Kimdir

Yahya Bin Sallam ve Tefsiri

Yahya Bin Sallam ve Tefsiri: Yahya b. Sallâm b. Salebe et-Teymî, İslâm’ın ilk asırlarında aklî ekolün mü­him merkezlerinden biri oian Kûfe’de 124/741 senesinde doğdu, 182/798 sene­sinde Kayravan’a yerleşti. 200/815 senesinde hac vazifesini ifâ edip Kayravan’a dönerken Fustat’da hastalanıp vefat etti. Hayatı hakkında tabakat kitaplarında ayrıntılı bilgi hemen hemen yok denecek kadar azdır. Eski olması ve çok meşhur bir şahsiyet olarak görülmemesi sebebiyle, onun hakkındaki malumatımız menkibelerden ileri geçememektedir. Sadece Yahya’nın değil, Kuzey Afrika’da temayüz etmiş bütün şahsiyetlerin hakiki yaşayış veçhelerinden ziyade, menkibelerine ehemmiyet verilmiş ve biyografik eserlerin ekserisi bu yöne teveccüh etmiştir. Bu da Kuzey Afrika ahâlisinin menkibelere olan düşkünlüğünün bir göstergesidir.

Yahya hakkında yazılan şeylerin hemen hepsi Kayravan’a yerleştikten sonraki döneme âit bulunmaktadır. Doğup büyüdüğü, 60 seneye yakın yaşayıp feyz aldığı Doğu İslâm dünyasındaki durumu hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Bu bakımdan onun için söylenilen ve değersiz gibi görünen haberleri de­ğerlendirmek mecburiyetinde kaldık ve netice olarak İbn Sallâm ailesinin Kayravan’da 150 sene müddetle Irak re’y ekolünün temsilciliğini yaptığı kanaatine vardık.

Bütün tabakat kitapları, Yahya’nın musannafât sahibi olduğunu kaydetmek­tedirler. Esefle söyleyelim ki hayatı gibi eserlerine de vâkıf değiliz. Kuzey Afrika’da asırlar boyunca geçerli olup, sonraki müfessirlere tesir edecek bir tef­sire sahip olduğunu bilmekteyiz. Kendisi, oğlu ve torunu ilim alanında eserler meydana getirmişler ve bu aile 150 sene müddetle Kayravan’da Irak re’y ekolü­nün görüşünü savunmuştur.

Yahya’nın meydana getirdiği tefsirin, bugün tam olarak elimizde bulunma­ması ve muhtelif yerlerde varakalar halinde bulunması, bazısının zamanın tesi­riyle okunmaz hale gelmesi, zorlukları artıran sebeplerden olmuştur. Tefsirin, mevcut olan nüshaları ya oğlu Muhammed b. Yahya (ö. 262/876) tarafından (Hasan Hüsnü Abdülvahhab nüshası), veya talebesi olan Ebû Dâvûd Ahmed b. Musa b. Cerîr (ö. 244/858) tarafından (Abdeliye nüshası) nakledilmiştir. Kayravan’daki Ukbe b. Nâfî Câmii’nde bulunan dağınık varaklar ise, yukarıda adı geçen iki zâtın rivayetiyle gelmektedir. Bütün nüshalar bir araya gelse dahi ancak Kur’ân-ı Kerîm’in takriben 1/3 kısmının tefsiri elde edilebilmektedir. Mevcûd olan bu kısımlar, Yahya’nın tefsirindeki metodu hakkında belirli bir bilgi vermeye yeterli olacaktır.

Yahya b. Sallâm’ın tefsiri, ilk asırlardaki ilimleri ve kültürü toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. Sahabe, tabiîlerin ve selef âlimlerinin birçoklarınınprinj ve şahadetlerini ihtiva eder. İlk tefsirlerden olan ve bazı orjinal vasıfları ı an bu tefsir maalesef, ilim dünyasında gereği gibi tanınmamaktadır. Bu le üzerinde bir parça durmakta fayda vardır. Hicretin ilk asrının sonlarından itibaren genişleyen İslâm devletinde, İslâmî ilimlerde de bir gelişme h« amıstı Bu ilimleri öğrenmek için pek çok Kuzey Afrika’lı talebe, doğudaki nim merkezlerine gitmiş, senelerce oralarda kalarak, öğrendiklerini memleketlerine nakletmiş ve yeni talebe yetiştirmeye başlamışlardı. Kuzey Afrika’ya âit tarih ve tabakat kitapları okunup tetkik edildikten sonra, okuyucuda sövle bir kanaat hasıl olacaktır. İlk asırlarda, Kuzey Afrika ve Endülüs’te ilim sahasında şöhret kazanan şahsiyetlerin hemen hepsi, ilimlerini doğudaki ilim merkezlerinden almışlardır. Doğuya gitmeyip de meşhur olmuş kimse yok denecek kadar azdır. Bu bakımdan Kuzey Afrika, doğu ilim merkezlerinin talebesi durumunda kalmıştı. Baş tarafta da belirttiğimiz gibi, bu bölge müelliflerinin ve eserlerinin doğuda fazla tanınmamış olmasının en mühim sebeblerinden biri burada aranmalıdır.

Yahya b. Sallâm, Kayravan’a ticaret maksadıyla gelip oraya yerleştikten sonra, ilme susamış olan bu belde sakinleri, kısa bir zamanda onun etrafında toplanmışlardı. Her ne kadar Yahya, doğunun münekkidleri nazarında, tam sıh­hatli bir şahsiyet olarak görünmüyorsa da, ilim bakımından, doğuya nisbetle zayıf durumda olan Kuzey Afrika’da, ileri gelen bir şahsiyet olarak ortaya çık­maktadır.

Yahya’nın tefsiri ise zamanındaki tefsirlere nisbetle mühim bir merhale katetmektedir. Zira onda, nakil, âyetin lügat mânâsını beyân ve bazen de haberleri tenkid süzgeciden geçirerek tercihte bulunma gibi hususiyetler vardır. Yahya’nın muasırı olan Abdurrazzak b. Hemmam’ın tefsirinde de mücerred nakilden başka hususlara tesadüf edilmemektedir. Kendinden evvelki tefsirleri eserinde nakleden Taberi, Yahya’nın takip ettiği usûlün en mükemmel örneğini vermiş ve Yahya’nın eksik bıraktığı kısımları ikmâl etmiştir. Metod bakımından aralarında yakınlık bulunan bu iki müfessirin ve bir asırlık bir önceliğe sahip olan Yahya’nın tefsirini Taberi, maalesef görmemiş ve eserinde bu tefsiri zikretmemiştir. Eski tefsirlerin kolleksiyonu addedilen Taberî’nin tefsiri, eski tefsirlerin bir nüshası mahiyetindedir. Bu bakımdan birbirini görmeyen ve aralarında usûl benzerliği bulunan bu iki müfessirin bu benzerlikleri tamamen tesadüftür. Taberi’nin Yahya’nın talebelerinden veya daha sonraki nesillerden, Yahya’nın ismini zikretmeksizin, onun eserinden istifade etmiş olması düşüncesi akla getebilirse de, bu hususu teyid edecek bir ipucuna rastlanamamıştır. Zaten, Taberî bir defaya mahsus olmak üzere, bir haberin isna­dında Yahya’dan bahsetmiştir. Eğer eserini görmüş olsaydı, ondan sık sık bah­setmekte bir mahzur görmeyecekti.

Yahya’nın tefsirinin Kuzey Afrika, Endülüs ve doğudaki tesirini bilhassa tefsire âit eserlerde açık olarak görememekteyiz. Fakat Kuzey Afrika’lı ve Endülüslü ilim adamlarının Yahya ve tefsiri hakkında yazdıkları göz önündebulundurulacak olursa, onun bu muhitlerde oynadığı rol hiç de küçümsenecek gibi değildir. Kayravan’daki Ukbe Camii kütüphanesinde yaptığım araştırma­larda, ikinci, üçüncü ve dördüncü asırlarda yazılmış fıkha ait pek çok esere rastladığım halde, Yahyâ’nınkinden başka bir tefsir kitabına rastlayamadım. Tabakât ve tarih kitaplarında da bu asırlarda yaşamış meşhur bir müfessire te­sadüf edemedim.

Yahya’nın tefsir nüshaları ve Kayravan’da bulunan çeşitli varaklar incelendiğinde bunların çeşitli yazıları ihtiva ettikleri görülür. Bu çeşitlilik onların muhtelif zamanlarda ve bilhassa 449/1057 senesinde Fâtımîlerin sevketmiş oldukları Hilâlîlerin tahribinden kurtarılmış nüshalar olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu varakların değişik yazıları ihtiva etmesi ve muhtelif zamanlarda yazılmış olması, Yahya’nın eserinin Kuzey Afrika’da fazla kullanılıp yayılmış olmasına, delalet eder. Hatta bu varaklar arasında V. asrın başlarına ulaşan Endülüs’e âit nüshaların bulunuşu, eserin Endülüs’te de yayılmış olduğunun delilidir. Kıraat âlimi Ebû Amr Osman b. Sa’id ed-Dânî’nin (ö. 444/1052), Yahya’nın tefsiri hakkında sarfettiği madhedici sözler, bu hususu takviye edici mahiyettedir.

Ebû Bekir b. Hayr (ö. 575/1179) “Fehrese” sinde, Yahya’nın tefsirinin ken­disine ulaşan isnadlarını verirken, aynı zamanda bu tefsirin yayılma safhalarını da bize göstermiş olmaktadır. Bu fihristten, diğer tarih ve tabakât kitaplarından istifade ederek Yahya’nın tefsirinin yayılışını şöylece sınırlandırabiliriz. İkinci as­rın sonlarında Kayravan’da Yahya’dan alınarak rivayet edilen tefsir, gerek oğlu ve gerekse talebesi Ahmed b. Musa tarafından nakledilmiştir. Bu şahıslardan, tefsirin rivayetini alanlar arasında Kuzey Afrikalılardan başka, Endülüslülerin bulunduğunu da görüyoruz. Ebu’l-Hasen Ali b. el-Hasen (ö. 334/945), Yahya’nın tefsirini, hem Ahmed b. Musa’dan, hem de müfessirin torunu Yahya b. Muhammed b. Yahya’dan dinlemiş, o da bu tefsiri Endülüs’te rivayet etmiş ve yaymaya başlamıştır. Yine Endülüslü Yasin b. Muhammed b. Abdirrahim el-Ensâri (ö. 320/932 civarı) de Yahya’nın tefsirini, Ahmed b. Musa’dan rivayet etmiş, ondan da İsâ b. Muhammed el-Endülüsî almıştır. Bütün bunlardan an­laşıldığına göre Yahya’nın tefsiri, üçüncü asrın ortalarından itibaren Endülüs’de yayılmış bulunuyordu.

Ebû Bekir b. Hayr’ın verdiği diğer bir rivayet zincirinden, Yahya’nın tefsirinin, Kuzey Afrika’dan Mısır’a, oradan da Bağdad’a kadar ulaştığına şâhid oluyoruz. Zira bu isnad arasında bulunan Hibetullah b. Selâme (ö. 410/1019) Bağdatlı olup, tefsir ve Kur’ân ilimleri sahasında ün yapmış bir şahsiyettir.

Yahya’nın tefsirinden yapılmış iktibaslara az da olsa Kuzey Afrika ve Endülüs’e âit eserlerde tesadüf edildiği halde, onun Mısır ve Bağdat’a kadar ulaşan tefsir rivayetlerine, doğudaki tefsirlerde rastlanmamaktadır. Kayravan’ınV. asırdaki meşhur edip ve şâiri Ebu’l-Hasen el-Huserî (ö. 483/1090) eserinin mim kafiyesi kısmında Yahya b. Sallam’ın tefsirinden bahsettiğıne göre, bu eserin bu asırda Kayravan’da meşhur ve yaygın olması gerekir. Bu tefsirin aynı asırdaEndülüs’te meşhur olduğunu ed-Dâni’nin şu sözünden anlayabiliriz: Mütekaddimundan onun tefsiri gibi bir tefsir olmadı.” Kezâ VII. ci asrın meşhur müfessirlerinden olan, Endülüslü Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebîel-Kurtibî (671/1273) nin “el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân” adlı eserinde, ra Yahya’dan iktibaslarda bulunduğu görülmektedir. Meselâ, Rûm Sûresinin 24. âyetindeki kelimelerinin tefsirinde, Yahya’nın örüşünü veya onun tefsirinden aimış olduğu fikri kaydetmektedir. Halbuki, Yahya bu âyetin tefsirinde, Katade’den nakille in misafir için, (ise mukim için olduğu haberini verdikten sonra, bazıları soğuğa, in ise yağmura karşı olduğunu söylemektedir, diye izah etmektedir. Yahya’nın izahlarından istifade eden Kurtubî, bu fikri biraz daha açıklayarak ınmahsulün soğuktan helak olmasından, ise yağmurun mahsulü ihya etmesinden ileri geldiğini söylemektedir. Keza aynı tefsirin XX. 138 ve XX. 149 sahifelerinde Yahya’dan iktibaslara rastlanmaktadır. “Ahkâmu’l-Kur’ân” sahibi Ebû Bekr b. el-Arabî (ö. 543/1148) ve “el~Bahru’l-Muhit” sahibi Esîruddin Ebû Abdillah Muhammed b. Yusuf el-Endülüsî (745/1344) tefsirlerinde Yahya’dan nakillerde bulunmuşlardır.

Yahya’nın tefsirinin kendisinden sonra şöhret kazanıp yaygın olduğunu gös­teren delillerden biri de bu tefsirin, şerh ve ihtisarlarının yapılmış olmasıdır. Bilhassa Yahya’dan rivayet eden oğlu Muhammed b. Yahya ile Ebû Dâvûd Ahmed b. Musa’nın nüshalarındaki rivayetler arasında bazı farklılıklar ve ziyadelikler göze çarpmaktadır. Bilhassa Muhammed babasının tefsirine bazı ilâve­ler yapmıştır. Ebû Bekir b. Hayr, bu konuda “Muhammed b. Yahya, babasının telifi olan tefsire ilâveler yapmıştır. Ebû’l-Hasen bu ilâveleri Yahya b. Muhammed b. Yahya vasıtasıyla zikrederdi. Ebû İsâ ise, bu ziyadelikleri şu isnadlarla benden rivayet edin diyordu” demektedir. Bu ifadeden de anlaşılı­yor ki, Yahya’nın bu tefsiri, Ebû Dâvûd tarafından aynen, oğlu Muhammed tarafından ise bazı ilâveler yapılmak suretiyle nakledilmiştir. Bunlardan başka, bazı şahıslar tarafından Yahya’nın tefsirinin ihtisarları yapılmış olduğuna çeşitli kaynaklarda rastlamaktayız. Endülüslü âlim Muhammed b. Abdillah b. İsâ el-Ma’rûf İbn Ebî Zemenîn (ö. 399/1009) tarafından Yahya’nın tefsirininin birmuhtasarı yapılmıştır. Brockelmann, İbn Ebî Zemenîn’in bir Kur’ân tefsiri olduğunu, Fas’ta Karaviyyin kütüphanesinde ve Londra’da British Museum’da bulunduğunu kaydeder. Ebu’l-Mutarrif diye künyelenen Abdurrahmân b. Mervânb. Abdirrahman el-Ensâri el-Kurtubî (ö. 413/ 1022) nin de, Yahya’nın tefsirinin bir ihtisarını yaptığı söylenilir. Fakat bu ihtisarın, bugün mevcut olup olmadığı hakkında bir bilgiye sahip değiliz.

Şüphesiz Yahya’nın tefsiri, ilk günlerdeki İslâmî ilimleri ve İslâmî kültürü toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. Nakl, nakd ve tercihi ihtiva etmesi bakımından Taberi’nin tefsirine nispetle, bir asırlık bir öncelik kazanmakta ve nev’inin ilkini teşkil etmektedir. Yahya eserinde Hz. Peygamber, sahabe ve tabi­îlerin tefsirlerine istinad etmekte, bunlar haricinde kıraat, lügat, nahiv, tarih ve şer’i ahkâma dayanarak re’yle hareket etmektedir. Bu tefsirde, Taberi’ninkinde olduğu gibi, İslâm kültürü ile imtizaç eden mantık, felsefe, tıb, tabiat ve riyaziye gibi, yabancı kültüre dayanan ilimler görülmemektedir. Onun tefsirinde şiirle istişhada da yer verilmemiştir. Bu tefsirde kelâmi meseleler üzerinde fazla durulmamış, cemiyetin durumuna göre hareket edilmiştir. Bilhassa, nahiv, kıraat ve şer’i ahkâmı izah yönünden geniş açıklamalarda bulunulmuştur. Bu hususta topladığı haberleri bazen aynen nakil, bazen tercih ederek, bazen de bu haberleri izah etmek suretiyle neticeye ulaşmaktadır. Tefsir usûlüne âit eserlerde, nakl ve nakdi bir arada beraberce yürüten ilk şahsın Taberî olduğu ileri sürülür. Belki Taberî bu usûlü en iyi ve en mükemmel bir şekilde kullanmış olabilir. Fakat o, bu metodu ilk defa kullanan değildir. Bu metodun basit ve ilkel şeklinin izlerini Yahya’nın tefsirinde görmekteyiz. Muasırları olan, Abdurrazzâk, Ferrâ ve Ebû Ubeyde’nin eserleri ile Yahya’nın eseri arasında bir benzerlik yoktur. Nakl ve nakd usûlünü Yahya’dan önce de kullananlar olabilir. Fakat şu anda elimizdeki deliller, bu eserin nev’inin ilki olduğunu göstermektedir. Zamanındaki İslâmî kültürü toplaması ve bilhassa terııcıd ve tercih gibi yönleri ihtiva etmesi bakımından ehemmiyeti hâizdir. Okuyucumuza Yahya’nın tefsirinden Irak re’y ekolünü teyid eden bazı örnekler verelim:

 

a- Mâliki Mezhebi İle Uyuşmayan Bazı Haberlerin Bulunması

 

Yahya İbn Sallâm, muhsan olmayan kimseleri bize saymaktadır. Şunu da kaydedelim ki, al-Cassâs fıkhî mezhepler arasında ihsanın şartları hususunda bir ihtilafın mevcut olmadığını kaydeder. Bütün fıkhî mezhepler yukarıda saydığımız kişileri ayrı muhsen addederler. Fakatibaresi Yahya tarafından mutlak olarak söylenmiştir.

Fakat efendinin, memluka (abd) izin verip vermemesi meselesini bahis konusu ptmemiştir. Mâliki mezhebine göre eğer efendisi memluka izin vermemişse, gayrı muhsandir. Eğer izin vermişse muhsan addedilir. Yukarıda zikri geçen şahıslar, Ebû Hanife ve Muhammed’e göre gayri muhsandırlar. Fakat Ebû Yûsuf, Kitabiye muhsandir, zina yaparsa recmedilir, der.

Burada bizi ilgilendiren son cümledir. Bir kimse, diğer bir kimse için zina ettiğine dâir iftirada bulunsa ve 80 değnektik cezasını çektikten sonra, tekrar ifti­raya devam etse, Yahya’ya göre evvelki had kâfî gelir. Ebû Hanîfe de bu fikir­dedir. Mâlik’e göre tekrar had cezası lâzım getir. Mâliki mezhebine göre, Hadd-i kazfin tekrarı, birinci haddin ikâmesinden sonra olursa tekrar edilir. Eğer birinci had daha ikame edilmeden, ikinci vukua gelmişse tekrara lüzum yoktur, birinci had cezası kâfî gelir. Buradaki ihtilafın sebebi kazif haddinin mahiyeti meselesinden ileri gelmektedir. Kazif haddi Allah’a karşı olan haklardan mıdır? İnsanlara karşı olan haklardan mıdır? Yoksa her ikisini de muhtevi midir? Ebû Hanîfe, bunu Allah hakkı olarak görür. Mâlik ve eş-Şafi’î ise, insanî haklardan addederler. İşte iki mezhep arasındaki ihtilaf buradan doğmaktadır. Bu bakımdan Yahya’nın da kazif haddini Allah hakkı olarak kabul ettiğini veya Hanefi mezhebinin görüşünü desteklediğini söyleyebiliriz. el-Hidâye sahibi de, kazif haddi ile cezalanmış bir kimseye, tekrar had vurulmasına lüzum görmez, çünkü o şahsın şehâdet ve ihsan ehliyetinin olmadığını söyler.

Yahya, zevç; köle, Yahudi veya Hristiyan olan karısına mulâane yapamaz demektedir. Mâlikiler ise bunun aksini iddia etmektedirler. Bu hususta Hanefi mezhebinin görüşü de Yahya’nınki gibidir. Çünkü onlar Hazreti Peygamber’den rivayet edilen “Dört kişi arasında lian yoktur. Müslim birinin nikahında bulunan Yahudi ve Hıristiyan kadına hür kişinin nikahmdaki memlukeye ve memlukun nikahı altında bulunan hür kadın üzerine lian hakkı yoktur.” Maliki’ler ise bu habere itimat etmemektedirler. Onlara göre bu haber zayıf bir tarikle ad-Dârakutnî tarafından ihraç edilmiştir. Keza el-Cassâs da bu hususta şu kıymetli malumatı vermektedir. “Hanefilere göre köle, Yahudi veya Hıristiyan olan kadın, Müslim kocası tarafından mulâane olunamazlar. İbn Vehb’in Mâlik rivayetine göre, yukarıda adı geçen şahıslar, Müslim koca tarafından mulâane olunurlar. İbnu’l-Kâsım’ın Mâlik’ten rivayetine göre, Müslim ile kâfir arasında mulâane bahis konusu olamaz. eş-Şâfi’î ise, madem ki her kocanın karisi için talak hakkı vardır. O halde mulâane etmeğe de hakki olabilir, demektedir.

Bu örneklerde, Yahya’nın fıkhi görüşlerinin Mâliki mezhebiyle uyuşmadığını, biiakis Irak re’y medresesiyle mutabakat halinde olduğunu görmekteyiz. Bu uy­gunluk ileride vereceğimiz örneklerde de görülecektir.

 

b- Doğrudan Doğruya Kendi Görüşünü Arzetmesi

 

Yahya’ya göre buradaki sadaka, farz olan sadaka değildi. Fakat münafıklar­dan alınacak şeyin, keffâret olduğunun beyanı vardır. Bu beyanı ile Yahya, münafıklardan zekât ve sadakanın kabul edilmediğini göstermek istemektedir. Onların mallarından sadaka namı altında bir şey alınması, onların fenalık ve kötülüklerini temizlemek içindir. el-Ferrâ “günahlarını itiraf edenler” kendileri hakkında, tevbelerinin kabul olunduğuna dâir âyet gelinceye kadar bir yere ayrılmayacaklarına yemin ettiler, Âyet nazil olduktan sonra onlar, Ya Rasullallah tevbelerimizin kabulünden dolayı, bir şükr ifadesi olarak mallarımızdan al dediler. Hazreti Peygamber de bu hususta âyet inmeyince, bir şey alamayacağını söyledi. İşte bu âyet bu hâdise üzerine nazil oldu, demektedir.

Abdurrazzâk bu âyete temas etmemekte, et-Taber ise, onlardan alınan bu sadakanın günahlarının karşılığına keffâret olarak alındığını söylemektedir, el-Kurtubî ise, bu sadakanın farz olup olmaması hususundaki ihtilafları zikretmektedir.

Yahya, Allah’ın isminden başkasını anarak kesilen hayvanı, müşriklerin kes­tiklerine atfetmekte ve Ehli Kitabın kestiklerinin sonradan helal kılındığını ve müşriklerin kestiklerinden ayrıldığını söyler. Abdurrazzâk ve et-Taberî, bu hu­susa temas etmemektedirler. Zaten bu hususta imamlar arasında bir ihtilaf yoktur.

Yahya’ya göre kurban, bayram günü ile onu takip eden iki günde de kesilebi­lir. Eğer bayram günü kesilirse daha iyi olur. ona göre malum günler, Zilhiccenin 10. günü ile, kurban kesileoilen diğer iki gündür. Abdurrazzâk, Katade’den naklen malum günlerin Zilhiccenin 10’u ile teşrik günleri olduğunu söyler, kurbanın hangi günlerde kesileceğine temas etmez. et-Taberî çeşitli ri­vayetleri serdediyorsa da, burada bir tercihte bulunmamakta, tercihini el-Bakâra Sûresi’nde yaptığını söyleyerek, oraya atıfta bulunmaktadır. el-Kurtubî, kurban günlerinde ihtilaf olunduğunu söyler. Mâlik’e göre, kurban, bayram günü ile onu takip eden iki günde kesilebilir. Ebû Hanîfe, es-Sevrî ve Ahmad İbn Hanbel’in de bu görüşte olduğu zikredilir. es-Şâfi’i ise, bu günleri dört gün olarak kabul eder. Ona göre ilk gün kurban günüdür, diğer üçü ise bayramı takip eden üç gündür.

 

c- Asılları Arapça Olmayan Bazı Kelimeler Üzerinde Durması

 

Burada kelimelerin lügat mânâları verildikten sonra, ad! mânâsında olan Kıstas kelimesinin aslının Rumca olduğuna işaret edilmektedir. Keza eş-ŞuaraSûresi’nin 182. âyetinde geçen aynı kelimenin tefsirinde Mucâhid’den gelen bir isnadla, kelimenin aslının Rumca olduğu kaydedilmektedir. Abdurrazzâk bu âyete temas etmez. et-Taberî de, muhtelif haberler arasında, Mucâhid’in görüşünü kaydeder. Lûgatlarda, bu kelimenin mizan veya mizanu’l-adl olduğu söylenirse de, kelimenin aslının nereden gelmiş olduğuna temas edilmez. Fakat Fıklıu’l-Luga/a ait eserlerde, onun aslının Rumca olduğu kaydedilir.

Yahya, firdevs kelimesinin, Hasan’ın tefsirinde cennetin isimlerinden bir isim olduğunu belirttikten sonra, bana ulaştığına göre bu kelimenin aslı Rumca’dır demektedir. Abdurrazzâk, kelimenin aslına temas etmez. Sadece âyetin sebebi nüzulü mahiyetinde Katâde’den gelen haberi nakleder. et-Taberî, onun cennetin isimlerinden bir isim olduğuna dâir haberlerle beraber, Mucâhid tarafından, kelimenin aslının Rumca olduğu haberini zikreder. El-Ferrâ, firdevs kelimesinin Arapça olduğunu söylemekte, Lisânu’l-‘Arab’ta ise, bu kelimenin aslı Rumcadır, fakat artık Araplaşmıştır, denilmektedir. Kelime aslen Rumca olsa da Araplar arasında bilinmekte idi şeklinde ibareler de vardır. Es-Seâlibi ve es-Suyûtî kelimenin aslının Rumca olduğunu ve bostan mânâsına geldiğini söylerler. Rafael Yasû’î ise, firdevs kelimesi Paradhicos karşılığı olarak alır, iyilerin ebedi meskeni olarak mânâlandırır.

Burada kelimesinin izahını ve onun aslının Habeş lisanından gelmişolduğuna dâir haberi nakletmektedir. ‘Abdurrazzâklafzına temasetmemekte, bundan sonra gelen lafzını ele alarak mâ­nâsı vermektedir. et-Taberî bu kelimenin tefsiri hakkında gelen çeşitli haberleri toplar, Yahya’nın İbn Abbâs’tan naklettiği haberi de aynen nakleder ve sa­dece bu haberde kelimenin aslının Habeşçe olduğunu söyler. Lügat kitapları bu kelimenin mânâsı üzerinde dururlar, fakat aslı hususunda birşey zikretmezler.

Yahya b. Sallâm’ın tefsirinden bir örnek:

Kaynak: Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu, Fecr Yayınevi

İlgili Makaleler