Felsefe Yazıları

Servet Nedir? Felsefede, İslamda, Marksizmde vd Görüşlerde Tanımı

Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelime olan “servet”, hem konuşma dilinde, hem de ilim dilinde kullanılır. Türkçe’de zenginlik, varlık, ar, mal, mülk anlamlarına gelir.

Üç yabancı dilde servet karşılığı olarak kullanılan kelime, iktisadi servet anlamını taşır. Bunlarda, iktisadi malların toplamı anlatılmak istenmiştir.

Servet; sosyal, iktisadi ve hukuki yönleri olan bir kavramdır. İktisadi yönü diğerlerine göre daha belirgindir. Bununla birlikte, iktisadi yönünün belirliliği onu diğerlerinden ayırmaz, onunla birlikte ifadesini bulur. Cemiyet ise hukuki, iktisadi ve sosyal ilişkilerden meydana gelen bir yapı arzeder. Bu çok yönlülüğü nedeniyle tarifleri de çoktur.

İktisadi açıdan servet, bir iktisadi sujenin mülkiyetinde bulunan, ihtiyaçların giderilmesine yarayan, o günkü piyasa değeri üzerinden para ile değerlendirilen iktisadi mallar toplamıdır. Servetin iktisadi tanımında aşağıdaki niteliklerin bulunması gerekir:

– İnsanlar tarafından talep edilmek,
– Mülkiyete konu olabilmek,
– Devredilebilir olmak,
– Ekonomik mallardan oluşmak.

Bu özellikleri taşıyan iktisadi servet kavramının maddi olup olmadığı konusunda değişik görüşler vardır. Kimi yazarlar öznel olduğu için servet kavramının hizmetleri ve eşyayı da kapsadığını ileri sürer ve insanın her kabiliyetini de servet olarak kabul ederler. Kabiliyet olarak tezahür eden her hareketi, şahsi servetin içinde gören yazarlar da vardır.

Hukuki yönden servet kavramı, özel hukukta ve kamu hukukunda ayrı ayrı tanımla nır. Özel hukukta servet, bir şahsa ait olan ve parayla değerlendirilen mallar ve hakların tümü iken, kamu hukukunda ise bir kîşinin tasarrufundaki bütün haklardan negatif değerlerin çıkarılmasından sonra kalan miktar olarak tanımlanır.

Mali açıdan servet, maddi ve gayrimaddi varlıkların, belirli bir andaki değerlerinin tümüdür.

Bu tanımlardan sonra biraz da, servet sınıflandırmaları üzerinde durmak gerekir. Servet önce özel servet, genel servet olarak sınıflandırılabilir. Özel servetler, meydana gelmesi için, harcanan insan emeğine göre şekil alan servetlerdir. Yeraltından, deniz dibinden çıkarılması ve havadan elde edilmesi için harcanan mallar bu kısma girmektedir. Bu servetlere harcanan insan emeği ya malın oluşturulmasına katkıda bulunur (tarımsal ürün elde etmek için tarım işçisinin emek sarfetmesi gibi), yahut eşyanın maddesini şekillendirmeye, onu yarayışlı hale getirmeye katkıda bulunur (sudan ve diğer kaynaklardan elektrik elde etmek ve yeraltından madenleri çıkarmak için emek sarfetmek gibi).

Meydana gelişinde insan emeği bulunmayan servetler ise genel servetler kısmına girerler. Meselâ arazinin meydana gelişin­de insanın katkısı olmamıştır. Her ne kadar insan, araziyi şekillendirerek verimli ve tarıma elverişli hale getiriyorsa da onun bu şekillendirmesi, kendi hayatının gerektirdiği oranla sınırlıdır.

Bir diğer tasnif de, ferdi serveüer ve milli servetler şeklinde yapılabilir. Ferdi servetler bir şahsın belirli bir zamanda tasarru­funda bulundurduğu para, mal ve iktisadi kıymetlerin toplamını ifade ederler. Milli servet, bir milletin fertleri tarafından belirli bir zamanda sahip olunan maddi, iktisadi malların para ile ifade olunan değeridir. Sosyal sabit sermaye olarak nitelendirilen yol, köprü, kanal, baraj ve sulama tesisleri de, milli servet olarak kabul edilmektedir.

İktisadi ölçüyü eas alarak bir sınıflandır­mayı da şu şekilde yapabiliriz: Kullanım serveti, kazanç serveti. Kullanım serveti, sahibi tarafından üretime yöneltilen eşya ve para tutarlarıdır. Kazanç serveti ise, sahibi tarafından gelir elde etmek için kullanılan para ve eşyayı ifade eder. Bununla birlikte, bazen bir eşya, kullanım durumuna göre, hem kullanım (istimal), hem de kazanç serveti olabilmektedir.

Servet likidite derecesine göre de sınıf­landırılabilir Aynî servet, nakdî servet Bina, arazi, eşya şeklinde olan müşahhas servet unsurları aynî serveti, para veya mal ye­rine geçen çekler, aksiyon ve obligasyon gi­bi kıymetler de nakdî serveti oluşturur.

Hukuki açıdan da servet; menkul servet ve gayri menkul servet olmak üzere iki kısımda incelenir. Maddi bakımdan yerinin değiştirilmesi mümkün olmayan ve kolay­ca tahrip edilemeyen mallara gayri menkul servetler denir. Kıymet ve mahiyeti bozul­maksızın bir yerden başka bir yere taşınabi­len ev eşyası, nakit gibi mallar da menkul servetleri oluşturur.

Servet maddi ve gayrimaddi olarak da sınıflandırılabilir. Maddi servetler, bizatihi maddi kıymeti olan servetlerdir. Bu bakım­dan menkul ve gayrimenkul servetler de maddi servetler kısmında yer alır. Gayri­maddi servetler ise, fikri faaliyet ve kabiliyetlerin meydana getirdiği eserlerle, keşif ve ihtira beratı gibi çeşitli haklardan müteşekkil servetlerdir.

İktisat ilmi ve kamu maliyesi dikkate alı narak bir tasnif de, mali servet ve iktisadi servet şeklinde yapılabilir. İktisat ilminin verilerine göre yapılan servet tanımı ve açıklaması; iktisadi servet mefhumunu ortaya koymuştur. Buna karşılık, vergi ka­nunlarının uygulanması bakımından yapılan servet tasnifleri, mali servet mefhumunu ortaya çıkarmıştır.

Servetin tanım ve sınıflandırılması üzerinde durduktan sonra servet kavramına yüklenen anlamın tarihi gelişimi üzerinde durulabilir.


İlk ve Ortaçağdaki Görüşler

İlk insanlar, sadece yaşamak için gerekli olan ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Bu dönemdeki insanların, biriktirme ve servet sahibi olmaları sözkonusu değildi. Daha sonra toplumsal ve teknik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya daha becerikli ve daha karmaşık bir toplum çıkmıştır. Bir yandan toplumun yapısındaki bu değişmeler, öte yandan da insanların daha derli-toplu bir işbölümü gerçekleştirmeleri sonucu, kendilerini besledikten sonra artakalan olumlu bir ürünün (plus-value) elde edilmeye başlanmış olması, serveti tedricen oluşturmaya başladı. İlk çağda ekonomiye ilişkin konular, felsefe, mantık vb. eserlerin içinde ele alınmıştır.

Bu sebeple, Antik-Yunan’da iktisadi kavramlara sıkça rastlanmaz. Antik-Yunan’da Eflatun (M.Ö. 427-347) ve Aristo (M.Ö. 384-322) devlet mefhumu ile çok ilgilendiklerinden, bunların servet konusundaki düşünceleri de, devlet hakkındaki fikirleriyle birlikte ele alınmıştır.

Devlet için düzeni asıl kabul eden Eflatun, daha çok ideal bir devletin nasıl olması gerektiği üzerinde durmuş, yönetici sınıfın yönetim işlerine ve kendilerine daha fazla vakit ayırabilmeleri için, onların şahsi mülk edinmelerine taraftar olmamıştır. Böyle bir sınıf tarafından idare edilen devletin toprakları da gerekenden çok ürün vermemeliydi. Çünkü, ihtiyaçtan fazla mahsul alınırsa, dışsatım kaçınılmaz olur, altın ve gümüş bollaşırdı. Oysa bunların ikisi de, devletin içtimai düzenini bozarak menfi neticelere sebep olabilirlerdi. O, devlet düzeninin bozulmaması için ticarete, zenginliğe ve yoksulluğa taraftar olmamıştır.

Aristo, ilk dönemlerinde Eflatun’un tesirinde kalmış olmakla birlikte, sonraki dönemlerinde onu birçok yönden tenkit etmiştir. O, devleti bilgelerin İdare etmesinden yanadır, Eflatun’un dediği gibi, asiller yahut hakimlerin değil. Eflatun’un ortak mülkiyet anlayışını da eleştiren Aristo, mülkiyeti tabii görüyordu. Kişilerin Özel mülkiyet edinebileceğini söylemesine rağmen, yine de servetin kamu yararına kullanılmasından yanadır.

Roma imparatorluğunun çöküşüyle başlayan Ortaçağ’da, Hristiyanhkla, Greko-Romen kültürün kökleri bir araya getirilerek, bir tahammül gücüyle bugünkü medeniyetin temeli atılmıştır. Bu çağda, Avrupa’da toplumsal sınıflaşmalara dayalı feodalite yönetimi bulunuyordu. Bu sınıflar da üç grupta toplanıyordu:

– Toplum için savaşanlar,
– Toplum için dua edenler,
– Toplum için çalışanlar.

Bu sınıflaşma içerisinde servete sahip olabilme hakkı yalnız iki gruba aitti. Kapitalizmde mülkiyet mutlak anlamda tek kişiye aittir. Buna göre bir malı ele geçiren insan başkasının gölgesini bile ondan uzak tutmak ister ve o malın tanrısı haline gelir. Artık o mal üzerinde hiç kimsenin ve hiçbir gücün hakkı yoktur. Bu, Hıristiyanlığın Allah ancak kalplerdedir ve yeryüzündeki dü­zene karışmaz, inancından doğmaktadır. Dolayısıyla mala ve eşyaya sahip olan insan onunla başbaşa kalmakta, onun tek hakimi olmaktadır. Komünizmde ise tek bir insana da, topluma da güven yoktur. Onun için insana hiçbir mal bırakılamaz. İnsan tek başına bir birim değildir, bir birimin parçasıdır. Dolayısıyla bu sistemde insan o kadar aşağılanmaktadır ki, mal (eşya) ona lâyık görülmez. Mal ve eşya da insan karşısında o kadar yüceltilmektedir.

İslâm düşüncesinde ise servet edinme hakkı, bir zümreye yahut belirli bir topluluğa has kılınmamıştır. Servet edinmek, elde edilen servetin esiri olunmadığı müddetçe, teşvik edilmiştir. Zaten dinin zekât, hac gibi emirlerini ve yoksullara yardım etmek, din kardeşini desteklemek gibi diğer bazı vazifelerini yerine getirmesi için de müslüma-nın bir servet sahibi olması gerekmektedir. Bununla birlikte servet sanayi ve ticaretle geliştirilmeli ve toplum için faydalı hizmet­lerde kullanılmalıdır. İslâm fertler arasında servetin âdil şekilde dağılımını öngörürken mutlak anlamda mülkiyetin Allah’a ait ol­duğunu belirtir. “Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a aittir.” (Mâide, 17). “Şüphesiz ki Allah insanlardan kendilerini ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 111). Dolayısıyla insan sahip olduğu serveti kendi arzu ve ih­tiraslarını tatmin etmek için değil, imtihan dünyasında Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacaktır. İslâmda mülkiyet; (sahiplik) rakabe (çıplak mülkiyet) ve tasarruf (intifa) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Rakabe, çıplak mülkiyet ve kontrol hakkını ifade ederken, tasarruf kullanım hakkını ifade etmektedir. İslâm’da zirai topraklar devletin rakabesi altına alınmış, kullanım hakkı ise fertlere verilmiştir. Ayrıca kaynak ve akar sular, tabii bitki Örtüsü, ormanlar, enerji kaynaklan, madenlerin mülkiyetinin devlete ait olduğu kabul edilmiştir. Bu nedenle İslâm’da servetin ve mülkiyetin çerçevesi toplum çıkarları ile çizilmiş olmaktadır.

Yukarıdaki servet tasnifleri îslâmi açıdan servet tanım ve tasniflerine de uyar. Ancak ona bazı sınırlamalar getirilmiştir. Tüketimin kullanılması, intikali Kur’an’da ve sünnet’te haram sayılan unsurlar, servet anlayışının en belirgin farklılığı olarak karşımıza çıkmaktadır. İslâm’ın servet anlayışı, İslâm bütününden bir parçadır. Bu durum şu ayetle daha açık bir şekilde belirtilebilir: “Allah herşeyin yaratıcısıdır”. Bu itibarla, İslâm düşüncesinde asıl mülk sahibi Allah’tır.

Servet vahyin yeryüzündeki müslüman için vazettiği asli bir hedef değildir. Servet, müslümanın, Allah tarafından omuzuna yüklenen hilafet görevini yerine getirirken, beşeri güçleri geliştirirken, insanı maddi-manevi hususlarda insaniyete yükseltirken kullandığı bir araçtır. Servet ve üretimi geliştirip bollaştırmaya çalışmayan kimse, zarardadır. İslâmiyet’i yaymakla görevli olmaları niteliğiyle de servet ve üretimi bırakıp ihmal eden kimse de büyük bir yanılgıdadır. Fakat sadece servetin kendisi için, bütün hayatını feda edercesine çalışmak bir insan için kötü sayılmıştır. İnsanı Rabbinden uzaklaştıran, ruhi zevkleri unutturan, yeryüzünde adaleti ortadan kaldıran, kin ve düşmanlığı arttıran servet anlayışı İslâm düşüncesinde yer almaz. Kur’an-ı Ke rim’de: “Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu da gözet, dünyadaki nasibini (pay) de unutma. Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi sen de iyilik yap; yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez” (Kasas, 77) denilmiştir. İslâm servetin belli ellerde toplanmasını (temerküzü) ve bunun toplumda ortaya çıkaracağı kötülükleri ortadan kaldırmak için tedbirler öngörmüştür. Zekât, sadaka, nafaka, miras ve diğer yardımlaşma şekilleri, servetin belli eller de toplanmasını önleyen ve Özel mülkiyetin yaygınlaştırılmasını sağlayan, sadece İslâm’da bulunan tedbirlerdir. “(Tâ ki bu servet) içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın” (Haşr,V).

Batıda görülen ve iktisat literatürünün en önemli konularından biri haline gelen dengesiz ve adaletsiz gelir ve servet dağılımı, ekonomik ve sosyal bunalımların en önemli sebeplerinden biri olmuştur. Endüstri devrimi ve özellikle II. Dünya sava­şından sonra, servetin belli ellerde aşın yığılmasının yol açtığı krizi aşmak için, F. Almanya başta olmak üzere birçok ülkede serveti geniş kitlelere yaymayı amaçlayan plân ve programlar hazırlanmış ve uygulanmıştır. İşçi elinde varlık teşkili, yatırılabilir ücret fonları, işçilerin kâra katılması, yatırım ortaklıkları kurulması, halka açık şirketlerin kurulması, kooperatiflerin ve sosyal fonların kurulması gibi plân ve programlar bunlar arasında sayılabilir.

Buna karşılık Avrupa’da ise Rönesans’ın başlaması ile iktisadi eylemlerin ahlâkiliği konusundaki düşünceler, Önemli bir sarsıntı geçirmiştir. Servet sahibi olmak, artık hoşgörülüyor, ticaret teşvik ediliyordu. Yeni yolların açılması ve kıtaların bulunması ta nm ve zanaatın yapısını değiştirmiş, bu faaliyetleri ticari amaçlara yöneltmiştir. Milli devletlerin doğuşu, altın ve gümüş stoklarının hızla yükselmesi, 15. yy’dan itibaren iktisadi düşüncede “Merkantilizm” denilen yepyeni bırakımın doğmasına yol açmıştır. İktisadi düşünce okullarından biri olan Merkantilist düşüncede servet ile ilgili ola­rak şunları söyleyebiliriz. Bu düşünce rönesansın tesiriyle ekonomik olayları incelerken dini ve ahlâki etkilerden büyük ölçüde kurtulmuştu. Merkantilistler ticareti, milli zenginliğin geliştirilmesinde en verimli faaliyet olarak kabul etmişlerdir. Daha sonra gelen Fizyokratlar ise, servetin kaynağının mübadelede değil, zirai üretimde olduğunu ve servet üretiminin zirai üretimle gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir. Her iki düşüncede de servet sahibi olabilme hakkı sınırsızdır.

Klasikler
Ferdiyetçi devlet anlayışına sahip olan klasik okulun mensupları ise, devlet faaliyetlerinin asgari seviyede olmasını savu­nurlar. Bunlarda da yine sınırsız bir mülki­yet anlayışı vardır. Aynı okulun mensuplarından olan A. Smith’e göre servet, tüm Üretim faktörlerince değişik kesimlerde (tarım, sanayi, ticaret) üretilen mal miktarı ile ölçülür. İlkel toplumlarda, toplumun işlerliğini sürdürebilmesi için işbölümü gerekli olmadığından, gerektiği zaman herkes kendi ihtiyaçlarını kendi çabasıyla karşılamaya gayret ederdi. Fakat ilkel toplumun değiş­mesiyle işbölümü ve uzmanlaşma ortaya çıkmıştır, dolayısıyla üretim artmıştır. Adam Smith. üretimi arttıran işbölümünün serveti oluşturduğu görüşündedir. Yine bu okulun mensuplarından olan D. Ricardo ise, servetin meydana getirilmesinde, emeği asıl kabul eder. J.B. Say ise gayrimaddi olmayan mahsullerin de servet olarak kabul edilmesinden yanadır. J.S. Mill’e göre, servet, bir değişim değeri olan ayrıcalıklı ve beğenilen şeylerdir. J.S. Mili, servetin maddi olması ve biriktirmeye müsait özelliğinin bulunması gerektiğini ileri sürmüştür.

Marksizm
Marks kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliğinin “muazzam bir meta” birikimi olarak kendini göstereceğini ileri sürmüştür. Meta, her şeyden önce, bizim dışımızda olan ve ihtiyaçlarımızı gideren bir şeydir. Metaın yararlılığı, onun kullanım değerini ifade eder. Kullanım değeri ise servetin özünü oluşturur. Bu kullanım değeri, soyut insan emeği maddeleştiği için değerlidir; yani servetin özü, Marks’a göre emektir. Emek sahibi, emeğini üretim araçları sahiplerine satar. Emekçi; çalışmak suretiyle, yalnız kendisinin ve ailesinin geçimini ve muhafaza masraflarını karşılamasını mümkün kılan bir değer (ücret) meydana getirmekle kalmaz, aynı zamanda kapitalistin eline geçen bir arü değer de oluşturur. İşte bu artı değer, kapitalist sınıfın kazanç ve servet kaynağı olan bir değeri ortaya çıkarır. Bu görüşe göre insan emeğinin tek alıcısı, devlete ait iktisadi işletmeler olmalıdır. Ekonomik düzeni ise Sosyalizm’dir. Üretim malları üzerinde, yalnız devlet (kamu kurumlan ve kooperatifler) mülkiyet hakkına sahip olabilir.

Modern Görüş
20. yüzyılda servet ve bu kavramla ilgili konular aklüalitesinden çok şey kaybetmiştir. Nitekim modern iktisatçılar içinde servet problemi ile uğraşanlara rastlamak pek mümkün değildir. Bugün artık iktisat ilmini servete dayandırma eğilimi taraftar bulamamaktadır. Ancak servet, buraya kadar verilen açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi, üzerinde büyük tartışmaların yapıldığı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Refah düzeyini belirleyen unsurların tamamı biraraya gelerek serveti hem oluşturmakta, hem de ona ölçü olmaktadır.

Hatice ENCÎ – SBA

İlgili Makaleler