Felsefe Yazıları

Devletçilik (Dünyada ve Türkiye’de)

DEVLETÇİLİK

Devletin iktisadî hayata müdahalesini, Önemli ve büyük endüstri işletmelerine sahip olmasını, mal ve hizmet üretmesini, bazı iktisadî ve sosyal fonksiyonların devletin tekelinde olmasını savunan doktrin ve görüşlerden oluşan bir sentezdir. Klasik iktisatçılara gösterilen tepkiler ile serbest piyasa ekonomisi ve özel girişim hürriyetini hoş görmeyen tercihlerin devletçiliğin ortaya çıkmasında rolü büyüklür. Devletçilik liberalizm ile sosyalizm arasında yer alır. Önemli büyük üretim kaynaklarının devlet tarafından işletilmesini savunur. Devletin iktisadî hayata doğrudan doğruya müdahale ettiği bir siyasal ekonomik sistem olarak gelişmiştir.

Devletçiliğin bilimsel kimliği iyice belirgin olmamakla beraber Hegel, Marks, Saint Simon, List, Fichte gibi kişilerin düşüncelerinden etkilenmiş ve XIX.yüzyılda liberalizme tepki olarak doğmuştur. Devletin ekonomiye doğrudan müdahale etmemesi, sanayileşme ile birlikte bazı sosyal ve ekonomik problemlerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Serbest piyasada güçlünün güçsüzü ezmesi, işçi yığınlarının sefaleti, kadın ve çocukların gayri insanî şartarda çalıştırılmalar! ve yoksulluğu, liberalizm düşüncesini sarsarak devletin ekonomiye müdahalesini zorunlu hale gelirin iştir. Siyasal planda genel oy hakkının yaygınlaşması, demokrasinin yerleşmesi, yoksul yığınların devlet mekanizmasına talepleri daha rahat iletme imkanı vermiştir. Ayrıca, daha kısa dönem içerisinde kalkınmak amacında olan ülkelerde, sermaye birikiminin yetersizliği sebebiyle devletin ekonomik hayata doğrudan girmesi gerekmiş ve önemli yatırımlar devlet tarafından başlatılmıştır.

Devletçilik esas itibariyle üç önemli özelliğe sahip olmuştur

: I- Ekonomik iktidarı sermaye gücünden alıp kamu gücüne vermiştir.

2- Üretim araçları mülkiyetini Özel sektör aleyhine ve devlet lehine geliştirmiştir.

3- Temel ekonomi politikasının seçilmiş temsilciler tarafından değil atanmış ekonomi şefleri tarafından belirlenmesini savunmuştur.

Türkiye’de devletçilik XIX.yüzyıIın son çeyreğinden itibaren görülmüştür. Osmanlı Devletinde Şark Demiryolları’nın inşası, bazı alanlarda yerel ve ulusal işletmelerin kurulmasına devletin adı altında imtiyaz verilmesi şeklinde olmuştur. Asıl devletçilik Cumhuriyet döneminde 1930’larda başlatılmıştır. 1929 dünya ekonomik bunalımının etkisiyle ve uygulanan liberal ekonomi politikalarının yetersiz kalması üzerine devletçilik ekonomik politikası benimsenmiştir. Benimsenen devletçilik politikası, özel teşebbüse karşı olmamış ve müdahalecilik ve plancılık kavramlarıyla özdeşleşmiştir. 1931 yılında devletçiliğin CHP’nin ilkeleri arasına girmesiyle bir yandan sanayileşmenin devlet eliyle gerçekleştirilmesi için Sümerbank, Etibank, Maden Teknik Arama Enstitüsü, Elektrik İşleri Etüt İdaresi gibi işletmeler kurulurken diğer yandan I.Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştır. Ayrıca imtiyazen yabancıların ellerinde bulunan kuruluşların devletleştirilmesine de gidilmiştir. Bu dönemdeki devletçilik “özel sektörün yapamadığını devlet yapar” cümlesi ile formüle edilmiştir. Sermaye birikiminin yetersizliği sebebiyle ekonomi alanında devlete düşen iş giderek büyümüş ve Devlet Üretme Çiftlikleri, Tarım Mahsulleri Ofisi, Türkiye Ziraî Donatım Kurumu gibi kurumlarla devlet tarım alanına da el atmıştır. II.Dünya Savaşı yıllarında Millî Koruma Kanunu ile devletin ekonomik alandaki gücü arttırılmıştır. 1950’den itibaren özel sektör de kıpırdanmaya başlamış ve giderek gücünü arttırmıştır. Fakat özel sektörün giderek güçlenmesi devletçiliğin gerilemesine sebep olmamıştır. 1961 Anayasası kamunun ve özel sektörün birlikte faaliyet gösterdikleri karma ekonomi modelini benimsemiştir. Planlı dönemde devlet yatırımlarının planlanması için DPT kurulmuştur. Toplam yatırımlar içinde devlet yatırımlarının payı % 50’nin biraz üzerinde gerçekleşmiştir. Kamu İktisadî Teşekküllerinin ekonomiye külfeti, verimli çalışmamaları yüzünden giderek artmış ve enflasyonun başlıca sebebi olmuştur. 1983’te iktidara gelen Anavatan Partisi, dünyadaki ve özellikle de İngiltere’deki uygulamayı dikkate alarak KiT’lerin özelleştirilmesi programını başlatmıştır. Bu uygulamayı devletçilikten geriye dönüşün bir ifadesi olarak almak mümkündür.

Davut DURSUN – SBA

Devletçilik (Atatürk İlkesi)

Devletçilik, Mustafa Kemal Atatürk’ün 6 temel ilkesinden biridir. Ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesini öngören ilkedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusal ekonomiyi, sağlam temeller üzerine oturtma amacına yönelik olarak ve İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz. Toplumsal ve siyasi felaketten yakasını kurtaramaz.” felsefesine dayalı olarak Atatürk İlkeleri arasında yerini almış olan ilkedir.

Atatürk bu ilkenin amacını “Bizim güttüğümüz “devletçilik” bireysel çalışma ve etkinliği esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir.” diyerek açıklamaktadır.

İçeriği ve gelişmesi

Atatürk, Devletçilik ilkesini, Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmektedir.[1] Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halkın kalkınması ve çağdaş yaşam düzeyine ulaşması için 1923-1930 yılları arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimcilerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin yeterli parası, yeterli deneyimleri ve yeterli teknolojik birikimi olmaması yanında Dünyayı sarsan 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, liberal ekonomi politikalarının başarısızlığını vurguluyordu. Ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için “Devletçilik” ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.

Türk Devrimi, tekelci eğilimi olmayan ulusal nitelikli özel girişimciliğin, gelişip güçlenmesine özel önem verir ama, bağımsızlıktan ödün vermeyen bir devletçiliğe dayanır. Siyasette olduğu gibi ekonomide de, yönlendirici ve belirleyici olan Kemalist devletçilik, ne Rusya’daki kollektivist devletçiliğe, ne de, Batı’daki mali sermaye egemenliği altındaki oligarşik devlet faaliyetlerine benzer.

Vikipedi

Bir Devletçilik Savunması…

Devletçilik… / Prof.Dr. Suna Kili

Atatürkçü devletçilik ilkesi çağdışı değildir. anlayışı ile bir yere varamazsak, gözü kara, aşırı bir özel girişim anlayışı ile de bir yere varamayız.

Kapitalist sistemin yarattığı ekonomik ve mali krizin tüm dünyaya yayılması sonucu, bu krizi çözmek için devletin ekonomiye müdahale gerekliliği en çok gündemde olan konulardan biridir. Aslında devletin ekonomiye müdahale ederek kapitalist sistemin yeniden işlerliğe kavuşması istenmektedir.Yoksa bu müdahalenin amacı, tüm gerekleriyle “sosyal devleti” kurmak ve yaşatmak değildir. Örneğin,

2. Dünya Savaşı sonrası Keynes ve günümüzün Nobel ödüllü ekonomisti Paul Krugman, kapitalist sistemde köktenci bir değişim yaratmak amacında değillerdir. Krugman, yıllardır “Güdülen ekonomi politika yanlıştır, bu böyle süremez; ergeç yeni bir New Deal dönemine dönmemiz gerekecektir” diyerek Roosevelt döneminde kapitalist sistemi buhrandan kurtarmak ve bu sistemin daha sağlıklı bir işlerliğe kavuşması için bir ölçüde devlet müdahalesinin uygulandığı döneme işaret etmektedir.Özellikle 1980’lerden bu yana Batı düşünürlerinin önemlice bir kesimi, küreselleşme siyasaları sonucu geniş halk kitlelerinin fakirleştiğine ve toplumsal dengelerin altüst olduğuna işaret etmektedir. Örneğin ünlü Amerikalı siyaset bilimci Theodore J. Lowi, demokrasinin ekonomi kuramı açısından tanımlanmasının, “serbest pazar” anlayışının tek başına her amacı gerçekleştirebilir değerlendirmesine yol açtığına işaret etmekte ve demokrasinin bu “ekonomik” değerlendirmesinin bilimsel ekonomi olmadığını vurgulamaktadır. Lowi’ye göre bu bir “ideolojidir” ve aynı zamanda iyi bir ideoloji de değildir, çünkü serbest pazar, bu pazara giren herkesi “özgür” yapmamaktadır.Yine Lowi’ye göre 1980’den bu yana iftiralarla devleti küçümseyen ve onu, tabii bu arada “politikayı” da dünyada “mantıksızlığın” kaynağı olarak gören tehlikeli anlayış yayılmaktadır. “İktisat” yalnızca ekonomik düşünce sistemini değil, sosyal ve siyasal teori’yi de içine alarak “ideolojik” bir içeriğe kavuşmuştur. Ve tüm bu gelişmeler göstermektedir ki “iktisat”, “ekonomi” diye bir şey yoktur. Ortada olan “politik ekonomi”dir. Ve politik ekonomi beraberinde 3 konuda önemli sorun getirmektedir: Bunlardan biri “yurttaşlık” konusudur. Aşırı bireyci, aşırı rekabetçi bir “pazar” iyi yurttaşlık olgusunu geçersiz kılmaktadır. İkincisi ise “ekonomik değer”, “ekonomik zenginlik” konusudur. Rekabet zenginlik doğuruyor deniyor. Ancak zenginlik fakirlik doğurmaktadır. Çünkü küreselleşme siyasaları ile elde edilen zenginlik, bu siyasalara koşut benimsenen sosyo-politik anlayış nedeniyle halka dağıtılmamaktadır. Bu siyasalardan insanlığın büyük çoğunluğu zarar görmektedir. Üçüncü şık ise küreselleşme nedeniyle güdülen siyasalar, kısa sürede çok para kazanma hırsı, özellikle gelişmekte olan ülkelerin “çevresine” onarılmaz zararlar vermektedir.
Atatürk Türkiye’sinde Devletçilik
Kapitalist sistemin karşılaştığı açmazlar nedeniyle gelişmiş Batı dünyasından tüm dünyaya yayılan ekonomik kriz, özellikle Türk düşünürünü devletçilik konusunu yeniden incelemeye itmiştir. Aslında devletçilik ilkesi hiç unutulmamalıydı. Atatürk ilkeleri bir bütündür. Bu ilkeler birbirini tamamlamakta, her biri öbürleriyle anlam kazanmakta ve güçlenmektedir. Atatürkçülük 6 ilkesi içinde vardır. Devletçiliği ya da bir başka ilkeyi geçici görmek, yok saymak, Atatürk ilkelerini yadsımak ve bütünsellik içindeki bir düşünce sistemini yozlaştırmaktır.Devletçilik ekonomik büyümeye, emeğe, dağılıma, insan öğesine bir bakış, bir anlayış biçimidir. Devletçilik ulusal ekonomiyi kurmak ve bu ekonomiyi halk yararına, ulus yararına, ulusal devlet yararına yönlendirme girişimidir. Bu nedenlerle, içerik ve amaç olarak Keynes ve Krugman’ın görüşlerinden farklıdır:Uzun bir kapitülasyon döneminden, bu dönemin ülkeyi her şeyi ile sömüren, tüm varlığını, yeraltı, yerüstü kaynaklarını dışa akıtan uygulamasından sonra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için ulusal bir ekonomiye yönelmek kaçınılmaz, onurlu yaşamanın ön koşulu sayılmıştır. Devletçilik ulusal bir ekonomiyi kurmanın ve bu ekonomiyi güçlendirmenin ilkesidir. Devletçilik, Atatürkçülüğün devlet, ülke olanaklarının kullanımında, işletilmesinde, kalkınmada, çağdaşlaşmada devletin ekonomik işlevine yön veren ilkedir. Ulusun, devletin olanaklarını, ülkenin varlıklarını ulus yararına, halk yararına kullanmak, kalkınmayı gerçekleştirmek, ulusu tüm bireyleriyle mutlu kılmak, ülkeyi bayındırlaştırmak, gönendirmek devletin birincil görevidir. Ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da yabancı devletlere karşı ulusu bağımsız, güçlü, çağdaş kılmak; ezilmekten, sömürülmekten, bağımlılıktan kurtarmak devletin birincil yükümlülüğüdür.

Özel girişim
Özel girişime, 1923-1930 yıllarında atılım yapması için olanaklar tanınmıştır. Ancak özel girişim, kalkınmada güçlü ve yeterli bir etken olabilecek durumda değildi. Özel anamal kıtlığı, teknik bilgi noksanlığı ve deneyimli Türk işadamlarının bulunmaması gibi nedenlerle özel girişim, o yıllarda bir güç oluşturamamıştır. Devletin ekonomide etkinliği Cumhuriyetin başından beri var olan bir gerçekti, fakat devletçilik resmi bir siyasa olarak 1931’de benimsenmiştir. Devletçilik, salt kapitalist ve salt Marksist modeller dışında bir ekonomik kalkınma yöntemi aramanın ve bunun gereğine inanmanın ürünüdür. 1929 yılından başlayarak bir yandan anamalcı dünyanın en derin bunalımlarından birini yaşaması, öte yandan Sovyet modelinin ulusallığı yadsıması, aşırı yeğinlik yöntemine başvurması Türkiye’yi, bu dönemde devletçilik ilkesi yoluyla kendi ulusal ekonomik kalkınma modelini oluşturma çabasına itmiştir. Çağdaş Türk sanayiinin kurulması bu dönemde başlamıştır. Atatürk, kuram olarak ve uygulamada “sosyal devlet” kavramını içeren ulusal ekonomik kalkınma modeli oluşturmaya ve bunu devletçi bir siyasa ile uygulamaya çalışmıştır.Atatürk devrim modelinde köklü ekonomik değişmeleri sağlama konusunda aşamalı bir yöntem kullanılmıştır. Devletçilik ilkesi böyle aşamalı bir değişimin ilkesi olmuştur. İlk beş yıllık plan da bu doğrultuda bir uygulamadır. Çok geniş kapsamlı, olağanüstü çabuk ve köklü sosyal, ekonomik değişmeler, totaliter bir yönteme özgü olan yıldırı ve yeğinliği gerektirir. Atatürk ve kadrosu böyle bir yöntemi yeğlememişler, kalkınmanın bedeli üzerinde de durmuşlardır.1929’daki dünya ekonomik bunalımının Türkiye’yi etkilemesi sonucu 1932’de devletin ekonomik alana, kalkınma çabasına kesin olarak katılma zorunluğu duyulmuş ve hazırlanan beş yıllık plan 1933 yılında uygulamaya konulmuştur. Türkiye’nin ilk büyük sanayi yatırımları bu ilk beş yıllık plan döneminde yapılmış, bunlardan verimli sonuçlar alınmıştır. Atatürk Devrimi’nin halkçı, toplumcu, devrimci içeriği devletçi bir ekonominin geliştirilmesine uygun düşmüştür.Devletçilik ilkesi özel girişimciliği reddetmez. İyelik hakkına saygılıdır, fakat iyelik hakkının toplumun, ulusun yararlarına aykırı biçimde kullanılmasına da izin vermez.

Sanayileşme

Atatürk Türkiye’si özde kendi çabasına dayanarak sağlıklı, olumlu bir sanayileşme siyasası gütmüştür. Genel olarak çok geri bir ekonomik yapıya sahip ve iç anamal birikiminin çok zayıf olduğu bir ülkede, üstelik dünya ekonomik bunalımı nedeniyle dünya ekonomisinin de en olumsuz geliştiği bir ortamda, Atatürk Türkiyesi, hiçbir anlamlı dış yardım ve iç borçlanmaya başvurmadan, sağlıklı bir sanayileşme siyasası güdebilmiştir. Sanayileşme siyasasının sağlıklı olarak nitelendirilebilmesinin başlıca nedeni, gerek ağır, gerekse tüketim maddeleri sanayileri yatırımlarına, üstelik o zamana göre, çağdaş teknoloji ile başlanabilmesidir. Öte yandan, söz konusu sanayileşmede gerek enerji kaynakları, gerekse diğer hammaddeler açısından öz kaynaklara dayanılması, bağımsız ekonomik gelişmeyi pekiştirici nitelikte olmuştur. Eğer söz konusu sanayileşme stratejisi daha sonraki yıllarda da sürdürülebilseydi durumun bugünkünden çok farklı olacağı rahatlıkla söylenebilir.Atatürkçü devletçilik ilkesi çağdışı değildir. Nasıl ki katı bir devletçilik anlayışı ile bir yere varamazsak, gözü kara, aşırı bir özel girişim anlayışı ile de bir yere varamayız; sağlıklı bir toplum olamayız. Aşırı bireyselciliği ilke edinmiş, sosyal adalet anlayışından yoksun, teknolojiyi yakalamış, gelişmiş ama yurttaşlarının bir kesiminin karton kutular içinde yaşamasına duyarsız, bu duruma çözüm üretemeyen, üretmek istemeyen “güçlü”nün her şeye hakkı olduğuna inanan özel girişim anlayışı da çağdışıdır, insancıl değildir. Nitekim, bugünlerde dünyada yaşanan ekonomik ve mali kriz, gelişmiş ülkelerce sürdürülmüş olan ekonomi-politikaların doğru olmadığının, insancıl olmadığının yeni bir kanıtıdır.Devletçilik anlayışı, kalkınmada, sanayinin kurulup geliştirilmesinde karma ekonomiyi destekler ve sosyal adaletin gerçekleşmesinde, sosyal güvenliğin sağlanmasında karma ekonominin başarılı olacağına inanır. Özel girişimin kalkınmada önemli bir işlevi vardır. Ancak devletin kalkınmada, özellikle eğitim, sağlık ve savunma alanlarında birincil görevi vardır.

Sonuç

Dünyanın karşılaştığı ekonomik krizin tüm gelişmiş ülkeleri “devletçi” bir çözüme ittiği gerçeği karşısında, devletçi ekonomi-politikaların ne denli önemli olduğu bir kez daha vurgulanmaktadır. Ancak bu ülkeler devletçi politikalarını, en azından şu aşamada, kapitalist sistemi kurtarmak için kullanmaktadırlar.Oysa, Atatürk Türkiyesi ekonomisini kurmak, halkın gönencini sağlamak, ülkenin, bağımsızlığını ve onurunu korumak için devletçi bir ekonomi-politika yürütmüştür. Ülkemizin esenliği için devletin kalkınma-çağdaşlaşma sürecinde devletçilik ilkesinin önemi yadsınamaz. Unutmamak gerekir ki, devletçilik “kamu yararını” ön plana aldığından “Cumhuriyetçi” bir ilkedir.

http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&kid=29&hn=42868

felsefe/devletcilik3k Liberal Demokrat Parti’nin “Devletçilik”‘e ilişikin görüşlerinden bazı bölümler…

Liberal anlayışa göre, devletin ekonomiye müdahale etmesi yani, devletçilik, devlette çalışan memurlar ve işçiler de dahil olmak üzere, herkesin ve toplumun aleyhinedir. Neden?

Doğası gereği olarak devlet, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir sistemde kaliteli ve ucuz mal, hizmet üretemez; üretememiştir. Üstelik, ürettiği pahalı mal/ hizmetin faturası da, yüksek vergilerle yine bireye ve topluma yansır.

Devletin bu şekilde oluşturduğu sınırlı ve kısıtlı “pasta”, toplumun her düzeyindeki bireye yine, son derece sınırlı ve adil olmayan biçimde dağılmaktadır.

Rekabete dayalı liberal ekonomide devlet, sanayi ve ticaret dahil, hiçbir ekonomik faaliyet içinde yer almaz; ekonominin işleyişine hiçbir şekilde müdahale etmez.

Devlet, özel sektörün paraya tahvil edemeyeceği, kâr edemeyeceği (örneğin, altyapı) projelere girebilse de; bu durumda dahi, özel sektörün olanakları sonuna kadar araştırılır ve bu tür yatırımları da özel sektörün üstlenebilmesinin yolları araştırılır, bunu teşvik edecek sistemler geliştirilir.

Öngörülen bu sistemde devletin büyük bütçelere gereksinimi yoktur ve dolayısıyla, enflasyonist ortam oluşmaz, vergiler makul düzeylere iner.

Yakın Geçmiş

Ekonominin belirleyicisi siyasi irade yani, siyasi tercihlerdir. Bu bakımdan, yakın geçmişimize bir göz atmak, hangi siyasi tercihlerin ekonomimize nasıl yansıdığını değerlendirmek gerekir.

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllar ve çok partili parlâmenter düzene geçtiği dönemde Türkiye, ekonomisinde görece gelişmeler kaydetmekte birlikte, 80’li yılların başına kadar tümüyle kapalı bir düzende, devletçilik anlayışı ile yönetilmiş; bu nedenle de, hızla gelişen dünyanın kalkınmakta olan ülkeler grubundan bir türlü çıkamamıştır.

II. Dünya Savaşı’nı izleyen yılların hızlı ekonomik kalkınma için sunduğu olanaklar, maalesef değerlendirilememiş; dönemsel olarak görece hızlı kalkınma iki ayrı dönemde yaşanmıştır: 50’li ve 80’li yıllarda Demokrat parti ve Anavatan hükümetleri dönemlerinde.

Türkiye’nin çok partili parlâmenter sisteme geçişini de, 1950 öncesi sergilediği yapıcı muhalefet üslûbu ile önemli ölçüde kolaylaştıran Demokrat Parti, 1950-54 arasında bir dizi liberal ekonomi politikasını yürürlüğe koymuştur.

Bu noktada, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türk halkı ve Türk insanına girişim yeteneğini ispat etme. şansı veren bu dönemin politikacılarını, başta Adnan Menderes olmak üzere, minnetle andığımızı belirtmek isteriz.

Dünya ticaretinin geliştiği ve genişlediği 60 ve 70’li yıllarda göreve gelen hükümetler DP ile başlayan bu liberalleşme hareketini devam ettirememiş ve bu dönemde Türkiye, hızla kalkınan Güney Kore gibi ülkelerin bile gerisinde kalmıştır.

80’li yıllarda ANAP hükümetlerince gerçekleştirilen bazı köklü reformlarla ülkemiz ekonomisi ilk kez dünyaya açılmış; benimsenen rekabete dayalı serbest piyasa düzeninde Türkiye, dünyada korumacılığın arttığı bu dönemde bile, hızlı kalkınma imkânına kavuşmuştur.

80’li yıllar Türk insanının ve halkının girişimci, cesur, yaratıcı, yetenekli ve üretken kimliğinin adeta sınavdan geçmesine yol açmış ve Türkiye bu sınavı başarıyla vererek, tümüyle, özgür, dünyaya açık bir düzende mucizeler yaratabileceğini kanıtlamıştır.

Bu noktada da, dönemin politikacılarını başta Turgut Özal olmak üzere, minnetle andığımızı ifade etmek isteriz.

Ancak, 80’li yılların belki de siyasi koşulların dayattığı temel zaafı, yine devletçilik anlayışının tam anlamıyla terk edilememiş olmasıdır.

Bu dönemde devlet piyasalara müdahalesini sürdürmüş; yer yer bireysel girişimin, özel sektörün en çetin, en acımasız rakibi olarak ekonomide rol almıştır.

Özelleştirme programı başlatılmakla birlikte, tamamlanamamıştır. Sosyal devlet aldatmacası ile gerçekleştirilen altyapı ve savunma projeleri ile, görüntüde devlet ama, sonuçta bu ülkenin insanları, altından kalkılamayacak boyutlarda iç ve dış borca mahkûm edilmiştir.

Yine aynı dönemde, rekabete dayalı serbest piyasa düzeni ve dünyaya açılmanın gerektirdiği ve ekonomik olduğu kadar, siyasi ve idari yapısal reformlar da istenilen ölçüde gerçekleştirilememiş; anayasa, devlet yönetimi, bürokrasi, mali ve finansal kurumlar vb konularda köklü düzenlemeler yapılamamıştır.

80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başından itibaren yaşanılan siyasi istikrarsızlık, ekonomik yaşama dev aynasından yansırcasına, yansımış; özellikle, ekonomide varılan noktadan doğru kararlarla ivme şansı heba edilmiştir.

Komünist bloğun çökmesi ile Türkiye’nin önüne çıkan eşsiz fırsatlar değerlendirilememiş; ne siyasi ne sosyal ne de ekonomik alanda kararlı ve cesur adımlar atılamamıştır.

felsefe/devletk Bugün

Bugün, devletçilik anlayışının bir ürünü olan kamu borçlanması, kabul edilemez boyutlara çıkmış; 80’li yılların sonunda %26’lara ulaşan ulusal tasarruf hızla düşmüştür. Bunun anlamı, devletin borçlanma gereğinin, ekonominin tüm tasarruflarından fazla olmasıdır.

Uygulana gelen ekonomik sistemde neye güvenerek yapıldığının anlaşılması zor olan bu büyük borcun tamamı, tüm vatandaşlarımızın sırtındadır ve onlar tarafından ödenmesi beklenmektedir. İşin dramatik yönü, yaratılmış bulunan ortamın vatandaşlarımızın girişim gücünü, yaratıcılığını, üretkenliğini tümüyle köreltici mahiyette olmasıdır. iş yapmak, üretmek çok zor hatta, imkânsız hale getirilmiştir. Özelleştirme konusu ise hâlâ sürüncemededir.

Vergiler son derece adaletsiz ve gerçekçilikten uzak bir sisteme oturtulmuş olması nedeniyle, gerçekleştiği oranlarda toplanamamaktadır. Oluşan vergilerin tümünün toplanabilmesi halinde bile, devlet iç borçlarının sadece bir bölümünü karşılayabilecektir. Özetle: Bugün Türkiye siyasi ve sosyal alanlarda olduğu gibi, ekonomik alanda da çok ciddi bir istikrarsızlık dönemine, bir kez daha girmiş bulunmaktadır. Dahası, ülkemiz Cumhuriyet tarihinin en ağır, en buhranlı, çöküntülü yıllarını yaşamaktadır.

Böylesi bir ortam, tartışmasız biçimde ekonominin itici gücü olduğuna inandığımız, üretkenliğinden medet umduğumuz bireyin, özel girişimcinin elini, kolunu bağlamakta; üretkenliği yok etmekte; özel girişim üzerinde caydırıcı rol oynamaktadır.

Sokaktaki insan çaresiz, mutsuz, endişeli ve karamsardır. Bireysel ve toplumsal huzur ve mutluluk her zamankinden daha uzak görünmektedir. Oysa, ülkemiz öz kaynakları itibariyle çok kısa sürede dünyanın lider ülkelerinden birisi olabilecek potansiyele sahiptir. Devlet yönetiminde ve ekonomik sistemde köklü reformlar yapmamız; bireye değer veren, bireyi ön planda tutan, bireyin yaratıcı ve üretken gücüne içtenlikle inanan yepyeni bir sistemi, liberal sistemi, cesur kararlarla, tam anlamıyla hakim kılmamız; genç ve inançlı kadrolarla yürüterek, geliştirmemiz gerekmektedir.

Liberal Demokrat Parti, ekonomik gelişmenin amacının da, aracının da insan olduğu anlayışı ile, bireyin ve bireyin oluşturduğu kurumların tam anlamıyla özgür, özgür olduğu kadar akılcı bir ekonomik sistemin kurulmasını hedef almakta; bu amaçla ülkemiz ekonomisini yeniden yapılandırmayı amaçlamaktadır.

Ekonomide Devletin Yeri

Devlet icra etmez, yönetir. Bu anlayışla, devlet hiçbir ekonomik faaliyet içinde yer almayacak, rol oynamayacaktır. Böylelikle, devletin harcamaları azalacak; yüksek enflasyona yol açarak, ekonomiyi felç eden kamu açığı yani, devletin iki yakasını bir araya getirememesi durumu ortadan kalkacaktır.

Devletin çalışması her düzeyde verimlilik esasına dayandırılacak; sınırlı sayıya indirgenecek ve orada tutulacak olan kamu personeli, üretkenlik ve başarı esasına göre, hak ettikleri düzeyde ödüllendirilecektir.

Merkez Bankası’nın görevi sadece ve sadece ekonominin ihtiyacı kadar para basmak olacaktır.

Bütün kamu iktisadi kuruluşları (KİT’ler) özelleştirilecek; rasyonel çalışması mümkün olmayanlar, kapatılacaktır.

Vergi ve Teşvik

Teşvikler kaldırılacak; bu amaçla kurulmuş bulunan DPT dahil, tüm kamu kuruluşları kapatılacaktır.

Yerli ve yabancı medya ve kültür sektörleri tümüyle vergiden muaf tutulacaktır. Böylelikle, Bilgi Çağı’na uyum hızlandırılacak; özellikle yabancı medya, kültür kurum ve kuruluşlarının Türkiye’yi merkez edinmeleri özendirilecektir. Bu ortamın yaratılması ülkemizin dünya ile entegrasyonu ve imajı bakımından son derece yararlı olacaktır.

Mali Piyasalar ve Sigortacılık

Bankalar ve finans kurumları gibi, halkın tasarruflarını ekonomiye kanalize eden kuruluşlar vergiden muaf tutulacaktır. Bu kuruluşlar sadece yıllık kârları üzerinden gelir vergisi ödemekle yükümlü olacaklardır.

Türkiye mali piyasalarının dünya mali piyasaları ile bütünleşmesi sağlanacak; bu piyasalarda yatırımcının korunmasına dönük tüm düzenlemeler yapılacaktır.

Türkiye sermaye piyasası, uluslararası standartlara kavuşturulacaktır. Bu yolla piyasanın açıklık, güven ve istikrar içinde işlemesi temin edilecektir.

Kamu bankaları özelleştirilecek, devlet bankacılık ve finans sektöründen çıkarılacaktır. Banka mevduatları, özel sigorta şirketleri tarafından sigortalanacak; her banka, mevduatının hangi sigorta şirketi tarafından ve ne kapsamda sigortalandığını halka ve mudilerine açık biçimde duyuracaktır.

Mevduatını sigorta kapsamında bulundurmayan bankaların faaliyetine izin verilecek ancak, bu bankaların da mudilerini bu bağlamda en açık biçimde bilgilendirmeleri koşulu getirilecektir.

Banka kurmak kolaylaştırılacak; bankalar isteyen herkes tarafından, herhangi bir şirket gibi özel izin alınmaksızın
kurulabilecektir.

Dış Ekonomik İlişkiler ve Yabancı Sermaye
Dış ekonomik ilişkilerde öncelik, Türkiye’nin sınır komşularına verilecektir. Liberal Demokrat Parti, komşularımızın refah ve mutluluğunun, kendi refah ve mutluluğumuz kadar önem taşıdığına inanmaktadır.

Dünya ülkeleri ile ekonomik ilişkiler genel olarak liberal politikaların oluşturacağı çerçeveye oturtulacaktır. Bir diğer ifade ile, Türk insanının girişim gücüne tam özgürlük tanınırken; Türkiye de dünya girişimcisine de aynı özgürlük tanınacaktır.

Kabotaj Kanunu kaldırılacak; deniz ulaşımı serbestleştirilecek; tüm liman ve iskeleler özelleştirilecektir.

Yabancı sermayeye hiçbir sınırlama getirilmeyecek; yabancı sermaye yerli sermaye muamelesi görerek, aynı mevzuata tâbi kılınacaktır. Böylelikle, finansmanı vergiden muaf tutan ülkemiz yabancı sermaye için de cazip bir ülke haline gelecektir.

İhracata teşvik verilmeyecektir. Dış ticarette gümrüklerin kaldırılması, ihracat sektörüne verilebilecek en büyük teşvik olarak değerlendirilmektedir.

Tarım ve Sanayi

Toprak Mahsulleri Ofisi, Fiskobirlik vb. kamu kuruluşlarının faaliyetine son verilecektir. Bu müesseseler devlete bağımlı olmaları nedeniyle, spekülasyon görevlerini hakkıyla yerine getirememektedirler. Bu son derece önemli görevin beceriksizce ve duyarsızlıkla yerine getirilmiş olması sonucu, ödediğimiz vergilerle ucuz ya da pahalı satın alınan tarımsal ürünler sürekli olarak depolarda çürütülmüş ya da yakılmış; ne üretici, ne alıcı, ne de tüketici memnun edilmiştir.

Devlet herhangi bir sanayi yatırım politikası gütmeyecektir.

Devlet savunma sanayiindeki girişimlerini özel sektöre devredecektir. Ülkemiz için savunma alanında gerekli en son teknolojinin ürünleri en ucuz biçimde, kimden ya da nereden temin edilebiliyorsa, oradan satın alınacaktır. Türk ordusunun çağın en gelişmiş araç ve gereçleri ile donatılması birincil amaç olmakla birlikte, yerli savunma sanayiini geliştirmek gibi bir devlet politikası benimsenmeyecektir.

Altyapı
Devlet ulaştırma, haberleşme ve enerji olarak tanımlanan altyapı yatırımlarından tümüyle çekilecek
; bu yatırımların özel sektör kuruluşları aracılığı ile gerçekleştirilmesi ortamı yaratılacaktır. Devlet sadece özel sektörün paraya tahvil edemeyeceği altyapı yatırımlarını üstlenecektir (örneğin, köy yolları vb.).

Devlet özel bir enerji yatırım politikası gütmeyecektir. Liberal ekonomi ortamında enerji de tıpkı herhangi bir mal/hizmet gibi, en ucuza ve en etkin biçimde nereden temin edilebiliyorsa, oradan temin edilecektir. Aynı durum petrol, kömür, doğal gaz gibi primer enerji ihtiyacımız için de söz konusu olacaktır.

İlgili Makaleler