Kimdir

Tefsir ve Tercüme Arasındaki Fark

Tefsir ve Tercüme Arasındaki Fark: Tefsir ve tercüme arasındaki farkları belirtmek için, bu iki kelimenin lügat ve ıstılah mânâlarını iyi bilmek icâb eder. Tefsir kelimesinin lügat ve ıstılah mânâ­larını daha önce görmüştük. Şimdi de terceme kelimesini anlamaya çalışalım. Terceme kelimesi, lügâtta çeşitli anlamlar taşır. Bu kelimenin kökü dört harfli(rubâ’i) fiilidir. Nedense el-Cevherî, bu kelimenin üç harfü (sülâsî)den geldiğini söylemektedir. Bu görüşe bazı filologlar itiraz etmişler­dir. Lügat kitapları genel olarak terceme kelimesini “Bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek” gibi bir mânâya alırlarsa da, bu kelimenin bundan başka mâ­nâları da vardır:

a- Terceme kelimesi bir “Bâb”a ünvân koymak mânâsına gelir.

b- Bir kimsenin hayatını anlatması mânâsında kullanılır. Dilimizde kullandığı­mız terceme-i hâl bu anlamdadır.

c- Kendisine ulaşılmayan kişiye sözü tebliğ etmek,

d- Bir sözü söylendiği dilde tefsir etmeye de terceme denir. Mesela İbn Abbas hakkında “O, Kur’ân’ın tercümanıdır” denilmesi bu mânâdadır.

e-  Bir sözü kendi dilinden başka bir dile tefsir edip açıklamaya da terceme denir el-Begavî (ö. 516/1122) ve İbn Kesir (ö. 774/1322) tefsirlerinde, terceme kelimesi Arap dilinde, dil ister aynı, isterse ayrı olsun tebyîn mânâsında kullanı­lır, demektedir.

f- Sözü bir dilden diğer bir dile nakletmeye terceme, bu sözü nakledene de tercüman denir. Bu gün kullandığımız terceme kelimesi buradaki mânâya tahsis edilmiş gibidir.

Terceme kelimesinin ıstılahtaki mânâsı, “Bir kelâmın mânâsını diğer bir li­sanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir”. Terceme aslî mânâsına ta­mamen mutabık olmak için sarahatte, delalette; icmalde, tafsilde; umumda, hu­susta; ıtlakta, takyitte; kuvvette, isabette, hüsnü edada, üslûbu beyanda, hasılı ilimde, sanatta asıldaki ifadeye eşit olmak iktiza eder. Yoksa tam bir terceme değil, eksik bir anlatış olmuş olur. Halbuki muhtelif lisanlar beyninde hutûtu müştereke ne kadar çok olursa olsun, herbirini diğerinden ayıran birçok hususi­yetler de vardır. Onun için lisânî hususiyeti olmayıp, sırf akıl ve mantığa hitaben yazılan kuru ve fenni eserlerin, ilmi kabiliyeti terakkî etmiş olan lisanlara hakkiyle tercemesi kabil olduğunda söz yoksa da hem akla, hem kalbe, yahut yalnız zevk ve hissiyata hitab eden ve lisan noktasından edebî eserlerin tercemelerinde muvaffakiyet görüldüğü nâdirdir. Demek oluyor ki, bir dilden diğer bir dile terceme yapılırken, kelâmın bütün mânâ ve maksatlarına itina gösterilmesi icâb etmektedir.

Yukarıda lügat ve ıstılah mânâlarını verdiğimiz terceme iki kısımda incele­nebilir.

1- Harfî veya lafzî terceme,

2- Manevî veya tefsirî terceme.

1- Harfî veya lafzî terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözeti­len veya diğer bir deyimle müradifi müradifinin yerine koymaya benzeyen tercemedir. Harfî terceme yapan kimsenin, terceme yapacağı metindeki her bir keli­meyi ele alıp, her yönden onun yerine geçebilecek diğer dildeki lafızları gözden geçirmesi gerekir ki, ekseriya bu şekildeki terceme, asılda kastedilen mânâyı aksettirmekte güçlük çeker.

2- Tefsirî terceme: Nazmında ve terkibinde aslına benzetilmesi gözetilmeyen tercemedir. Bu tercemedeki gaye, metindeki mana ve gayelerin güzel bir şe­kilde ifade edilmesidir. Bu tercemeyi yapan kimse, cümlenin delalet ettiği mâ­nâyı diğer dilde de aynı şekilde ifade edecek bir şekilde anlatımda bulunur. Görüldüğü gibi, tefsin terceme, harfî terceme gibi zor değildir ve ondaki ağır şartları ihtiva etmemektedir. Zamanımızdaki  tercemelerde  kullanılışındaki kolaylık sebebiyle daha ziyade tefsirî tercemeye itimad edilmiş ve bu terceme şekli daha fazla kullanılır olmuştur.

Terceme kelimesi hakkında verdiğimiz şu kısa lügavî bilgilerden sonra, aca­ba Kur’ân’ın bir tercemesi yapılabilir mi sorusu ortaya çıkmaktadır. İslâm âlimleri arasında bu hususta çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’in terceme edilebileceğini söyleyenlerin maksadı, onun tefsin tercemeleridir. Çünkü tercemedeki noksan ve eksiklikler Kur’ân’ın metnine değil, mütercimlerinin müsa­maha ve noksanlıklarına hamledilir. Bu sebebten tercemenin yanına metnin aslı da konulur. Yoksa Kur’ân terceme edilebilir diyenler, asla harfî tercemeyi kastetmemişlerdir. Kur’ân’ın harfî tercemesinin yapılamayacağında İslâm âlimleri icma ile ittifak halindedirler. Çünkü harfî terceme bir ibdalden ibarettir. Asi ile bedel birbirinin aynı olmalıdır. Bedel, aslın kapsadığı şeyleri aynen içine almalı­dır. Böyle bir şey, İlâhî vahy olan Kur’ân için bahis konusu olamaz. Eğer Kur’ân lafzî terceme edilebilseydi -ki bu muhaldir. Çünkü âyette ins ve cin bir araya gelse onun benzerini meydana getiremezler, buyurulmaktadır.- Kur’ân’ın bela­gat hususiyetleri ve i’câzı kaybolurdu. Kur’ân-ı Kerîm’in zengin olan Avrupa lisânlarına yapılan tercemeleri bile, asıl manayı ifade etmekten çok âcizdirler. Bu hususu, bizler değil bizzat tercemeyi yapan Avrupalı müsteşrikler itiraf et­mektedirler. Cenevre Üniversitesi profesörü ve fahri Rektörü Edouard Montet, yaptığı Fransızca Kur’ân tercemesinin mukaddimesinde, bu hususu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sûreler hakkında ileri sürdüğümüz birçok me­seleler hususunda ne hüküm verilirse verilsin, Arapça olarak Kur’ân’ı bilenlerin hepsi, bu dinî kitabın güzelliğini, üslûbunun son derecedeki mükemmeliyetini tescil etmekte müttefik olacaklardır ki, Avrupa dillerindeki bütün tercemeler, bunu hissettirip ifade etmek imkanından mahrumdurlar.”

Kur’ân mütercimlerinden olan Georges Sale “Kur’ân’ı bi tarafâne tercemeye gayret ettimse de, okuyucularım, Kur’ân metnine sadakatkârane bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir” demektedir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm mütercimlerinden olan İngiliz müsteşriki Marmaduke Pickthall, eserine yazdığı mukaddimesinde “Kur’ân terceme edilemez, en eski İslâm âlimleri bu kanaatte idiler, ben de bu kanaatteyim. Onun için Kur’ân’ı tercemeye muvaffak olduğumu iddia etmiyorum. Yalnız Kur’ân’ın manalarını nakle çalıştım. Buna muvaffak olduysam kendimi bahtiyar sayarım. Fakat bu eser, bu terceme hiç bir vakit asıl Kur’ân yerini tutmaz ve hiç bir vakit bu mak­sadı istihdaf etmemiştir” sözleriyle aczini itiraf etmiştir.

Bu konuya muhterem merhum hocam Prof. M. Tayyib Okiç’in “Hadiste Ter­cüman” adlı tetkik yazısından alacağım bir örnekle son vereceğim: “Beşeriyettarihinde tercümanların rolü daima mühim olmuştur. Bilhassa devletlerarası siyâsî ve ticarî münasebetlerde ve adlî işlerde bu işin ehemmiyeti hiç bir zaman küçümsenemez. Tercümanlık veya terceme işi, mühim olduğu kadar, zor, çetin ve o derece de mes’uliyetli bir iştir. Çünkü bu işle meşgul olanlar, onu hangi dilden yaparlarsa yapsınlar, daima hataya düşmek tehlikesine mâruz kalırlar. Meşhur Arap âlim ve ediplerinden el-Câhız (ö. 255/869) Kitâbu’l Hayavân adlı büyük eserinde, Aristotaies’le ilgili metnin nakli hususunda söylediği gibi, ter­cüman bir feylesofun sözlerini, tam mânâsı, gerçek metodu ve diğer incelikleriy­le hiç bir zaman nakledemez. Bunun en güzel örneğini, Hindistan’ın meşhur Brahman şâiri Rabindranat Tagore’un Mısır’a yaptığı bir seyahat esnasında doğrudan doğruya İngilizce yazdığı eserler dışında, Hinduca yazdığı kitaplarını da İngilizce’ye tercüme etmesini isteyenlere verdiği şu cevap teşkil eder: “Hindûca yazdığım eserler, kendi fikirlerimi ihtiva etmiş olsalar bile, onları İngi­lizce’ye tercüme etmekten âcizim, zira bu tercememde İngiliz dili, Hinduca için elverişli değildir.” İnsan kendi fikirlerini, çok iyi bildiği diğer bir dile çevirmekte zorluk çeker ve acz gösterirse, başkalarının fikirlerini, başka bir dile terceme et­menin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkar.

Tefsir ve terceme hakkında verilen şu umumî bilgilerden sonra, acaba bu iki kelime arasında ne gibi bir fark vardır? Demiştik ki, tefsir, bir eserin veya bir iba­renin mâhiyetini başka tâbirler ile izah ederek manasını mümkün mertebe açık­lığa kavuşturmaktır. Tefsir, müfesserden ayrıdır. Her ikisi aynı dilde olabileceği gibi, ayrı dillerde de olabilir. O halde Kur’ân’ın diğer dillere tefsiri caiz olur. Bu tefsir asla Kur’ân yerine kâim olmaz. Hangi nevi terceme olursa olsun, o, mutlak olarak tefsirden başka bir şeydir. Terceme ile tefsir arasında farklar vardır, ez-Zerkânî bu farkların dört maddede toplanabileceğini söylemektedir:

1- Terceme, müstakil bir sigadır. Aslından müstağni olunup, tercemenin as­lın yerine geçmesi düşünülür. Halbuki tefsir böyle değildir. Tefsir daima aslıyla irtibat halindedir. Eğer tefsirin asıl metinden irtibatı kesilmiş olsaydı söz bozulur veya bâtıl olurdu; cümlesi ve tafsilinde aslının yerine girememesi sebebiyle, mânâ da doğru ifade edilmemiş olurdu.

2- Tercemede istidrat yapmak caiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak caizdir, hatta bazen vâcib bile olur. Bu da terceme ile aslın birbirine benzer olmasının zaruriliğini ifade eder. Tercemenin, fazlalıksız ve noksansız olarak, tam bir incelik, hassasiyet ve vukufla aslına uygun olması bir zarurettir. Tefsir ise böyle değil, bilakis bu durumun aksidir. Çünkü o, aslın bir beyânı ve tavzihi­dir. Bu beyân ve tavzihler, müfessirin şerhine bir tevcih olarak veya kendilerini tefsir edenlerin ihtiyaçları derecesinde kendi istidradına bir tenvir olarak, çeşitli yollar takip etmesini gerektirebilir. Bu da, vaz’olunduğu mânâdan başkası kas­tedildiğinde, lügavî lafızların şerhinde, ıstılahların izahında ve delillerin serdedilmesinde görülür. İşte bu, Kur’ân tefsirlerinin ekserisi, lugât ilimleri, akâid, fıkıh ve fıkıh usûlü, nüzul sebebleri, nâsih ve mensûh, tabiî ve içtimaî ilimlerin çeşitli istidratları ihtiva etmelerindeki sırdır. Hata edildiğinde, aslın hatası üzerine ya­pılan tenbih, bu istidradın yönlerindendir. Nitekim bunu ilmî eserlerin şerhlerinde de görürüz. Böyle bir şeyi tercemede görmemize imkân yoktur. Eğer tercemede böyle bir şey görseydik, emânetin vücûbundan ve terceme inceliğinden dışarı çıkılmış olurdu.

3- Terceme, örf yönünden aslın bütün mânâ ve maksatlarına uygunluk, ve­fakârlık mânâsını tazammun eder. Tefsir için böyle bir durum yoktur. Yukarıda zikredildiği gibi, tefsir ancak izah üzerinde durur. Bu izah ister icmâlî ister tafsilî olsun, isterse mânâ ve maksatların hepsine şâmil olsun veya bazılarını bırakıp bir kısmını ihtisar etsin, müsavîdir. Halbuki terceme ne fazla ne noksan aslın mânâsını aynen nakleder. Bu işe tefsir kifayet etmeyebilir.

4- Örf yönünden terceme, mütercimin naklettiği mânâ ve maksatların asıl ke­lâmın medlulü bulunduğuna, sahibinin bunu kastetmiş olduğunu tazammun eder. Halbuki tefsir böyle değildir. Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa böyle bir itminanı verebilir. İhtiyaç duyduğu delilleri bulamadığı zaman susar ve bir tercihte de bulunmaz. O, bazen ihtimalleri tasrih eder, birbirine üstün olan ve ihtimalli bulunan yönleri zikreder. Bazen de bir kelime veya bir ibareyi anlamak­taki aczini bildirerek “Söz sahibi, kendi maksadını daha iyi bilendir” der. Bu gibi şeyler, sûre başlarında ve müteşâbih âyetlerde daha çok görülür.

Tercemenin, aslın aynı olacağı noktasından hareket edilerek, insanlar çeşitli devirlerde, tercemeleri, asılların yerine geçirmişler ve tercemeleri kullanarak, asıllarından müstağni olmuşlardır. Günümüzde de, bazı asıllar unutulup, tercemeler onların yerine kâim olmaktadır. Ekseriya aslın tercemesindeki, terceme lafzı hazfedilip, terceme bir asılmış gibi gösterilebiliyor. Meselâ, çeşitli dillerdeki Tevrat ve İncil tercemeleri buna örnek verilebilir. Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir. Tefsir kelimesinin, tefsir kitaplarının birinden düştüğüne kimse şâhid olmamıştır. Burada, tercemenin aksine asıl lafız düşebilir. Fakat tefsir lafzı asla düşmez. Taberi Tefsiri, Râzî Tefsiri, Nesefî Tefsiri, Beydâvî Tefsiri gibi…

Kur’ân-ı Kerîm’in lafzî olarak tam bir tercemesi yapılamayacağına göre, Onu sadece aslına yakın bir şekilde, biraz noksanı ile ifade etmeye yani tefsirî tercemesini yapmaya, Kur’âh’ın tercemesi denmekten kaçınılmış, terceme yerinemeal lafzı kullanılmıştır. Meal Kelimesi kökünden mimli masdardır. Birşeyin varacağı yer ve gaye mânâsına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir. Istılahta ise, bir sözün mânâsının her yönü ile aynen değil de, biraz noksanı ile ifade edilmesine meal denir, işte Kur’ân-ı Kerîm tercemesi için meal kelimesinin kullanılması, onu, aynen tercemeye im­kân olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcûd olduğunu belirt­mek içindir. Arapça bilmeyen Müslümanlara, mümkün mertebe Allah’ın kelâmınıkendi dilleri ile anlatmak ve Müslüman olmayanlar arasında İslâm’ı yaymak için Kur’ân-ı Kerîm’in tercemesinin yapılmasında bir zaruret meydana gelmektedir. Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar vapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, Müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kur’ân’ın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ancak bunun da salahiyetli hey’etler tarafından yapılması gerektiği unutulmamalıdır.

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler