine, birçok sahabe de bu manayı anlamak suretiyle, orucu terkedip, fidye ödeme yolunu tercih etmişlerdi. Âyetten anlaşılan mana eğer istita’a ise, bu takdirde şüphe yok ki, biraz güçlük hissedenler fidye vermeyi bu güçlüğe tercih etmişlerdir. Halbuki orucun gayesi, fakir zengin ayırt etmeksizin,  bütün Müslümanları bu gibigüçlüklere alıştırmak ve onların nefislerini terbiye etmektir. Bu yöndenâyetinin,  yukarıdaki âyetin bu manadaki anlamınıneshettiğini kabul etmek icâb eder.

Görülüyor ki, gerek İbn Abbas ve gerekse İbn Ömer, farz olan Ramazan orucunu tutamayacak kimseler hususundaki anlayışı izah bakımından ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas, bu âyeti ihtiyarlamış erkek ve kadına tahsis yoluyla hamlederken, İbn Ömer bu âyetteki anlayışın istismar edildiğini görerek ve âyetin tarihi yönden durumunu göz önünde bulundurarak, neshedilmiş olduğunu ileri sürmüştür. Yani burada bir hakikatin beyânı tahsis edilerek tarihî bir yolla anlatılmaktadır. Kısacası iki sahabi, aynı gayeye ayrı ayrı yollardan ulaşabilmektedirler.

Örnek 2:

Buhari, sahihinde talik olarak verdiği bu haberde kelimesinin ikisahabî tarafından nasıl anlaşıldığına işaret etmektedir. İbn Abbas “Kasvere” ke­limesini mecazî olarak insanların seslerinin neticesinde meydana gelen gürül­tüye ıtlak etmiştir. Halbuki “Kasvere” lügatte zorba, zorba avcı, aslan gibi mana­lara gelmektedir. Taberi, bu kelime hakkındaki ihtilafları, tefsirinde toplamış­tır. Orada İbn Abbas’ın, bu kelime hakkında bir kaç mana verdiğini de görmekteyiz. Bu gibi durumlara sahabe arasında sık olarak rastlanır. Örneğimizde, İbn Abbas’ın vermiş olduğu mana, mecazidir ve uygundur. Bu haberi, Süfyân b. Uyeyne’nin, tefsirinde, Amr b. Dinâr ve Atâ vasıtasıyla İbn Abbas’dan zikrettiğini, Buharı sarihleri söylemektedirler. Zaten bu kelimenin bulunduğu âyetin siyak ve sibakından anlaşılıyor ki, Allah’ın, Kur’ân’daki öğü­dünü dinlememek için kaçan bu budalalar, o şekilde ürkmüşlerdir ki, bu ürkme, vahşi merkeplerin aslandan kaçışına benzetilmek istenmiştir.

“Onlara ne oluyor ki öğütten (Kur’ân’dan), aslandan ürkerek kaçan yabanî merkepler gibi, yüz çeviriyorlar.” Vahşi merkepler, düşmanı olan aslan ve gürültüden dâima kaçtı­ğından, buna verilen manalar, gerek mecazi, gerekse hakiki bakımdan oisun, uygundur. Burada İbn’ Abbas’ın “Kasvere” ye hafif veya şiddetli insan sesi demesinden maksat, bu seslerin meydana getirmiş olduğu gürültü ve şiddettir. Aynı kelimeyi, Ebû Hureyre hakiki manasında alarak, aslan ile izah etmiştir.

“Kasvere” kelimesinin aslının Habeşçe olduğu da söylenmektedir. Bu örnekte, her iki sahabinin bir kelime hakkında biri hakiki, diğeri ise mecazî manayı kullanmak suretiyle, âyetin izahını yaptıklarını görmekteyiz.

Örnek 3:

Bu âyette, yeryüzünde yürüyen canlıların, Allah nazarında en kötüsü, sağır ve dilsiz olup, akıl ve idraki olmayanlardır, denilmektedir. Buradaki sağırlık ve dilsizlik, ruhen sağır ve dilsiz olanlara râcidir. Yani kulağı varken hakkı duymayan, dili olup hakkı söylemeyen sağır ve dilsizler kastedilmektedir, İbn Abbas, bu şahısları, Kureyşin bir kolu olan Abdu’d-Dâr oğullarından bir gruba tahsis etmektedir. Kısacası, ayette umum ifade eden ve müphem olan bir ibareyi, tahsis etmek suretiyle açıklamıştır. Enfâl sûresi, İslâm’ın ilk harbi olan Bedir muharebesini tasvir ettiğinden, Abdu’d-Dâr oğullarının bu muharebede oynadıkları rolün ehemmiyetini bildirmektedir. Bu hususta başka rivayetler varsa da, Taberi siyak itibarı ile İbn Abbas’ın sözünü tercih etmektedir.

Örnek 4:

İbn Abbas “Sana gösterdiğimiz rü’yayı da, Kur’an’da mel’un olan ağacı da insanları denemek için vesile yaptık” ayetini dini olarak izah etmektedir. Bu ayet,surenin baş tarafında zikredilen rü’yetine işarettir. Çünkü bu rü’yetten dolayı, müşriklerin iman etmesi bir yana, iman edenlerden bazılarının bu hadise üzerine dinden dönmeleri (irtidad) gibi büyük bir fitne zuhur etmişti. Ayette rü’ya lafzı kullanıldığından, bunun uykuda cereyan eden bir rü’ya olduğuna kail olanlar olmuşsa da, bu doğru değildir. Çünkü uykuda görülen rü’yada, göklere çıkmak, ulaşılmıyacak yerlere gitmek herkes için vaki olabilir. Böyle rü’ya gören bir kimseye de, bu gibi şeyleri gördüğünden dolayı hücum edilemez. Eğer Mi’râç uykuda görülen bir rü’yadan ibaret olsaydı, onun fitne ve imtihan olmasının elbette manası kalmazdı. Rü’ya, fu’lâ vezninde masdardır.

Uyku halinde görülen şeylere isim olmuşsa da, aslında görmek demektir. Bu ayette de görmek manasına kullanılmıştır. Burada rü’yet mastarı kullanılmayıp da, rü’ya mastarının kullanılışında bazı hususiyetler olması gerekir. Bu hadisede rü’yet geceleyin vaki olmuştur. Mi’raca ait hadislerde görüldüğü üzere, Hz. Peygamber’in gördüğü şeyler meyanında, rü’yada olduğu gibi, misali olarak gösterilmiş kısımlar vardır. Meselâ, cennet ve cehennem’i aşikar olarak görürken, içlerinde bütün cennet ve cehennem ehlini de görmüştü. Bunların birçoğu henüz dünyaya dahi gelmemiş olduklarından, bunların vukuundan önce, misal suretinde görülmüş oldukları anlaşılmaktadır. Bu sebeplerden dolayı rü’yet mastarı değil de, rü’ya mastarı kullanılmıştır. Bu bakımdan, İbn Abbas’ın bu ayeti gözle görmek şeklinde tefsir etmesi daha uygun düşmektedir.

Örnek 5:

Bu örnek bize, İbn Abbas ile talebesi olan Said b. Cübeyr arasında nasıl bir anlayış farkı bulunduğunu anlatması  bakımından  önemlidir. İbn Abbas’tanayeti sorulduğunda, Said b. Cübeyr, Hz. Peygamber’inailesinin yakınlığı (Al-i Muhammed karabeti) deyivermiş. Bunun üzerine, İbn Abbas “Acele ettin, Kureyş’ten bir batın yoktur ki, Peygamber’e karabeti bulunmasın, bu söz, hiç olmazsa sizinle aramızdaki yakınlığa (karabete) riâyet edin, demektir” demiştir. Burada Said b. Cübeyr ile İbn Abbas arasında zuhureden görüş farkı kelimesinin lügat manasını anlayıştan ileri gelmektedir.

Kelimesi masdardır. Nesebde yakınlık rahim yakınlığı manalarınagelmektedir. Kur’ân’da geçen kelimesi daima hısımlığı, yani rahim hısımlığını gösteren bir manada kullanılmaktadır. Halbuki İbn Abbas’ın geniş olarak kelimesini, peygamberin akrabalarından dışarı çıkarıp, onukomşularına, hatta bütün Kureyş’e teşmil etmesi, lügat bakımından uygun düş­memektedir. Çünkü (el-Kurbâ) kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de  yakın komşulariçin kullanıldığı şeklidir. Bu bakımdan mücerred (el-Kurbâ)lafzının bütün Kureyş’e teşmil edilmesine lügat bakımından imkân görülmemektedir. Hz. Peygamber’in, Âl-i Beytini metheder mahiyetteki sahih haberler de nazarı dikkate alınacak olursa, İbn Cübeyr’in anlayışı lügavi bakımdan daha doğrudur. Tefsir kitaplarında bu konuda zikredilen haberler ve ekseri müfessirler İbn Abbas’ın vermiş olduğu mânâyı, dinî siyasete daha uygun gördüklerinden, tercih etmiş, buradaki hitabın, Kureyş’e tahsis edilmiş olduğunu söylemişlerdir.

Arap kabileleri birbirlerine akrabalık bağları ile bağlı idiler. Burada onların akrabalık sevgisini gözetmelerinden maksat, birbirleriyle didişmekten vazgeçmelerini ve birbirlerini sevmelerini temin etmektir. Madem ki nübüvvet ve risaletle gelmiş olmamı tanımıyorsunuz veya tanımak istemiyorsunuz, hiç olmazsa aramızdaki akrabalık hukukuna riayet edin de sözlerimi dinleyin, demek istediği âyetin gelişinden ve dinî yönden daha cazip görülmektedir.

Hasan Basrî ve Katâde, (el-Kurbâ) kelimesini yakınlıkta meveddet manasına almış güzel amellerle Allah’a yaklaşmak, yani kurbet manasında kullanmışlardır. Hatta bu âyet fırkalar arasında istismar edilmiş, Fâtıma ve ev­lâdına âit meveddet olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Ancak, İbn Kesir, bunun Şi’i bir haber olduğunu ve isnadında bir Şiinin bulunduğunu zikrederek, haberin za­yıf olduğunu ileri sürmüştür. Hakikaten bu âyet Mekke devrine aittir. Hz, Pey­gamber’in kızı Fâtıma’nın Hz. Ali ile evlenişi ise Bedir Muharebesinden sonra, yani hicretin ikinci senesinde Medine’dedir. Bu bakımdan âyetin, Fâtıma’ya isnadı, kat’iyyen vakıaya muvafık değildir. Ve böyle bir isnâd da doğru olamaz.

Örnek 6:

Bu örnekte dinî bir müşkilin halledilme yoluna gidildiğini görmekteyiz. “İçinizde ona uğramayacak bir kimse yoktur, Allah’ın olup bitmiş hükmü budur” âyetinden anlaşılıyor ki, herkes cehenneme uğrayacaktır. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de iyi amellerde bulunanların cennete nail olup, cehennemden uzak olacaklarına dâir haberler pek çoktur. Bu bakımdan, burada bir müşkil zuhur etmektedir. Bu müşkilin halli sahabeyi meşgul etmiş, âyetin mahiyeti hakkında sahabe ve tabiilerden muhtelif rivayetler serdedilmiştir. Bazısı “Vürûd”dan maksat “Duhûl”dür. Bazısı, buradaki duhûl kâfirler içindir, müminler bundan hâriçtir, bazısı cehennem üzerinden geçiştir, bazısı da, buradaki vürûd, müminve kâfir için umumidir demişlerdir. Mü’min için olunca mürur; kâfir için olunca, vürûd manasındadır, diyenler olmuş, bazısı da duhûl’dan maksat Mü’mine dünyada hastalık sıkıntısı ve ateşten isabet eden şeydir. Bazısı, bütün insanlar götürülür. Mü’minler oradan döndürülür, manasında  almışlardır. Bütün busözlerden anlaşılıyor ki, onlar kelimesinin delâlet ettiği mana üzerindeihtilaf etmişlerdir. “el-Vird” lugatta su hissesi, “Vürûd” suya gitmek, “Mevrûd” varılan su manalarına gelmektedir. Lügat yönünden ona mana vermek isteyenler, vürûdun duhûl manasına gelemeyeceğini söylemektedirler. Meselâ, Sa’leb bu âyet hakkında “Onlar kâfirlerle birlikte sevkedilirler, kâfirler ce­henneme sokulur, Müslümanlar ise sokulmaz” demekte ve buna deli! olarak da “Şüphe yok ki, kendileri hakkında, evvelce saadet va’dine nail olanlar, cehennem’den uzaklaştırılırlar. Onlar cehennem ateşinin cızırtısını bile duymaz, gönüllerinin dileği içinde dâim yaşarlar’ âyetini vermektedir. Fakat “el-Vürûd” kelimesinin “ed-Duhûl” manasında olduğunu söyleyenler, bu haberin, Hz. Peygamber’den rivayet edildiğini bile söylemektedirler. Nasıl ki ateş, Hz. İbrahim’i yakmadıysa, mümin olanları da yakmayacaktır, diyenlerin delili ise “Fenalıktan sakınanları kurtaracağız, zâlimleri orada dizleri üstü çökmüş bırakacağız âyetidir. Buradaki örneğimizde İbn Mes’ud’un, “el-Vürûd” kelimesini “ed-Duhûl” manasına almadığını görmekteyiz. Kanaatimizce bu söz hem delil hem de lugavî bakımdan daha uygundur. ei-Hasen ve Katade gibi seçkin tabiiler bu sözü tercih etmişlerdir. Çünkü Kur’ân’da bir kaç yerde geçen bu kelimenin, duhûl manasına gelmediğini, lügat manasında kullanıldığını görmekteyiz. el-Vürûd kelimesinin, ed-Duhûl manasında olmadığı icma ile sabittir. Bu örnekte, dinî bir müşkilin lügat ve dinî bakımdan halledilme yoluna gidildiğini ve lügat manasını anlayıp anlamama bakımından bazı ufak ihtilafların zuhur ettiğini müşahede etmekteyiz.

Örnek 7:

Buhâri’nin ta’lik olarak naklettiği bu haberde, âyetin hususi bir anlayışla izah edildiğini görmekteyiz.”Âyetteki “Allah her gün veya her an bir hal ve iş (şe’n) dedir” ibaresini Ebu’d Derda zühd ve takva ile izah etmeye çalışıyor. O, sadece günahları mağfiret buyurmak, sıkıntıları gidermek ve bazılarını yükseltip,bazılarını olduğu yerde bırakmak, onun şânındandır, diye izah etmektedir. Halbuki, bu hususların dışındaki diğer bütün hususlar, bu âyetin muhtevası içine girebildiğinden sahabe ve tabiinden olan kimseler kendi ruhi yaşayışlarını yansıtacak şekilde bu âyeti izah etmeye çalışmışlardır.

Örnek 8:

Bu örnekte, İbn Ömer’le kendisine sual soranın fitne kelimesini anlayıştaki ihtilaflarını görmekteyiz. İbn Ömer’e, sual soranın bir Hârici olduğu, sorduğusorudan anlaşılmaktadır. Bu haber, Buhâri’de … ayetini tefsir ederken biraz değişik olarak geçmektedir.

Biliyoruz ki İbn Ömer; Cemel, Sıffîn, Harre gibi, Müslümanlar arasında ce­reyan eden kanlı hâdiselere, Ali ve İbnu’z-Zübeyr’i takdir ettiği halde, iştirak et­memişti. İşte Hârici genci bu muharebelere iştirak etmemesinin sebebini sor­maktadır. İbn Ömer de, âyetteki fitne kelimesi ile muradın, Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaf değil, küfür ve şirk olduğunu söyleyerek, biz şirke karşı harp ve kıtali, Müslümanların en az oldukları zamanda yaptık ve galebe çaldık demektedir. Bu örnekten anlaşılıyor ki, Haricî genci, âyetteki fitneyi Müslümanlar arasındaki ihtilaf mânâsında almaktadır. İbn Ömer ise, fitne kelimesine şirk mânâsı vermektedir. İbn Abbas, Katade, Mücâhid, Süddî, Rebi gibi zevat, İbn Ömer’i destekliyerek, bu kelimeyi şirk mânâsında almışlardır. Gerçekten de fitne kelimesi lügatte, ibtila, imtihan, ihtibar gibi mânâlara geliyorsa da, bunlardan başka, fücur, ihtilaf, şirk, küfrü yaymak ve irtidât, umumî asayişi ihlâl, vatandan ihraç gibi mânâları da ihtiva eder. Burada İbn Ömer’in fitne kelimesine şirk mânâsı vermesi, İslâm cemiyeti nokta-i nazarından uygundur. Bu mânâ biraz da dinî siyasete daha muvafıktır.

Sahabenin tefsir örneklerini daha fazla artırmak mümkündür. Fakat verdiği­miz örneklerle iktifa ve bunlardan da istifade ederek sahabenin tefsirdeki meto­duna umumi olarak bir göz atalım.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler