Kimdir

Stoacılık hakkında bilgi

Stoacılık hakkında bilgi: Helenistik  dönemin  ikinci  büyük  ve  önemli  okulu  Stoacı  Okul’dur.  Stoacılık  da  Helenistik dönemde  ortaya  çıkan  diğer  okullar  gibi,  daha  ziyade  etik  görüşüyle  seçkinleşmiştir.  Başlangıçta Kiniklerden  etkilenen,  özellikle  de  onların  aldırmazlık  etiğinin  tesiri  altında  kalan  Stoacı  Okul, Kiniklerin  anarşist  yaklaşımından  bir  ölçüde  uzaklaşarak  Kinik  bilgenin  bağımsızlığını  politik  ve sosyal yaşamın katı gerçekleriyle uzlaştırma çabası içinde olmuştur. Felsefesini dönemin diğer okulları gibi,  aralarında  organik  bir  bağ  bulunduğuna  inanılan üç disiplinden oluştururken,  sistemini mantık, fizik  ve  etik  şeklinde  düzenleyen  Stoacı Okul’un  temel  kavramları  logos  (akıl)  ve  phusistan  oluşur (doğa). Stoacı Okul,  felsefenin  kendi  bakış  açılarıyla  temel  disiplin  ya  da  yönlerini,  doğa  bir  bütün olarak logos tarafından düzenlenip şekillendiği için birleştirmeye çalışmıştır.

Helenistik-Roma çağında uzun bir tarihi olan Okul, Kıbrıslı Zenon (MÖ 336-264) tarafından MÖ 300 yılında kurulmuştur. Okulun diğer önemli temsilcileri arasında Yunanlı  filozoflar Kleanthes (MÖ 331-233),  Khrysippos  (MÖ  281-208),  Panaetios  (185-110),  Poseidonos  (MÖ  135-51)  ile  Romalı filozoflar Cicero (MÖ 106-43), Epiktetus (MS 50-138) ve Marcus Aurelius (MS 121-180) bulunur.

Bilgi Kuramları

Stoacılar mantık konusuna, İlkçağda, Aristoteles’ten sonra en fazla katkıda bulunmuş filozoflardır. Mantığı, Aristoteles  gibi  bir  araç  olarak  yorumlayan  ve  rasyonel  söylemin  bilimi  olarak  tanımlayan Stoacılar, bu bilimi  retorik  ve  diyalektik olarak  iki  alana bölmüşlerdir. Onlar, diyalektik  konusunda, Aristoteles’ten ayrılıp Platon’a yaklaşırken, kanıtlayıcı bir bilim, şeylerin gerçek doğasını konu alan bir disiplin  olarak  gördükleri  diyalektiğin  karşısına,  pratik  bir  disiplin  olarak,  dil  ve  akılyürütmenin kendisinin iki temel özelliği ya da görünümü olduğu retoriği geçirmişlerdir.

Stoacılar diyalektik söz konusu olduğunda ilk yeri, izlenim, dil ve düşünce konusuna ayırmışlardır. Onlara göre, dil ve düşünce insanda a priori olan, doğuştan getirilmiş öğe ya da kapasiteler değillerdir. Konuşma  ve  düşünme  yeteneği,  insanda  uzun  bir  dönemin  ardından  gelişen  bir  şeydir.  İnsan  zihni, doğuşta bir  tabula rasa, baskı için  iyi hazırlanmış ya da düzenlenmiş boş bir sayfa gibidir. Stoacıların ampirisizmi  de  bu  anlamda,  insan  zihninin  doğuşta  boş  bir  levha  olduğunu  öne  süren  Locke’un ampirisizmini  öncelemektedir.  Boş  sayfa  üzerine  düşen  ya  da  basılan  ilk  işaret  duyu  algısının  bir sonucudur.  İnsanın  dışındaki  nesneler  duyu  organlarını  etkiler  ve  zihinde  bir  izlenimin  doğmasına neden  olurlar.  İzlenimler  bilişsel  olursa  yani  onlar  insanın  dışındaki  bir  nesnenin  sonucu  oldukları bilincini doğurup, zihnin onayını  sağladıkları ve dolayısıyla, kalıcı ve sürekli olup, bellek-imgelerine yol  açtıkları  takdirde,  ortaya  algı  dediğimiz  zihinsel  edim  çıkar.  İzlenimlerin  tekrarı  ve  zihinde meydana  getirdikleri  imge  ve  kayıtlar,  genel  kavramların  doğuşuna  yol  açar.  Stoacılara  göre,  genel kavramların  temeli  deneyime  dayanmakla  birlikte,  ölüm,  zaman  ve  mekân  benzeri  kavramlar, benzerlik,  analoji  kurma,  bir  araya  getirme,  karşıtlaştırma  türünden  zihinsel  işlemlerle  oluşturulur.

Zihnin  genel  kavramlar  oluşturma  kapasitesi  doğuştandır  fakat  bu  kapasitenin  gerçekleşmesi  için deneyime, dış dünyaya ilişkin deneyime ihtiyaç vardır. Stoacılara göre, izlenim ve  imgelerden, ortak deneyimlere dayandıkları  takdirde, kendilerine ortak fikirler adı verilen, genel ideler oluşturulur. Tüm insanlarda aynı olan bu genel ideler yanlış olamazlar.

Şu  halde  zihinde  oluşan  her  tür malzemenin,  tüm  bilginin  temelinde  izlenimler  ve  dolayısıyla  duyu algısı  vardır.  Zihin,  izlenimlerden  hareketle,  genel  ideler,  kavramlar  ve  dolayısıyla  tümel  yargılar oluşturabilir.  Zihindeki,  tüm  evrene  yayılmış  olan  evrensel  akıl  ya  da  logosla  bir  ve  aynı  olan,  bu düşünme  ve  konuşma  yeteneği  ya  da  fakültesine  akıl  adı  verilir.  İnsan  zihni,  kendisindeki  akılla evrensel  akıl  özleri  itibariyle  bir  ve  aynı  olduğu  için  dünya  düzenini  kavrayabilmektedir.  Evrende rasyonel  bir  düzen  bulunduğu  için  aynı  rasyonaliteden  pay  alan  insan  zihni,  bu  yapıyı  ve  düzeni anlayıp, onun nesnel bilgisine ulaşabilmektedir.

Buradan da  anlaşılacağı üzere Stoacılar, nesnel bir  rasyonaliteyi ve akılla anlaşılabilir gerçekliği, ayrı  bir  İdealar  dünyasına  değil  de  maddi  dünyaya  yerleştirmişlerdir.  Yalnızca  tikellerin,  bireysel varlıkların  gerçek  bir  varoluşa  sahip  olduğunu  savunan  ve  tümelleri  salt  öznel  soyutlamalar  olarak gören  Stoacılar,  şu  halde  yalnızca  Platon’un  aşkın  tümel  görüşünü  değil  fakat Aristoteles’in  somut tümel anlayışını da  reddetmişlerdir. Stoacıların nominalizmi ve ampirisizmi uyarınca bilgi,  “şu” diye gösterdiğimiz bireysel ve duyusal varlıkların algıya ve algıların sonucu olan kavram ve genel  idelere dayalı  bilgisidir.  Bu  bilgi  anlayışında,  bir  imge,  nesnesinin  tam  ve  gerçek  bir  kopyası  olduğu,  bir kavram benzer  şeylerin  ortak nitelikleriyle uyuştuğu  zaman doğrudur. Fakat Stoacılar, birçok  filozof için kabul edilemez olan bir yaklaşımla, algılar ve kavramların doğru ve yanlış olabileceğini söylerler.

Buna göre, doğruyu yanlıştan  ayıracak bir bilgi ölçütüne  ihtiyaç duyarız. Onlar  için doğruluk ölçütü, kavrayıcı algı ya da tasarımdır; yani ruhu, kendisine onay vermeye zorlayan algı, eşdeyişle açık algıdır.

Metafizik Görüşleri

Stoacıların bilgi kuramları gibi,  fizik veya metafizikleri de özgün bir öğreti olmanın uzağındadır. Bu konuda Sokrates öncesi doğa felsefesine başvuran Stoacılar, Herakleitos’tan dünyanın ana maddesi olarak  ateşle,  logos öğretisini ödünç  almışlardır. Onlar bu  çerçeve  içinde,  tıpkı Aristoteles’in yaptığı gibi, evren ya da gerçekliğin, biri etkin diğeri edilgin olmak üzere, iki ilkeden meydana geldiğini öne sürmüşlerdir. Bu  ilkelerden  edilgin  olanı her  tür  nitelikten  yoksun  olan madde,  etkin  olanı  da  evren düzenine  içkin olan akıl ya da Tanrıdır. Stoacılara göre, evrende gözlemlenebilir olan doğal güzellik, bir  akıl  ya  da  düşünce  ilkesine,  yani  her  şeyi  insanın  iyiliği  için  düzenlemiş  olan  bir  Tanrının varoluşuna  işaret eder. Stoacılar,  ayrıca doğanın  en  yüksek varlığı  olan  insanın bir bilinç ya da akla sahip  oluşunun,  bizi  dünyanın  da  bir  bilince  ya  da  evrensel  bir  akla  sahip  olduğunu  düşünmeye zorladığını belirtmişlerdir zira bütün, hiçbir zaman parçadan daha az yetkin olamaz. Demek ki Tanrı, dünyanın aklıdır. Bununla birlikte, Stoacıların  söz konusu varlık  anlayışlarının düalist bir  anlayış olduğu, Tanrının maddi varlık alanına aşkın  tinsel bir varlık olduğu düşünülmemelidir çünkü onlarda Tanrı, maddeden ayrı olan tinsel bir ilke ya da varlık değildir. Tanrı da tıpkı şekil verdiği, etkilediği, eylemde bulunduğu dayanak  ya  da  edilgin  ilke  gibi, maddi bir yapıdadır. Tanrı,  evren  düzenine  içkin olan,  etkin  ateştir; bununla  birlikte,  o  aynı  zamanda  cisimler  dünyasını  meydana  getiren  öğelerin  kendisinden  çıkmış olduğu  ilk  kaynaktır.  Bu  öğeler  Tanrıdan  doğar  ve  daha  sonra  yeniden  Tanrıya  dönerler,  öyle  ki evrendeki  her  şey  ya  ilk  ateş  –yani  kendi  içinde  ve  kendi  başına Tanrı–  ya  da  farklı  halleri  içinde Tanrıdır.  Dünya  varolduğunda,  Tanrıyla  dünya  arasındaki  ilişki,  ruhla  beden  arasındaki  ilişkiden farksızdır.  Tanrı  dünyadan  ayrı  değildir;  dünyanın  cismi  ya  da  maddesidir  fakat  o,  daha  ince  bir maddedir; her tür harekete ve değişik biçimler almaya uygun bir yapıda olmakla birlikte, hareketsiz ve biçimden yoksun olan ilk öğelerin, hareket ettirici ve şekil verici ilkesidir.

Stoacılar, söz konusu materyalizmlerine karşın, özellikle panteizmlerinin etkisiyle, mekanistik bir doğa görüşünden kaçınmaya çalışmışlardır. Tanrıyı, maddeye şekil verme konusunda, çok usta ve akıllı bir  zanaatkâra benzeten Stoacı  filozoflar,  evrene  içkin Tanrının  büyük bir organizma  olarak görülen dünyanın  çeşitli  parçalarını  amaçlı  bir  tarzda,  en  iyi  şekilde  düzenlediğini  söylemişlerdir.  Bundan dolayı,  evren  her  bir  parçası  diğerine  organik  olarak  bağlı  olan  canlı  bir  bütündür.  Stoacılar,  bu bağlamda  felsefe  tarihinde  herhalde  ilk  kez  olarak  kötülük  problemini  ele  almışlardır.  Başka  bir deyişle,  teleolojik  bir  Tanrı  kanıtı  ya  da  evrene  içkin  Tanrının  varolan  her  şeyi  en  iyi  şekilde düzenlediği düşüncesi, Stoacıları dünyada söz konusu olan fiziki ve ahlaki kötülüğün hesabını vermek durumunda  bırakmıştır. Onların  bu  konudaki  çözüm  denemeleri,  biri  olumsuz,  diğeri  olumlu  çözüm olarak  bilinen  görüşlerden  oluşur.  Bunlardan  kötünün  ve  kötülerin  varoluşunu  yadsıyan  birincisine göre, dünyamız özü itibariyle iyi ve yetkin olup onda varolan kötülükler, yalnızca göreli olarak kötüdür ve  genelde  dünyanın  iyiliğine  ve  yetkinliğine  katkıda  bulunurlar.  Kötü  ve  kötülüklerin  varoluşunu kabul eden  ikinci çözüm  ise dünyada her şeyin karşıt çiftler halinde varolduğunu, kötü ve kötülükler olmasa  iyi ve  iyiliklerin de olamayacağını çünkü karşıtlardan birini aldığınızda, diğerinin de ortadan kalkacağını söyler ve dolayısıyla kötünün, iyi ve iyiliğin gerçekleşmesi için bir araç olduğunu savunur.

Etik Anlayışları

Stoacıların  etik  anlayışları,  onların  daha  önceki  filozoflardan  gelen  düşüncelerin  bir  sentezine tekabül eden varlık görüşlerinden ayrılmaz. Stoacı filozoflar evrene yönelik teleolojik yaklaşımlarının sonucunda,  dünyayı  bir  amaca  göre  düzenlenmiş  rasyonel  bir  sistem,  içindeki  tüm  varlıkların kendisinin  iyiliğine katkı sağladıkları güzel bir bütün olarak değerlendirmişlerdi. Evrenin tek bir canlı organizma,  rasyonel  bir  bütün  olarak  görülmesini  talep  ettiler.  Bundan  dolayıdır  ki  bu  bütünün  bir parçası olan  insanın bütünün amacına uygun bir biçimde davranması, en yüksek yetkinliğe ulaşmanın yollarını araması gerektiği sonucuna vardılar. İnsanın işte bu çabasında, Stoacılara göre, doğaya uygun hareket etmesi yani doğadaki düzene uygun olarak, kendi ruhunu düzene sokması ve doğanın logos ya da evrensel akıl  tarafından yönetilmesine benzer şekilde, aklın yönetimi altına girmesi, iradesini aklın denetimi altına sokması gerekiyordu. Kendi aklını  evrensel akla  tâbi kılmak, büyük düzendeki yerini almak  durumunda  olan  insan  için  elbette  akla  uygun  yaşamak,  erdemli  olmak  ve  doğaya  uygun yaşamak anlamına gelir.

Buna  göre,  hayatın  amacı  olan  mutluluk,  erdemden  yani  doğal  yaşamdan,  doğaya  uygun yaşamadan,  insan eyleminin doğal yasayla uyuşmasından, insanın  iradesinin Tanrının iradesine uygun düşmesinden meydana gelir. Stoacılar için doğaya uygun yaşam, doğadaki etkin ilkeye, insan ruhunun da  kendisinden  pay  aldığı  logosa  uygun  yaşamdır.  Erdem,  Stoacı  etik  anlayışına  göre  biricik  iyidir çünkü yalnızca doğaya uygun olan iyidir, insan için de doğaya uygun olan, akla uygun olan eylemdir. İnsan  için  en  önemli  erdem  bilgeliktir.  Bilgelik  ise  insanın  kendisini  doğanın  ayrılmaz  bir  parçası olarak  görmesiyle  ve  doğanın  seyrine  ayak  uydurmasıyla  elde  edilir.  İnsan  kendisini  dünyanın gidişinden sıyırıp ayıramadığına göre, yapılacak en iyi iş dünyanın gidişini olduğu gibi benimsemektir; olup  biten her  şeyi,  tam  bir  tevekkülle  zorunlu  ve  yararlı  kabul  etmektir. Nitekim Marcus Aurelius, “Mutluluğunuz  düşüncelerinize  bağlıdır”  demişti;  sonradan  azad  edilmiş  bir  köle  olan  Epiktetos  ise “İnsanlar olaylar yüzünden değil, o olaylar hakkındaki düşünceleri yüzünden rahatsız olur” diyordu.

Gerçekten  de  doğanın  akışına  müdahale  etmeye  kalkışmak,  birtakım  sonuçları  değiştirmeye çalışmak boşuna olduğu gibi, yanlış olup insanı mutsuzluğa sevk eder. Fakat insan doğal düzene boyun eğerse,  dünyanın  gidişini  olduğu  gibi  benimserse,  kendisini  gereksiz  sıkıntı  ve  tedirginliklerden kurtarır. Bilgelik vuku bulan her şeyi kalben onaylamayı öğrenmekte ve böylelikle de haz ve  tutkular karşısında  olduğu  kadar,  acı  ve  engellenme  duyguları  karşısında  da  özgür  olabilmektedir. Başka  bir deyişle,  insan  için  yapılması  gereken  şey,  insan  açısından  istikrarsızlık  ve  dengesizlik  kaynağı  olan akıldışı  veya  akla  uygun  olmayan  duygular,  tutkular  karşısında,  bağımsızlığını  kazanmaktır.  Bu bağımsızlığa giden yol ise bilgelikten geçer. İnsan kendisini bu olumsuz duygulardan kurtarabilirse ya da Stoacıların apathia  adını vermiş  oldukları duygusuzluk haline ulaşabilirse,  bilge  insana özgü  olan dinginlik, huzur ve mutluluğa kavuşabilir. Zira yalnızca bilge insan rolünün ne olduğunu bilebilir.

Başka  bir  deyişle,  insanın  rasyonel  olarak  düzenlenmiş  bir  evrendeki  durumu,  Stoacılara  göre insana birtakım ödevler yükleyip, onu ahlaken ve nesnel olarak iyi olanı seçmeye zorlar. Doğru eylemi seçmek  erdemi  meydana  getirir  ve  kişiyi  mutluluğa  götürür.  Erdemsizlik  ise  doğa  yasasına  karşıt, doğanın  seyrine  aykırı  düşen  eylemleri  seçmekten  oluşur.  Stoacılara  göre,  şu  halde,  dünyada  önem taşıyan, mutlak  olarak  iyi  olan  tek  bir  şey  vardır:  Erdem.  Erdemsizlik  ise  gerçekten  kötü  olan  tek şeydir. Bu iki uç arasında da insanın istek, arzu ve nefretinin nesnesi olabilecek, hayat ve ölüm, sağlık ve hastalık, haz ve acı, güzellik ve çirkinlik, zenginlik ve fakirlik gibi çok sayıda şey bulunur. Bunların hiçbiri kendi içinde veya kendi başına iyi ya da kötü olmayıp, hepsi de insanın ahlaken kayıtsız kalması gereken şeylerdir.

Bunu  en  iyi Stoacı  felsefenin  en  yetkin  temsilcilerinin  kesinlikle  başında  gelen Epiktetos’un etik anlayışında  görüyoruz.  Stoacı  etikle  sorumluluk  düşüncesini,  kendisinin  ahlaki  kişilik  (prohairesis) kavramına  dayanan  bir  özerklik  ve  içsel  özgürlük  düşüncesine  dönüştürmek  için  çalışmış  olan Epiktetos en çok, tutku,  istek ve arzulardan bağımsızlık anlamında özgürlüğün ve değişmez bir kader yoluyla belirlenmiş bir  dünya  karşısında  tevekkülün önemine  vurgu yapmıştır. Üstelik  bütün bu  ana düşünceleri,  tıpkı  kendisine  örnek  aldığı  Sokrates  gibi,  hayatında  cisimleştirmek  için  ölümüne mücadele  etmiştir. Gerçekten de Zenon’un moral  tutumunu,  en aşırı kadercilik ve bir  tevekkül ya da başa  gelene  sabırla  katlanma  felsefesine  taşıyan  Epiktetos,  ahlaki  bir  yaşamın  nihai  hedefi  olarak mutluluğa nasıl ulaşılabileceği sorusuna bir yanıt aramaktaydı. O, aradığı yanıtı belirli bir özgürlük ve bilgelik  anlayışında  buldu.  Epiktetos  özgürlükten  insanın  dış  dünyanın  bütün  baskı,  zorlama  ve belirlemelerine  rağmen,  aklın  iç  tutarlılığını  ve  ruhun  içsel  barışını  sürdürebilmesini  anlıyordu.  O, bunun için insanın bedenin aşırı istek, arzu ve ihtiraslarından vazgeçmesi gerektiğini öne sürdü. Onun gözünde, her şeyin  insanın arzularına göre olup bitmesini değil de olduğu gibi olmasını  isteme doğru ve ahlaki bir hayat için vazgeçilmez bir zorunluluktu. Ve Epiktetos açısından özgürlük, iç dünyayı dış dünyada olup bitenlere karşı korumaktan, doğaya uygun yaşamaktan başka bir şey değildi. Epiktetos’a  göre,  insanın  elinde  olmayan  şeylerin  bir  kısmı  doğrudan  doğruya  kadere,  Tanrıya bağlıdır.  İnsanın  Tanrıdan  gelen  şeylere  katlanmak  için  yaratıldığını  söyleyen  Epiktetos’un  bu anlayışına göre, insan bir dramdaki aktöre benzer. Dünya ve dünyanın tarihiyle ilgili bu dramda, insan yalnızca  bir  oyuncudur.  Oyuncu  oynayacağı  rolü  seçemez,  dekora,  oyunun  kendisine  etkide bulunamaz.  Tanrı  ya  da  akıl  ilkesidir  ki  her  insanın  bu  tarih  içinde  ne  olacağını  belirler.  Dünya sahnesinde,  bir  tiyatro  eserindeki  oyuncuya  benzeyen  insan,  hiçbir  etkide  bulunamayacağı  şeyler karşısında kayıtsız kalmak durumundadır. Onun kontrol edebileceği  tek bir şey vardır: Kendi  tavrı ve tutkuları. O, bir başkasına daha iyi bir rol verildiği için kıskançlık duymamalı, makyajı yapan burnunu çirkin gösterdiği için kendisini aşağılanmış hissetmemelidir. Yani, insan kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli,  erişemeyeceği,  sahip  olamayacağı  şeyler  için  açlık,  kıskançlık  duymamalıdır.  Bütün  bu duygular  onu mutsuz  kılar. Öyleyse,  yapılması  gereken  şey,  akla  uygun  olmayan  duygular,  tutkular karşısında, kişinin güçlü olması, bağımsızlığını kazanmasıdır. Başımıza  gelen  ve  felaket  zannettiğimiz  durumların  hepsinin  Tanrıdan  olduğunu  söyleyen Epiktetos’a  göre,  ilahi  aklın  bizim  için  istedikleri,  bizim  kendimiz  için  istediklerimizden  daha hayırlıdır. Bu konuda ilahi adalete güvenmek, ona itiraz ve isyan etmemek gerekir. Çünkü Epiktetos’a göre  bizim  dışımızdaki  dünyada  kötü  diye  bir  şey  yoktur.  Kötülük  bizim  olaylarla  ilgili yorumlarımızdadır. Bu yüzden, biz olayların dilediğimiz gibi olmasını beklememeli, nasıl geliyorlarsa öyle gelmesini istemeliyiz. İnsan böyle yaptığı takdirde, her daim mutlu olur.

Epiktetos, ahlak alanının dışında olup biten şeyler  için  iyi–kötü kavram çifti  ile değerlendirilecek hiçbir şey bulunmadığı kanaatindeydi. Ona göre, bize sunulmuş olan sağlık ve zenginliği elde tutmaya gayret  etmek  elimizdedir  ama  bunları  elde  etmek  bizim  elimizde  değildir.  Örneğin  insanın  yaşamı kendisine ait değildir; Tanrıya aittir. Erdemli insan dış dünyada sahip olduğu elinde olmayan şeyler için onları kaybettiğini söylemez; onları geri verdiğini söyler. Ona göre  insanın kontrolü dışındaki her şey ahlakın da dışında olmak durumundadır.

Ölüm,  fakirlik ve hastalık korkusunun da  insanı alçaltan ve mutsuzluğuna sebep olan unsurlardan olduğunu  savunan  Epiktetos  için  ölüm  bizatihi  kötü  değildir  ama  onu  kötü  gösteren  bizim  ölüm hakkındaki görüşümüzdür. Ona göre, insanlar ölümden, fakirlikten ve hastalıktan korkarsa hem mutsuz olur  hem  de  alçalır.  İnsanın  ölümü  her  daim  göz  önünde  tutması  gerektiğini,  bunun  da  nedeninin, ölümün  korkunç  bir  şey  değil  de  gerçek  olması  olduğunu  söyleyen  Epiktetos,  insanın  ölümü düşünmediği takdirde, her adımda kırılacağını, incineceğini ya da  inciteceğini belirtir. Ona göre, nasıl ki bir insan bir kimseden ödünç aldığı bir şeyi zamanı geldiğinde sahibine  iade ediyorsa, o an emanet olarak tuttuğu canını da sahibine zamanı geldiğinde iade etmesi gerekir.

Epiktetos da insan yaşamının nihai amacının bir apathia, dışsal ve arızi hiçbir şeyden etkilenmeme, bir  içsel huzur hali olduğunu söyledi. Bu  iç huzuru sağlamaya yönelik bütün çabalar, ona göre ancak insanın  isteklerini  yok  etmesi  veya  etkisiz  kılması  ile  amacına  ulaşabilir.  Onun istek  ve  arzularla anlatmak  istediği  ise zorunlu fiziki  ihtiyaçların karşılanması yönünde bir  istek değildir. Bu yüzden, o dünyadan  el  etek  çekmeyi  önermez;  tam  tersine,  o  isteklerden  vazgeçmeyle,  insanın  doğasına  yani aklına uygun bir hayat yaşamasını anlatmak  ister. Bu,  insanın  akla  aykırı gelişmelerin  temelinde yer alan  aşırı  isteklerden  ve  tutkulardan  kurtularak  duygularını  kontrolüne  alması,  acı  ve  elem  verici duygulara kapılmamasıyla olur. Bunu gerçekleştirecek kişi de bilge ve erdemli insandır. Çünkü erdemli insan, Epiktetos’a göre, bu aşırı  istek ve  ihtiraslardan kurtulmuş olan kişidir. Ona göre, insanı mutsuz kılan  şeyler,  dünya  malına  aşırı  tamah  ve  bunları  elden  kaçırmaktan  dolayı  yaşanan  kızgınlık  ve korkulardır. Bundan  ancak  bir  kabullenme,  bir  razı  olma  ve  şikâyet  etmeme  durumuyla,  gerçek  bir tevekkülle  kurtulabiliriz.  İdeallerimiz  için  özgürlüğümüzü  satmamak,  ahlaki  kişiliğimize  zarar vermemek gerekir. Bu yolda, insana en önemli rehber, aklın ya da ruhun ilacı olan felsefedir. O, işte bu bağlamda gerçekten de “başına gelen felaketler yüzünden başkasını itham etmek cahilin yapacağı iştir” demekteydi.

Toplum ve Siyaset Felsefesi

Sırasıyla doğa yasalarının, toplumsal yasalar ve bireysel aklın evrensel akıl ya da logosla uygunluk içinde  bulunduğunu,  fizik  yasaların,  insanların  koydukları  yasaların  ve nihayet  aklın  yasalarının hep aynı evrensel aklın bir parçası olduğunu öne süren Stoacılar, buradan hareketle bir evrensel kardeşlik düşüncesine,  dünya  vatandaşlığı  anlayışına  veya  kozmopolitanizme  ulaşmışlardı.  Başka  bir  deyişle Stoacılar, bireysel akılların evrensel Tanrısal akıldan pay aldığını söyleyerek, soy, zenginlik, konum ve ulus farklılıklarının insanları birbirlerinden ayırmaya yetmediği yerde, hepsinin aynı evrensel akıl ya da logostan  pay  almalarının  onları  birleştirdiği  iddiasıyla,  insanların  evrensel  eşitliği  düşüncesine varmışlardı.  Öte  yandan  Stoacılar,  aynı  evrensel  aklın  yasalarına  uyan  ve  aralarında  hiçbir  ayırım olmayan  insanların  çeşitli devletler  halinde,  çeşitli  yasalar  altında değil  de  evrensel  bir  devletin  tüm insanlara aynı şekilde uygulanan yasaları altında bulunmaları gerektiğini söylerlerken, evrensel dünya vatandaşlığı  düşüncesine  –ki  bu  Stoacılığın  büyük  bir  güçle  benimsendiği  Roma’da  imparatorluğun amaçlarına fazlasıyla uygun bir düşünce olarak ön plana çıkacaktır– ulaşmışlardı. Buna  göre,  Stoacılar,  insanlar  arasında  söz  konusu  olduğu  söylenen  soylu-avam,  özgür-köle, Helen-barbar,  zengin-yoksul  gibi  farklılıkların  önemli  olmadığını  söylemişler  ve  asıl  farklılığın evrensel aklın, Tanrının kendilerine çizdiği yazgıyı derin bir düşünüşle kabullenen bilgelerle, yazgıya karşı  koyan,  karşı  gelmek  isteyen budalalar  arasında  olduğunu belirtmişlerdir.  Stoacılar,  bu  düşünüş tarzıyla  bağlantılı  olarak,  kölelik  durumunun  da  gerçek  özgürlükle  ilgili  olmadığını  söylemişlerdir.

Zira,  onlara  göre,  gerçek  özgürlük,  harici  bir  özgürlük,  insandan  bağımsız  koşullara  bağlı  olan  bir özgürlük  değil  de  insanın  kendisinin  duyguların  kölesi  olmadan,  akla  uygun  davranışlarda bulunabilmesiyle hayata geçirebildiği iç özgürlüktür. Bu açıdan değerlendirildiğinde, bir köle özgür, bir kral da aslında köle olabilir.

Erken  Stoa,  örneğin  Zenon  ve  Khrysippos  devletlerin,  ailelerin,  tapınakların  ve  paranın bulunmadığı bir toplum düzeni tasarlayıp tüm insanların evrensel kardeşliği ilkesine dayanan bir dünya toplumu  idealini  benimsemişlerdi.  Fakat,  söz  konusu  ilk  dönem  Stoacılarının  bu  eşitlikçi,  ütopik düşünüşleri gün geçtikçe unutulmuştur. Stoacı Okul’un ilkeleri, Orta Stoa döneminde, Okul’un başına geçen  Panaetios  tarafından  gözden  geçirilerek  değiştirilmiş  ve Geç  Stoa  döneminde  de  emperyalist Roma  düzeninin  felsefesi  biçimine  sokulabilmiştir.  Yine  de  kuramsal  olarak,  yürürlükteki  yönetim tarzları içinde, hiçbir yönetim biçiminin Stoacıların idealine uymadığı söylenmelidir. Onların yönetim idealleri,  bilgeler  tarafından  yönetilen  evrensel  devlettir.  Bu  idealleri  bir  tarafa  bırakılırsa,  Stoacılar uygulamada monarşiyi yeğ tutmuş görünürler.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

İlgili Makaleler