ŞEYTAN
Tüm dinlerce tanrıya
baş.kaldırıcı, kötülük işleyici, kötülüğe çağına, saptırıcı görülerek
lanetlenen ve -genelde- görülmez âlemin bireylerinden sayılan varlığa verilmiş
olan ad. Kişiliğine ilişkin bu ortak belirlemeye karşın, dinlerdeki temel
inançların biçimlenişine koşut olarak şeytanın konumu da farklılık gösterir.
Nitekim, kimilerinde bir kötü-ruh’tur, kimilerinde hayvan, ki-milerindeyse -en
azından lalığıyla- insan… Kimi dinlerde tanrıya yalnızca başkaldır-mış bir
varlıkken, kimisi onun tanrıyla savaştığı, hatta kimileri de tanrıyı yenmiş olduğu
veya yeneceği sanısını taşır.. Kimisi onu yeraltınm, ölüler ülkesinin egemen gücü
sayarken, kimisinde insanlara, kimisinde yeryüzüne hâkim varlık olarak görülür;
hatta gücünü gökyüzüne dek uzatanlar da çıkar. Onu tann-karşm olarak gören
dinlerin yanında, yan-tanrı sayan, kötülük tanrısı bilen, tanrıya ortak kılan,
doğrudan doğruya tanrıdır diyen dinler de vardır. Mucizeler göstermek, tüm
dünyayı sapürabile-cek ölçüde güçlü olmak, meleklere hocalık edebilecek denli
bilginlik, öncelerin öncesi zamanlarda tann-düşmanlanna karşı tanrı adına
savaşarak yeryüzünü kötülüklerden temizlemiştik ve uzun yıllar da orada egemenlik
kurmuştuk gibi niteleme ve durumlar da, yine, şeytana iliştiriliveren
özellikler arasında. Tüm bunlara karşın genel değerlendirme, yine de, Seylan’ı
kesinlikle kötülük, karanlık, zarar, yıkım gibi olgularla bitişik ve hatta
özdeş görme doğrultusundadır. Şeytana tapıcılar’ın bile ona yönelişleri,
vereceği zararlardan korunma kaygısından çok tasarladıkları kötülüklerde
başarılı olmak için başaçıkılamaz sayılan gücünden yararlanılmak istenen bir
kötülük tannsı’na yöneliş biçiminde…
“Her işi mükemmel
olan Allah’ın kötü bir varlık ya da kötülük yaratmayacağı” yolundaki
görünüşde oldukça “masumane” ve “tutarlı”, hatta
“tenzih” açısından gerekli izlenimi bırakan bir “ilk adım
“dan tutunuz da, nice yorumların ürünü olan yukandakine benzer
anlayışlarla bir efsane varlık haline gelen şeytan, edindiği konumla kimileri
için teselli derlenici bir tutamak olurken, genelde de en “mümin”
kalblere bile teslim alıcı bir etkide bulunur olmuştur. Bu durum, tüm
insanlığı -sürekli- bir gizli baskı altında tutucu yaygın bir yılgınlığa
yolaç-mış; bu da şeytan’ın etkinliğine katkıda bulunmakları öte bir işlev
görmemiştir.
Ancak, müslümanlardır
ki, tüm temel inançlarla birlikte şeytan’a ilişkin belirlemelerin de İslâm
tarafından yeniden yerli yerine oturtulmasından ötürü kavuşmuş oldukları
aydınlık içinde şeytan’ı kendisine verilmiş olan yetkinlik alanının sınırlan
içine gerigerisin geriye itmiş, işlevini kısıtla-yabilmişlerdir. Nitekim,
Peygamberimiz Efendimiz, “Kalbde iki tür kullanıma açık iki ayn yeti
vardır, Melek’ten yana olan iyiliğe çağına ve gerçeği doğrulayıcı; düşmanlığa
yatkın olansa, gerçeği yalanlayıcı, kötülüğe çağınp iyilikten alıkoyucu.. Kalbinde
bunu duyumsayan şeytan’ın kötülüğünden Allah’a sağınsın” buyurarak, bu konudaki
temel ölçüyü ortaya koymuştur.
İnsanın yaratılışı ve
yaşamı sürecinin başlangıçlannda, Kur’an-ı Kerim’de, şeytan yerine İblis’ten
sözedilir. Yeryüzüne indirilme olayının öncesindeki dönemde baş-kaldıran, lanetlenen,
kovulan ve fısıldama-lanyla Adem ve Havva’nın ayağını kaydırarak cenneti
yitirmelerine yolaçan kimlik hep İblis diye anılırken, insan yaşamının
yeryüzüne aktanlmasından sonraki süreçte şeytan/şeytanlar olarak adlandırılır.
Kişiliğe ilişkin işlev, niteleme ve diğer tanımlar, her iki adın da aynı
kimliği gösterdiğieni tartışmasız bir biçimde ortaya koyar. Bununla birlikte,
genelde, tblis’in şeytanlar’ın atası olduğu; Adem-însan ilişkisinin
İblis-Şeytanlar ikilisi için de geçerli bulunduğu görüşü yaygınlık kazanmış ve
iki ayrı dönemdeki veya düzlemdeki farklı adlandırmalara böylesine bir
açıklama getirilmiştir.
tblis’in gündeme
girişi, Kur’an-ı Kerim’de, meleklerin Adem Atamıza secdeye çağınlıp da, secde
edişleri olayının hemen ardındaki zamandadır. Efsanelerde başkaca aktarımlar
olmasına karşın, islâm’ın temel kaynaklan olan Kur’an-ı Kerim ve Ha-dis-i
Şerifler’de İblis’e veya Şeytan’a (ya da Ezazil, Haris ve benzeri adlarla
anılan kimlige) daha önceki zamanlarda rastlamak mümkün değildir. Hatta, Adem’e
secde edilmesi buyruğunun verilişi sırasında bile bu kimliğin yerinin
bulunmadığı secde buyruğunun “melekler”e verilişindeki açık
anlatımdan kolayca çıkartabilmektedir. Eğer şeytan/iblis gündemde olsaydı, buyruk
meleklere ve îblis’e verilecek veya yalnız meleklere yöneltilmiş bir buyruğa
uymadı diye İblis’in kınanm ıslığı sözkonusu edilmeyecekti. Burada Iblis’i
meleklerden sayıcı bir tutumla “secde etmediği için şey-tanlaştı”
yolunda bir yoruma gitmek de mümkün değildir. Çünkü, meleklerin nur’dan,
İblis’in ise ateş’ten yaratılmış olduğu, yapılarında temel farklılık bulunduğu
Kur’an-ı Kerim’in haberleriyle kesindir ve İblis’in cinlerden bir cin olduğu,
cinlerin de Adem’den önce yaratıldığı gerçeklerini gö-zardı etmeksizin,
İblis’in meleklere secde buyruğunun verildiği nokta ile onların secde
ettikleri nokta arasındaki zaman aralığında gündeme girdiğini söyleyebiliriz
İblis, Adem’in
topraktan kendisin inse ateşten yaratılmış olduğundan çıkarak bü-yüklenir ve
secdeden kaçınır. Bu başkaldırı olayına yorum getirmek isteyenlerden çoğu,
tularlı bir gerekçe bulmak adına “İblis’in bilginliği ve önceki
hizmetleri” diye özetlenebilecek kimi konulan gündeme getirir, bundan
ötürü kendinde başkaldırma hakkını ve takatini gördüğünü öne sürerler. Oysa, hiçbir
yaratığın kendiliğinden başkaldırı için kendinde takat bulmasının Yaratıcı’nın
salt kudretiyle ve iradesiyle bağdaşır yanı olamaz. İblis kelimesinin
etimolojik irdelemesi daha tutarlı acıkmalara elvericidir. 1b-lis’le aynı
kökten (be-lâm-sin kökünden) gelen kelimelerin Kur’an-ı Kerim’deki kullanılışlarında
hep, “ümitsiz, ümidini yitirmiş olmadan dolayı üzgün ve suskun” anlamlarını
taşıdığım görürüz. Demek ki, lb lis başkaldırısının öncesinde de ümitsiz v<
ümitsizliğini yitirmişlik yüzünden üzgüi durumdadır. Öyleyse, secdeden kaçınış
kendisi güçlü görüşünden değil, zaten her şeyi yitirmiş olmasındandır. Bu
psikoloj içinde, kendine bir de toprak-ateş kıyası gi bi bir gerekçe bulup
büyüklenerek başkal dırmıştır. Gerçek güçlülük dolayısıyla karş çıkma değil de,
yitirmişliğin dürtüsüyle başkaldırma olayıdır bu. Ve, İblis’de kudre ve takat
görmeğe, bu olayda, yol yoktur Ayetlerde de, İblis’in “Allah’a karşı çık
ma”sina yorumlanacak bir yan yoktur. Kul lanılan fısk kelimesi, yalnızca,
“Rabbinii buyruğundan ayrıldı” anlamını içermekte dir. Yüce Allah’ın
Îblis’e yönelik “seni sec deden alıkoyan nedir?” sorusundaki anlatım
da, İblis’in bir karşı çıkma eyleminder çok, bir alıkonulma güdümüne
konumlan-dınlabileceğini belirtir.
Görülüyor ki, İslâm
inancı, İblis’in gündeme geldiği andan itibaren onun kişiliğinde öyle
uzunboylu bir güç görülmesine elvermemektedir. Onu, şu veya bu yüzden yitirdikleri
içinde suskunken, bir buyruktar ayrılarak daha da yitiren bir konum içinde
belirlemektedir. Bu açılım, eski inançlarda efsaneleşerek tann’nın karşısında
yer alar ve ona karşı çıkan (hatta savaşan) güçlü biı şeytan imajını bütünüyle
ortadan kaldınc: bir doğrultudadır. Nitekim, anlamını yukarda alıntıladığımız
Hadis-i Şerifte de açıkçî görüldüğü gibi, şeytan gerek kişilik, gerekse işlev
ve etkinlik çerçevesinde ancak melek karşısında yer almakta, melek karşıtı biı
konuma oturtulmuş bulunmaktadır.
İblis’in güç ve kudret
sahibi oluşuysa, sonradan, Adem’e secde olayının sonrasındatür. Secdeden
kaçınması üzerine kâfirlerden olan, büyüklenmesinden ötürü aşağıla-şan tblis,
Yüce Allah’ın kendisini lanetleyip kovması sırasında, bir dilekte bulunur:
“Rabbim, beni yeniden dirilecekleri güne dek beklet…” Yüce Allah’ın
bu dileği kabulü üzerine ikinci bir dileği olun “Beni azdırdığın için,
senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım…” tblis’in
ifadelerindeki üçüncü şahıs kipiyle vurgulananlar, hep, insanlardır. İblis,
hemen ardından, bu karşı duracağı kimselere sınırlama getirir, “sana içten
bağlı olanlar biryana…” Yüce Allah’ın yanıtı, “kullarım üzerinde
senin bir etkinliğin olamaz, ancak sana uyan sapıklar biryana…”
anlamındadır. Burada îblis’e verilmiş bir izin ve izinli alanda kullanabileceği
bir güç sözkonusudur, ve şöylece de açıklığa kavuşturulur: “Sesinle
gücünün yettiğini yerinden oynat… Onlara karşı yaya ve atlılarınla yürü..
Mallarına ve çocuklarına ortak ol.. Onlara vaadlerde bulun.. Doğrusu benim
inanan kullarım üzerinde senin hiçbir etkinliğin olamaz..” Görüldüğü
gibi, tslâm inancında, İblis’i kendilğinden güçlü görmeğe elverişli bir
acıkmaya yol yoktur. Ancak, îblis’in dilekte bulunması üzerine, kıyamete dek ve
kendisine uyacak kimseler üzerinde etkin olabilecek sınırlı bir güç, hikmet
gereği, Yüce Allah tarafından ona verilmiştir. Bir izindir, bu ve hem zaman,
hem de etkinlik alanı bakımından sınırlıdır. Eylem de Allah’a karşı değil,
insanlara karşıdır. Onun gücü, ancak, “Allah’ın doğru yolu üzerinde
durarak insanlara karşı etkinlik” gösterebilecek bir niteliktedir. O da
izinle…
Yüce Allah’tan aldığı
izinle böylece donanmış olan iblis, etkinlik gösterebileceği alana uzanmakta
gecikmez ve hemen Atamız Adem ile Annemiz Havva’nın yerleştirilmiş bulunduğu
cennete yönelir. Yerleştirilmiş bulunduğu cennette kalmak için değil de
“Yeryüzünde bir halife olak” üzere yaratılmış bulunan insan soyunun
bulundukları konumdan halifelik yapacakları yere indirilmelerini sağlayıcı
süreç içinde, çünkü, îblis’in de pay sahibi olması takdir edilmiştir. İnsana
ilk vesvese’yi verir: “Ey Adem, sana sonsuzluk ağacını ve çökmeye-cek
devleti göstereyim mi?” Ve ekler: “Rabbiniz melek olmanızı veya
temelli kalmanızı önlemek için sizi bu ağaçtan alıkoymuştur… Doğrusu, ben
size öğüt vermekteyim..” Bu vesveselerin etkisi ve itkisiyle Adem ile
Havva yasak ağaçtan yiyecek ve yeryüzüne indirileceklerdir. Yalnız, olay,
îblis’in gücünün niteliği ve İnsanın zayıf noktaları üzerine bir belirleme
yapılabilmesi için irdelenmesi gereken bir olaydır. Adem, melek olmadığını
bilmektedir.. Adem, cennete “İhlad” gibi sürekliliği değil de
“üskün” gibi geçiciliği ifade eden bir buyrukla yerleştiğinin
farkındadır.. Yaratılışı gereği halifelik yapacağı yeryüzünde ortaya çıkacak
fesad ve kandökücülük gibi tutumlardan haberdardır. Yaratılış ve cennete
konuluşa ilişkin kıssalarda bu açıkça görülür. Ve, Adem, elbette meleklik,
cennet mutluluğu ve yeryüzünde ortaya çıkacak kötülüklerden kaçınma gibi yüce
duygular doğrultusunda bir eğilime sahiptir. İblis, işte ona eğilim duyduğu
yüce şeyleri yeğlemesi ve uygulamaya elverici bir adım atması yönünde
“öğüt” veriyor görünümüyle yaklaşmıştır. Demek ki, tblis’in gücü
suret-i hak’tan görünmekte, Adem’in zaafı ise, açık buyrukları unutarak kendi
yorumuyla seçme yapma noktasında. Sonrasında da aldatış ve aldanış hep aynı
matris uyarınca gerçeklcşecek…
Atamız Adem ile Havva
Anamız yasak ağaç’tan yiyince, birden örtülü yerleri açılır. Cennet
yapraklanyla önünmeğe çabalarlar. Ve buyruk: “Birbirinize düşman olarak
oradan inin…” Şeytanın apaçık düşman olduğu daha cennete konulma
sırasında kendisine Yüce Allah tarafından apaçık bildirilmişken Atamız Adem
bu düşmana kapılmaktan korunamamış ve işte şimdi de yine birbirine düşman
olarak Yeryüzüne indirilmektedirler, insanın apaçık düşmanı şeytan karşısında
insanın biricik desteği ise, Yüce Allah’ın göndereceği uyarıcı peygamberler
olacaktır. Akıl ve kalbse, her iki yöne de açık bir yeti içinde…
Ancak Yüce Allah’ın
verdiği sınırlı izin oranında güçlü ve buna göre donanımlı, melek karşıtı ve
insan düşmanı bir varlık olarak konumu ve kimliği böylece belirlenen şeytan,
saptırma işini bu kez insana Yeryüzü yaşamını güzel göstermeğe çabalama ve
Allah’a güvendirme biçiminde tanıtımların da içinde bulunduğu hertür
sure-tihak’ta görünme tuzakları başka olmak üzere çeşitli yollar ve yöntemlerle
sürdürmeğe çabalayacaktır. Kendini gözleme, unutturma, fısıldama, korku ve
korkutma, süslendirilmiş sözler, özendirilmiş kimi davranış biçimleri,
şeytan’ın, şeyian dostla-n’nın ve şeytan’ın ordusu’nun kullandığı başlıca
yöntemlerdir.
Konuşma dilinde şeytan
adının tekil olarak kullanımına karşın, Kur’an-ı Kerim şey-tanlar’dan haber
verir. Anlaşılıyor ki, birden çok şeytan vardır. Nitekim, Hazret-i Peygamber
“Her insanın bir şeytanı vardır; benimki müslüman oldu” buyurarak bu
çokluğu sergiler. Şeytanların Atası Iblis’in “cinlerden” olmasına
karşılık, şeytan sözkonusu olduğunda alan genişlir. însan ve Çin’lerden olan
şeytanlar gündeme girer. Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde, “şeytan
herhangi bir mütemerrid (dikkafalı), yani azgınlıkta, şer ve habesette (kötülük
ve alçaklıkta) fevkalade bir temayüzler (sivrilmeyle) sınıf ve eşbahının
(benzerlerinin) haricine çıkmış, şerir (şerli), anud (inatçı) manasına bir
ism-i cinsir ki, gerek insandan, hayvandan, yılan gibi mahlukat-ı zahireden
(görülür yaratıklardan) ve gerek sair mahlukat-ı hafiyeden (diğer görülmez yaratıklardan)
alaka-i ruhiyesi (ruhsal ilişkisi) bulunan habislere itlak olunur (denir). İnsan
şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir” açıklamasını yaparak
kelimenin tüm kapsamını belirtmiştir.
İslâm inancında
şeytanın etkinlik çerçevesi oldukça kısıtlanmıştır. Kullardan kendisine bir
pay verilmesine karşın, bunlarda bile şeytanın doğrudan bir kullanımının olmadığı,
Yüce Allah’ın şeytanı onlar üzerine gönderip, musallat ettiği açıkça
vurgulanır. Allah’ın yol gösterdiği kimselerin saptırılın ayacağı da açık
haberler arasındadır. Gökyüzü ve Kur’an-ı Kerim de şeytanın etkinlik alanı
dışındadır. Bununla birlikte, şeytan, tüm insanları saptırmak ve yeryüzünü
bozmak için çaba göstermekten geri kalmamak gibi bir görevi üstlendiğinden, elbette,
her yana uzanmağa çalışacaktır. Kula düşen ondan sakınmaktır. Bunun yolu da,
yüce Kur’an-ı Kerim’de gösterilmiştir. Gönderilen uyancılar’a ve getirdiklerine
boyun eğmek, açık buyrukları eğip bükmemek, kalbi Allah’a karşı halis kılmak,
kulluğu Allah’a özgüleştirmek ve şeytanın şerrinden Yüce Allah’a sığınmak…
Ve, şeytanın, şeytan dostlarının ve şeytanın ordusunun etkinliğini gidermek
üzere de şeytanla
savaşmak… Genel
ölçü, sapkınlık ve bozulmanın şeytanın gücü’nden değil de insanın zaafı’ndan
kaynaklandığı doğrultusundadır. Allah’a dayananlar ve O’nun ipine sarılanlar
karşısında şeytan yalnızca kendisine açık kesimlerde işlev verebilen bir
görevli yaratık durumundadır.
Zübeyir YETİK