Şemsettin Ünlü kimdir? Hayatı ve eserleri
Şemsettin Ünlü kimdir? Hayatı ve eserleri: 1928 Harput’ta doğan Şemsettin Ünlü, Elâzığ lisesini bitirdikten sonra, 1948’de Harp Okulu’ndan mezun oldu. Askerliği süresince, yurdun içinde ve dışında birçok yerlerde bulundu. Bu arada Ortadoğu Teknik Üniversitesi, İdarî İlimler Fakültesi’ni bitirdi. 1970 yılında askerlikten ayrılan Şemsettin Ünlü“Bilimsel kuramlarda teknik araştırmacı” olarak ve sonra OYAK’ta çalıştı. 1950 yılından itibaren dergilerde şiirler, inceleme ve denemeler yayımladı.
Üst üste çıkan iki şiir kitabı: Durur Bakar İbrahim (1977) ve Dirlik Düzenlik Türküleri (1980)’ dir.
Son üç eseri olay, zaman ve kişilerce birbirini izleyen Yukon Şehir (1986), Toprak Kurşun Geçirmez (1988), Yüz Uzun Yıl (1993) romanlarıdır.
Şiirlerinde ve denemelerinde de İncelenmeğe değer özellikler bulunan Şemsettin Ünlü, artık romanları ile yaşayacak gibi görünmektedir. Nitekim Yukarı Şehir’le başlayıp Toprak Kurşun Geçirmez ve Yüz Uzun Yıl ile devam eden yazarın ayrıca bir gelecek tasarısı söz konusudur.
Kendi içinde bir bütün olan “Toprak Kurşun Geçirmez”, yazarın Yukarı Şehir’den başlayarak Kurtuluş Savaşı sonrasına kadar getirmek istediği bir “Irmak roman” dizisinin ikinci, Yüz Uzun Yıl ise üçüncü kitabı oluyor.
Demek Şemsettin Ünlü, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Kemal Tahir gibi bir “Irmak roman” (nehir roman, dizi roman) yazmaktadır. Nitekim dizinin üç bölümü tamamlanmıştır
1860’lardan 1877’ye kadar, Harput şehri ve dolaylarında geçen, sosyal, siyasî, ferdî olaylar bir aşk hikâyesi etrafında Yukarı Şehir’de anlatılmıştır. Şemsettin Ünlü, Doksan üç Harbi’nin geçtiği bir yılı da (1877-1878) birinci romanın devamı halinde “Toprak Kurşun Geçirmez”de ele almaktadır. Yine Harput çevresinin anlatıldığı üçüncü romanı Yüz Uzun Yıl’da da II. Meşrutiyet’e kadar ki geçen zamandaki felâketler işlenmiştir. Dördüncüsü ise belki İstiklâl Harbi dönemlerinin hikâyesi olacaktır. Bu “husus bazı kişilerle mülâkatlarından sezilmektedir.
Şemsettin Ünlü ’nün “ırmak romanlarında” dikkati çeken özellik: Türk tarihinin, “romanlaştırdığı” bu dönemlerini, eski bir kültür, sanat, merkezi olmakla beraber İstanbul’un çok uzağına düşen, kaleli taşra şehri Harput’tan vermesidir. Oysa Yakup Kadri, Kemal Tahir ve Attilâ İlhan da, 1880’lerden bu yana, Türk siyasî ve sosyal hayatındaki oluşum ve değişmeleri, İstanbul ve Balkanlar’da geçen “ırmak” romanlarda anlatmışlardı.
Şemsettin Ünlü, eğer Meşrutiyet ve İstiklâl Savaşı dönemlerini de, Harput’ta geçen romanlar içinde verecekse bu, millî tarihimizin hareketli bir dönemine, ülke kıyısından sükûnetli bir bakış olacaktır. Bugüne kadar İstiklâl Savaşı’nı yazanlar da, yine İstanbul’u bazen Ankara’yı sahnelemişlerdir. Yalnız Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı (Yine İstanbullu Hoca kahraman olmakla beraber) Konya ve Akşehir’de, Sevinç Çokum’un Ağustos Başağı ise Söğüt’te mayalanmaktadır.
Mevcut iki romanının ilki olan Yukarı Şehir üzerinde, önemle duracağız. Çünkü bu eser yazarın kendi açtığı taşrada tarihî-sosyal roman tarzının ilki ve kaynağıdır. Konunun ve kahramanların yanısıra yazar, tavrını, görüşlerini, üslûbunu da bu ilk eserinde ortaya koymuştur.
Bu roman bir yönüyle, şehit çocuğu gayretli ve onurlu Debbağ Yusuf la Ermeni Bezirciyan’m kızı Hermin’in, mücadeleli ve acı bitişli aşklarını hikâye eder. Fakat geniş bakışı, insanlarını yorumlayışı ve 1860’lardan bu yana otuz yılını değerlendirişi bakımından bütünüyle Harput şehrinin romanıdır. Şemsettin Ünlü ’nün Harput şehrine bakışı, yer yer o zaman sarsıntılar geçirmeğe başlayan Osmanlı düzenine de açılabilen bir bakıştır. Ermeni veya Müslüman Harput’lu tiplerle, İstanbul’dan atanmış üst bürokratlar, ülke çapında ABD müdahalelerini hazırlayan ilk misyonerler ve devletin başına dert olmak üzre zenginleşen azınlık (Ermeni) tipleri yan yanadır.
Şemsettin Ünlü, Türk Edebiyatı yazarlarından Ayla Ağabegüm’le yaptığı bir sohbette “Yukarı Şehir” e eğilişini şöyle anlatıyor:
“Ben Yukarı Şehir’de doğdum. Yıkıntılar arasında büyüdüm, evlerini işlerini bırakıp göçenleri gördüm. Gidenler, “Kendi ellerimizle yıktık koca şehri” der, içlenirlerdi. Ayrıldığım zaman aklıma yazmayı koymuştum. Otuz yıl sordum, not aldım, soruşturdum. Ev ev, sokak sokak, semt semt yeniden yaptım, yücelttim kendi aklımda. İnsanlarını tanıdım, sevdim, tanıklığım geçerlidir. Aşklar, ayrılıklar, savaşlar, akıl almaz dostluklar, inanılmaz ihanetler, buldum kentin yakın geçmişinde. Kireç ocaklarında yakılanlar kültürümüzdü, çarşılarda, meydanlarda kepenkler kapalıydı. Bütün bunların sebeplerini biz bilmeliydik, gelecek kuşaklara aktarmalıydık. Unutulan unutulsun gitsin diyemeyiz. Sadece Yukarı Şehir ile kalmıyor. Halkın 93 harbi olarak bildiği 1877 Osmanlı-Rus savaşı var. Savaşa gidiş- dönüş, Anadolu’da bir Müslüman toplumu istemeyişin başlangıcıdır. 1877yılının toplumsal bilinci birçok ülkede yok. Halkın kadınıyla, erkeğiyle toprağını savunması önemli bir olay. Toprak Kurşun Geçirmez, Yukarı Şehir de anlatılanların bir devamıdır.
Harput’un dramını, bir masal gibi çocukluk yıllarında ben de babamdan dinlemiştim. Türklerin ve Ermenilerin dostça yaşadığı dönemlerde Amerikalı misyonerlerin bu dostlukları bozmak için yaptığı çalışmaların hikâyesi dilden dile dolaşırdı. Sevgiler, dostluklar, fedakârlıklar, ümitsiz aşklar bir efsane gibi anlatılırdı.”
Aşağıda Yukarı Şehir’in kısa özeti anlatılacak ve bu eserden anlamlı bir bölüm alınacaktır. Özet’e girmeden, bu roman üzerinde incelemeler yapmış bulunan, yazar eleştirmen Ayla Ağabegüm’ün bazı görüşlerini sunuyorum:
“Yukarı Şehir üzerinde dikkatle durulması gereken bir roman. Yıllarca köy romanı yazıyoruz diye belki de köyü hiç görmeyen, köylüyü tanımayan yazarlar, bilmeden veya işlerine öyle geldiği için ideal tipler çizdiler. Bu romanlarda ağa ezen, köylü ezilendi Sonra bu romanlar filmlere senaryo oldu, bir devir de böyle tamamlandı, köyü tanımayan yapımcılar için “Köy gerçeği” diye sevgisizlikler ekmek parasıydı. Sonra sermaye bitti ve sinema yeni konu arayışları içine girdi.
Elazığ’da geçen çocukluk yıllarım bana değişik insanları tanıma fırsatım vermişti. Yıllar sonra bu roman ve filmler beni rahatsız etmeye başladı. Neden hep tenkit ediyorduk da köy romanı diye bize verilenlere karşı olurken Anadolu’nun güzelliklerini, sevgi dolu insanlarını, köylüyle aynı duygulan paylaşan ağalan, efsaneleşen sevgileri dile getiren eserler vermiyorduk?
Yukarı Şehir’de beyler, köylüler, Türk ve Ermeni zenginler, misyonerler, esnaf, kadı, defterdar, askerî yöneticiler günlük hayatlannı devam ettirirken idealleştirmeden veriliyor. Romanın kahramanı Yusuf un, alıştığımız için haksızlıklara uğrayınca dağa çıkmasını veya hapisten kaçmasını, sevdiği Ermeni tüccarın km Hermin’Ie savaşa gitmeden evlenmesini isteyebilirsiniz. Yazarımız yaşanılan gerçeklerden yana olduğu için kolay yoldan giderek kahramanlan idealleştirmiyor. Zilfo Bey, “Atla, silâhla” yanşa girilmeyeceğini bilir, buna rağmen halk onun “uçan kuşu kanadından vuracağına, varılacak yere herkesten önce varacağına, inanır. Halkın gönlünde taht kuran Zilfo Bey, bayram namazı çıkışında cami avlusunda vurulur. Sonradan Zilfo Bey’in ölümünde ortalığı karıştırmak isteyen Ermeni zenginlerinin ve misyonerlerin rolü olduğu anlaşılır. Fakat roman Türk-Er- meni çatışmasının hikâyesi değildir. Beraber yaşayan halkın sevgileri, karşı ol- malan, Yukarı Şehir’in tarihî ve coğrafî sınırlan içinde verilir. Yusuf ile Her- min’in aşk hikâyesi sanarak başladığınız roman, Yukarı Şehir’in hikâyesi olarak devam eder. Bir şehrin hikâyesi bize tarihî gerçekleri saptırmadan verilir. Kevork Usta’nın zaptiye çavuşu Ziver’e söyledikleri ibret alınması gereken gerçeklerdir. Yıllar sonra da aynı hikâye devam eder, sınırlarımız içinde olan azınlıkların bize düşman edilmesi için nasıl çalışıldığını görmekteyiz. ” (Türk Edebiyatı, Mart 1991, s. 40)
Roman, yıllar önce, Rus seferine gidip de çoğu geri dönmeyen, Harput’lu gazilerin batırası ile başlar. Müftü Mahmut Nedim Efendi’nin öncülüğünde gidip dönmeyenler arasında Güler Nine’nin oğlu Ferhat da vardır. Şehit Ferhat, küçük oğlu Yusuf u, Binnaz’ın kucağında bırakmıştır.
Güler Nine, zengin Ermeni Tüccar’ı Boğos Bezârciyan’larla dosttur. Ferhat’ın şehitliği haberini en son onlardan alır. Bezırciyan’ın kızı Hermin’le Yusuf dayan yana oynaşarak büyüyen iki komşu çocuğudur.
Azimli, gayretli, yüksek cevherli bir çocuk olan Yusuf, önce demirci sonra da, ünlü Harput Tabakhane’sinde dabak (debbağ) çırağı olarak işe atılır. Çok sevdiği demirci Ömer Usta‘yı, erken kaybeder. Bir süre “bağmançı” olarak, Harput civarındaki bağında çalışıp anası ile nenesine bakan Yusuf, daha sonra Tabakhane’ye girip Masat Usta’ya bağlandığı zaman 14 yaşındadır.
Yusuf, Boğos Bezirciyan’m kızı Hermin’i sevmekte, kızdan da karşılık görmektedir. Çocuk sevgisi, giderek genç adam aşkına yönelir. O sırada, Hermin’i zengin kuyumcu Ermeni Nubar’ın oğlu Nişan’a vermek isterler. Hermin, Nişan’a varmamak için, elinden gelen her engeli çıkarır. Bunun üzerine, Nubar ve Boğos’un adamları, Yusuf u öldüresiye döverler, hatta öldü sanıp bağ yolunda bırakırlar.
Efsane kahramanı Zilfo (Zülfü) bey adında, iyiliksever bir ağa Yusuf u himayesine alır. Onun yardımiyle Yusuf Hermin’i kaçırır. Daha sonra Boğos, ağız değiştirip: “ Gelsin kızımı vereyim” derse de Yusuf a karşı yine birçok ve gaddarca hilelere başvurur.
O günlerde, Amerikalı misyonerler, özellikle Ermeni halkı ve kimsesiz Türk- ler arasında “protestanlığı” yaymak; bölücülük, Türkle Ermeninin birbirine düşman edilmesi gibi türlü maksatlarla Harput’ta dolaşmaya başlamışlardır. Bu amaçla kolej ve dispanserler açar ve Harput’a yerleşirler. Kendilerince en güzel ilişkileri de Kuyumcu Nubar ve Boğos Bezirciyan gibi nüfuzlu zenginlerle kurarlar.
Öte yandan, Ermeni gençleri kışkırtılmakta, camiden çıkan müslüman cemaatı taşlayacak kadar ileri gitmektedirler. Harput’un düzeni bozulmuş; Sultan Abdülaziz’in gönderdiği Salih Zeki Paşa ise, bir yandan sarayı gözetip bir yandan Ermeni ve misyonerleri hoş tutarak, müslüman halk üzerinde hüküm sürmektedir. Öte yandan, il merkezi de Harput’tan alınıp, (Sultan Abdülâziz’in ismine bağlılıkla) Elâziz (bugün Elâzığ) adı verilen “Mezre”ye taşınmıştır.
Harput’ta kötü olaylar, daima misyonerlerin Ermenileri kışkırtması ile başlatılmaktadır. Boğos’a bağlı olanlar, Yusufun koruyucusu Zilfo Beye de dolayısıyla düşmandırlar, Yusufun Hermin’le aşkı bile, neredeyse, “Türkîerin Ermenilere zulümlerini yansıtan” devletlerarası bir hadise oluverir. Nitekim halkın “Uçan kuşu kanadından vuracağına, varılacak yere herkesten önce varacağına, inanarak efsaneleştirdiği” Zilfo Bey, bir bayram namazı çıkışında, misyonerler ve Ermeni zenginlerin hileleriyle vurdurulur. Heyhat ki Yusuf, yardım istemek için gittiğinde Zilfo Beyin kanlar içinde ölüsüyle karşılaşır.
İyi kötü Türk Ermeni münasebetleri, misyonerlerin, ABD’yi, İstanbul’u bile karıştıran bozguncu faaliyetleri, “Yukarı Şehir” gibi “Toprak Kurşun Geçirmek’ romanında da sürüp gitmektedir. Harput, bütün semtleri, camileri, çarşıları, esnafı, kadı, müftü, defderdar gibi büyük memurları, bunların düşünce davranış ve tereddütleri ile bu romanda, yeniden canlanıyor.
Bütün bu kalabalık, bu hava, “Toprak Kurşun Geçirmemde de az çok devam ediyor. Hermin’le Yusufun sevdalı ilişkileri de, bu ikinci romanın sonunda bitiyor. Hermin, kendisini zorla evlendirdikleri Ermeni Nişan’la geçirdiği araba kazasında ölmüş… Yusuf ise, gazisi olduğu 93 Harbi’nden, iki yıl sonra Harput’a döndüğünde, Hermin’in kara haberiyle karşılaşmıştır.
Yukarı Şehir romanının, özetimiz dolayısiyle kolay anlaşılabilecek bir bölümünü, aşağıya alıyorum. Misyonerlerle zengin Ermenilerin, Müslümanlar gibi Ermenilere de ters düşen ilk safhaları, bu metinde görülecektir.
Yukarı Şehir’den (XVIII. Bölüm) – Şemsettin Ünlü
Zaptiyenin, Süleyman’ı Şüşnaz yolunda, toprağın üstünde yan baygın yatarken bulduğu, kalçasından bıçaklanmış uğursuzun katır terkisinde şehre getirildiği haberi Kurşunlu Cami karşısındaki Büyük Kahve’ye ulaştığında, kahve, her günkü yaşlı başlı müşterileriyle yan yanya doluydu.
Müşterilerin yan yana oturup söyleştikleri peykeler, çay ocağının iki yanından başlayarak pencere önlerini, kapı yanı duvarlarını, karşı duvarı fırdolayı çevirmişti. Yan adam boyundan biraz daha azdı peykelerin yüksekliği; üstüne bir dizi minder atılmıştı.
Kurşunlu Cami’nin koyu gölgeli ulu çınarına, havuzlu bahçesine bakan pencerelerden ilkinin önü uzantısındaki köşe peykeye Hoca Hüsamettin Efendi, Telgraf Müdürü Alevdar Naci Bey, Sürmeli Hacı yan yana oturmuşlardı. Müşterilerin aralarında sürdürdükleri konuşmaların hemen tamamı iki günden beri şehirde olup bitenler üstüneydi.
İstanbul’dan, Dahiliye Nezareti’nden gelen telgraf, Salih Sıtkı Paşa’mn zaptiyeleri çağırması, kilise önündeki toplantılar, arabacı Yanık Mamo’nun ölümü, hepsi… Olaylar türlü yorumlarla birbirine bağlandı, ilgililerin geçmişi geleceği irdelendi adamakıllı.
Müezzin Şifa Hoca, kahve kapısında dikilip zaptiye Alâattin’in yaralı Süleyman’ı bulup getirdiği haberini verdiğinde; Hüsamettin Hoca, uzun kırçıl sakalını çekiştirdi, huysuz gözlerini kisti:
“İlü günde iki kişi!” dedi, “Bayramlık bize bunlar… Dün arabacı Yanık Mamo, bugün de bu.”
“Bırak Süleyman’ı Hoca… uğursuzu!” diye kesti sözünü Sürmeli Hacı.
“İt, uğursuz… N’olursa olsun Hacı. Adamda mıyım ben? Bak sen neler oluyor… Fesattır bunlar, fesat! Nicedir ekilmiş fesat tohumlarının otu, ağacı… Yabanın misyoneri gelmiş, arife günü kalabalığında fink atıyor çarşı içinde; kolu başı açık kızını önüne katmış!.. Nerden alır cüreti, pervasızlığı, söyler misin bana, nerden alır, ha?.. Diyeyim, ben söyliyeyim size. Açık, aşikâr! Dini, devleti yabanın gâvur- lan; elçileri, konsoloslan dileğince çekip çevirmeye akıldır diyen Vali Paşamızdan alırlar… Peşlerinden ayrılır mı hiç!.. Bre nâmert diyeceksin, yok yoksul musun? Neyin eksik? Sütü bozuk herifin!”
Oturduğu yerde uyuşan ayağım değiştirdi, cübbesinin eteklerini topladı, akşam serinliğinde yapraklan titreşen ulu çınar ağacına dikti gözlerini.
Alevdar Naci Bey, düz, durgun sesiyle:
“Vardır adamın da bir sıkıntısı, bilinmezin Hoca,” dedi, içini çekti.
“Bunun sıkıntısı mal açlığından, gözü doymazlıktan Müdür. Ne sıkıntısı olacak başka? Bakma sen, “Kızım da kızım!” diye dolanıp gezdiğine. Bulmuş Dabak Yusuf gibisini, öpsün başına koysun. Müslüman’a kız vermiş bir kendisi jpi bu dünyada? Biliriz biz bunların evveli eskisini… Söyletme şimdi.”
Hüsamettin Hoca’nın bilip de “Söyletme” dediği, Bezirciyanların “evveli eskisi ”, gerçeği hiç yok ya da çok az, yakıştırma bir kurt masalından başka bir şey değildi.
Söylentiye göre; Boğos’un babası Tanak, oldukça genç yaşında, daha yirmisine varmadan; siyah, uzun saçlı, iri gözlü, esmerin güzeli bir dilberle evlenmişti. Şam, Beyrut oralardan bir yerlerdendi kız. Mal getirmeye gittiği yolculuklardan birinde Tanak, kızı da dönüş kervanına katmış, onca yolu at sırtında geçip gelmişlerdi Yukan Şehir’e.
Tanak dört dönermiş karısının eteği ucunda. Dört dönermiş ya, bir yıl beş yıl on yıl geçmiş, çocukları olmamış bunlann.
Çocuk derdine Tanak’ın deliye döndüğünü gören fettan kan; Dersim Kürtlerinden kara yağız bir delikanlıyı kestirmiş gözüne, bağa ırgat diye tutmuş. Yedirmiş, içirmiş; ahır damındaki sekiye yatak sermiş yatırmış geceleri.
Günlerden bir gün, kuşluk vakti, Tanak’ı işine yolcu ettikten sonra; gitmiş, soyunmuş girmiş koynuna Dersimlinin.
Bütün yaz, ver takke al külah, bu iş böyle sürer gidermiş ya, tadında bırakmamış bunlar. Sıcak Arap topraklarından geldiğinden midir nedir; kanı tutuşmuş kadının. Gecelerden bir gece, yorgun argın Tanak yatağında uyur bellemiş, sıyrılmış, inmiş ahır damına delikanlının koynuna… Sarılıp yatmakta iken bunlar böyle, işkilli Tanak yataktan çıkmış, varmış üstlerine.
Ondan ötesi inanılır gibi değildi! Kan kocanın bir oldukları, yol yordam bilmez Kürdü yok ettikleri anlatılırdı. Kimi baltayla kestiklerini, kimi tavana astıklarını, kimi de bayıltıp havuzda boğduklarını söylerdi. Para pul verip herifi başlarından savdıklarını söyleyenler de vardı.
Çoğunluk bu öyküye güler geçerdi. Güler geçerdi ya, Tanak’ın evliliğinin on ikinci yılında doğan oğlu Boğos’un kara kalın kaşlarının, koyu siyah gözlerinin, perçeminin, ince dayanıklı iskeletinin, Yukarı Şehir Ermenilerinden çok, Dersim Kürtlerine benzediğini de söylemeden edemezlerdi. .
Anlatılanlar şudur budur ama, Tanak’ın ileri yaşlarında bile, oğluna toz kondurmadığını, üstüne titrediğini Yukarı Şehir’de bilmeyen yoktu. Tanak Bezirciyan, ömrü boyu, bir tek oğluna en iyisini yedirmiş, en iyisini giydirmişti. Ticaretin girdisini çıktısını öğrensin, bir eksiği kalmasın diye, yanma güvenilir koruyucular katmış, İstanbul, Halep, Şam tacirlerinin yanma göndermişti.
Boğos’un gurbette olduğu aylar, Tanak deli divane, oğlunun dönüp geleceği günleri iple çekerdi. Boğos da, her gelişinde, sandık sandık değerli mal getirirdi; İngiliz dokumaları, gümüşten, porselenden mutfak takımları, şamdanlar, avizeler, kokulu sabunlar, allıklar, pudralar, lavantalar… Bakırdan, tahtadan, topraktan yapılmış yerli malların, yerli dokumaların, gülsuyun un, günlüğün, evde yapılmış sabunların yerini, bu dışalımdan gelen malların alması çok da uzun sürmedi. Boğos’un getirdiğini, getireceklerini dört gözle bekleyen, kıskançlıkla birbirini gözleyen varlıklı ailelerin sayısı giderek arttı.
Gün geldi, hanın zemin katındaki tek dükkân işlere yetmedi. Aradaki bölmeler kaldırıldı, üç dükkâna birden yerleşildi. Bezirciyanlar, Mezre’ye, Palu’ya, Pertek’e, Hozat’a toptan mal vermeye başladılar: Perakendeci tüccara hesap açtılar, defter tuttular.
1865 kışındaki kırımdan sonra, baharda, önce Tanak, arkasından da karısı göçüp gitti.
Boğos, babasının, arkasından da anasının ölümüne çok ah vah etti. Bu ah vahların ana, baba acısına mı, yoksa, o sıra epey bozulan işlere mi olduğu belli değildi. Hangisi olursa olsun, Boğos’u Boğos Bezirciyan yapan o sıkıntılı günler oldu; sakalı, gözlüğü, kara cübbesi, az öne eğik yürüyüşü, asık suratı ile, ünü dört bir yanı tutan Boğos Bezirciyan’ı…
Amerikalı misyoner Wheller’in, tüccar malı getiren katır kolu yanı sıra Yukarı Şehir’e geldiği ilk gün, doğruca Bezirciyan’ı sorduğu, tâ Amerika’dan getirdiği tanış mektubunu verip yerleşmesine yardımcı olmasını istediği bilinirdi.
Ev tutup yerleşinceye kadar Boğos Bezirciyan’ın konağında konuk kalan Amerikalının ne demeye, ne iş tutmaya geldiği, o sıra, Müslüman Hristiyan, bütün Yukarı Şehir’lilerin kendi kendilerine sordukları, öfkeyle tartıştıkları bir konuydu.
“Misyoner” sözcüğünü ilk kez bu Amerikalı geldikten sonra duydu Yukarı Şehir’lilerin çoğu. Müslüman hocalar kadar Ermeni papazlarda çileden çıktı:
“Neresi burası? Dinsizler, imansızlar toprağı mı? Nasıl izin verilmiş, kim vermiş? Küfürdür bu, hayinliktir, zındıklıktır!” dediler.
Hocalarla papazlar yan yana mühür bastılar, sadrazama, şeyhülislâma telgraf döşendiler. Ses soluk çıkmadı.
Yöre halkının saflığa varan konukseverliğinden alabildiğine yararlandı Wheller. Arkası sıra ağzına geleni söyleyenler, yüz yüze gelindi mi sus pus olurlardı… İstanbul’a, sadrazama, şeyhülislâma çekilen telgrafların altına, en başa, koca mühürünü öfkeyle basmış olan Müftü’yü görmeye gittiğinde; yüz verilmemek, kapıdan kovulmak şöyle dursun, Wheller Efendi, tam tersine kahve içti, ikram gördü. Giderek, Müslümanların da, Hristiyanların da bayramlarına, düğünlerine, cenazelerine katıldı. Aklı ersin ermesin, şehirlinin sorunlarına güya çözümler buldu, akıl verdi. Yoksula, yalnız güçsüze yardım yapıyormuş göründü; bir yaptığını, el altından beş gösterip söylenti yaymayı becerdi.
Bugün yaran, yüz bulamaz, defolur gider diye düşünenler yanıldılar. Bir baktılar M aylar, yıllar geçmiş, Wheller yerleşmiş kalmış aralarında. Önce kızını, sonra bir başka misyoneri, Bamum’u getirtmiş almış yanına. Bir aile, iki aile derken, tuzu kuru Ermenilerden “Protestan Cemaati” bile oluşturmaya başlamış.
Misyonerlerle Bezirciyanların sıkı fıkılığı böyle başladı, sürdü. On yıldan bu yana, Bezirciyanların Protestan olduğu birkaç kez söylendi, aslı çıkmadı. Boğos Bezirciyan, her söylentinin arkasından çoluğunu çocuğunu topladı. Kaledibi Kilisesi’ndeki Büyük Cemaat’in âyinlerine katıldı. Cemaat üyesi olmanın yükümlülüklerini, artığı var eksiği yok, yerine getirdi. Böyle yaptı ya; misyonerlerin biçki- dikiş, konserve yapımı, Ermenice, İngilizce okuma yazma öğrenimini örgütleme çalışmalarını desteklemekten; giderek Amerikan koleji açılması girişimlerini var gücü ile arkalamaktan gen durmadı.
Misyonerlerin geldiği, Bezirciyan’ın misyonerlerle sıkı fıkı olduğu yıllar birbirini izledi; Hermin’in Yusuf a verilmesi sorunu geldi çattı; dallandı, budaklandı.
Wheller, kızın Yusuf a verilmesine açıktan karşı çıkmıyordu. Bezirciyan’ın, oğullarının öfkelerini, olumsuz tavırlarını desteklemek, yeri geldiğinde akıl vermekle yetiniyordu. (Yukarı Şehir, s. 109-113)
Şemsettin Ünlü ’nün Romanları Üzerine
Şemsettin Ünlü ’nün mevcut üç romanı, ele aldıkları konuların diziliş, düğümleniş ve sonuçlandırılışı bakımından, bildiğimiz (klâsik) denilebilecek tarzdadır. Bu romanların yeniliği, eski bir kültür merkezi olmakla beraber, kıyıda kalmış bir şehrin çevresi ve geçmişi içinden, tarihimizin 1860’tan II. Meşrutiyete kadar önemli bir devrini, yorumlayış ve değerlendirişidir.
Bazılarının “sürükleyici ve okunabilir” diye övdüğü roman vasıfları bu kitaplarda hakkıyla mevcuttur. Harput şehri ve çevresi hakkında geniş ölçüde coğrafi, tarihî bilgi, rivayet, efsane, folklor, türküler, sosyal hayat incelemeleri vs. bu eserleri “taze” ve ilgi çekici kılmaktadır.
Yazar, Harput’a, bu şehrin adamlarına, otuna, ağacına, törelerine derin bir sevgi ile bağlıdır. Bir devrini ele aldığı Harput’un tarihine de peşin-fikirsiz, kasıtsız, ideolojisiz bakmaktadır. Ermeni-Türk, bürokrasi-halk çatışmalarını anlatırken yazarın taraf tutmadığı görülüyor. Yorumlan yumuşaktır. 93 Harbi’ni anlatan sayfalarında, milletçe yenilişimizden acı duyan gönlü kırık onurlu Türk aydınının duygulan sezilmektedir.
Bu romanların ilgi çekici bir yanı da dildeki seçilmiş ve özenilmiş inceliktir. Yazarın, her üç romanında “ve” bağlacını hiç kullanmadığı görülüyor. “Ve” yi kullanmamak, vaktiyle Nurullah Ataç’ın bir önerisi ve uygulaması idi.
Şemsettin Ünlü, Harput dolaylarının şive ve konuşmalarını, deyim ve ibarelerini, kelimelere verilen özel anlamlan (Harput’tan kopmamış bir aydın olarak) iyi biliyor. Ancak, bunlan öylesine ölçülü ve olağan kıvamda kullanıyor ki bazılarında yapmacığa hatta “komikleştirme”ye kaçan “şive taklidi” Şemsettin Ünlü ’nün romanlarında göze batmıyor. Nitekim Harput konuşmasını sade hatta “an” Türkçe ile kaynaştırmak ustalığım gösteriyor. Yeni türetilmiş kelimelerin “uydurma” olanlarım kullanmaktan da, her hâlde Türkçenin “damak lezzetine” sahip olması dolayısıyla kurtuluyor.
Şemsettin Ünlü, Türkçe konusundaki sevgisi, titizliği ile birlikte, yabancı dilden gelme sözlerin, dilimizde gittikçe dal budak salmasından duyduğu kaygıyı da şöyle dile getiriyor:
“- İnsanımıza, geçmişimize, açık yüreklilik ve sevgiyle bakmasını bilmeliyiz. Tarihî gerçekleri saptırmadan, gerçek hayatı değiştirmeden vermeğe çalışırken dil bize yardım ediyor. Konuşulan dili kullanmadan roman yasamayız. Yukarı Şehir, Yunus’un mısralarıyla başlar. “Miskin âdem oğlanını /Benzetmişler bir ekine/ Kimi biter kimi yiter/ Yere tohum saçmış gibi. “ Ustamız Yunus olunca dil zevkine varmamak mümkün mü? Hep düşünmüşümdür Yunus Emre ile aynı asır- da yaşayan bir de romancımız olsaydı. Halk hikâyelerimiz ve masallarımız dilimizin canlılığının en güzel örnekleri. Bu gün de aynı problemleri yaşıyoruz. Yaşayan dile yabancı dillerden gelen, her geçen günde sayılan artan kelimeler. Çözümü düşünmek, dilimizi severek ustalıkla kullanmak zorundayız.”
(Türk Edebiyatı, Mart 1991, s. 209)
Yukan Şehi/in devamı olduğunu daha önce söylediğimiz “Toprak Kurşun Geçirmek romanı, yine Harput’taki çevre ve kişilerle ilişkili olmakla birlikte, “1877- 1878” Rus harbinin (Doksanüç muharebelerinin) hikâyesidir. Bu romanın arka kapağında eser şöyle tanıtılmaktadır
“Hak etmedikleri bir yenilgiye yiğitlikle baş kaldıran, savaşı saldırganlık değil hak savunması sayan Anadolu insanının, yüz yıl önceki gerçek serüvenini anlatıyor. Güncel sorunlarımızın köklerine iniyor.” Böylece, kendi içinde bağımsız olmakla birlikte Toprak Kurşun Geçirmez, kişileri Harput çevresi, oradaki aşk ve diğer maceralarla çatışmaları devam ettirmesi bakımından Yukarı Şehir’in İkincisi oluyor.
Ancak, birinciden belirgin farkı, Toprak Kurşun Geçirmez’in, belki de en güçlü savaş romanlarımızdan biri olmasıdır. Bu romanı okuyunca insan, ister zaferle ister yenilgi ile bitmiş olsun, tarihimizdeki önemli savaşlardan hemen hiç birinin “romanı” yazılmamış olduğuna hayıflanıyor. Gerçi Kırım Harbi ve daha sonralara kadar yazılmış manzum nesir “zafemâme”ler ayrıca (kimileri ozanlarca yazılmış) kısa destan parçalan, koçaklamalar vardır. Fakat bunlar, onları hiç de bilmeyen veya onlara değer vermeyen romancılarımız, şairlerimiz tarafından gözardı edilmiştir.
Sadece İstiklâl Harbi’mizi anlatan birkaç roman vardır. Yalnız ilk Balkan bozgunları üzerine, Zağra Müftüsünün Hatıraları (Tarihçe-i Vak’a-i Zağra) ve Balkan savaşı yenilgimiz üzerine de Hafız Hakkı Paşa’nın hatıraları, bu konulardaki roman ihtiyacımızı az çok karşılayan eserlerdir.
Şemsettin Ünlü ’nün bu romanını, özellikle, tarihimizin gerçeklerine dokunan, bilinçli, doğru, realist bir eser olarak değerlendiriyoruz. Bu romandaki başarının bir sebebi de, yazarının albaylıktan emekli ve doğruyu arayan ve bozgunlardan ötürü yüreği yanan bir aydın olmasıdır. Kaldı ki Şemsettin Ünlü ’nün bu eserine güvenirlik sağlayan bir husus da, kendisinin bu romanları yazmak için “Otuz yıl incelemeler yapıp notlar aldığım” söylemesidir.
Bu romanda, belki de en büyük yenilgimiz olan 93 Harbi’nin, aynı zamanda, göz yaşartıcı kahramanlık safhaları da olan Doğu cepheleri anlatılmaktadır.
Bu romanda, 93 Harbi’nin başlıca ayrıntıları ile birlikte, Yusuf’un bakışı ile bazı cephelerin durumu da canlı tasvirlerle verilmektedir. Önce er, sonra çavuş olan Harputlu debbağ Yusuf’un Harput’taki annesi, babaannesiyle ve dostlarıyla ilişkileri, bazı kesintilerle devam etmektedir. Severek kaçırdığı Ermeni Bezirciyan’ın kızı Hermin’le aşkı ve ailesiyle, ters giden münasebetleri de bu romanın konusu içindedir.
Bu roman hakkında Feridun Andaç, Yeni Düşün dergisinde (Mart, 1989 / 90) şunları söylemektedir:
“1877 Osmanlı-Rus Savaşı; onun başlayışı, bitişi, bir insan portresinin çizilişi gibi canlı, sahici. (…) Savaşan insanların durumları hiçbir abartıya, yapaylığa kaç- maksızm yansıtılıyor. Doğa-insan, insan-insan, insan-mekân ilişkisinin savaş ortamındaki görünümü, biçimlenişi, başarılı biçimde dile getiriliyor.”
Aşağıya aldığımız romanın bölümünde, yenilgiye uğramış birliklerimizin şurada buradaki döküntüleri, Ruslarca işgal edilmiş bir köyün hali ve Harputlu çavuş Yusufun, çırağı olduğu debbağ Ömer Usta’nın öğütlerine uyarcasına gösterdiği gayret azim ve fedakârlıklar anlatılmaktadır
Toprak Kurşun Geçirmez’den
“Hele yiğitlerim… Hele fidanlarım… Tarlada tınazlarım, otlakta taylarım, yukarda umutlarım benim!”
Uğru Çıkmaz’ından aşağı, ağaran güne karşı her adım atışında, ustasının bu sözlerini anımsadı Yusuf; omuzundaki sancıyı bu sözlerin eski sıcaklığıyla dengelemeye çalıştı.
“Hele yiğitlerim… Tarlada tınazlarım…”
Kara kuru, deri önlükleri ayak bileklerine varan iki çocuk; Nusret’le kendisi… “Tarlada tınazları ” Ömer Usta’nın!
Çemberleri paslı kara fıçıyı döndüre döndüre işliğin önündeki taşlığa çekti de içindeki suyu deviriverdi bir gün Usta!
“Bak Yusuf!.. İyi bak!..” Taşların üstünde köpüklenip akan kirli suya çenesini uzattı. “Suyken su, durulup bozulmayı sevmez konduğu yerde.” Parmağını paslı çemberlere dokundurdu. “Sızar, çürütür, akmaya zorlar kendini… Durmak, durulmak, şunun bunun buyruğunda olmak ayıbıdır insanın. Suya haktır akıp gitmek… Kuşa uçmak… Kula kul olmamak… Böyle belleyin.”
Karanlığın içinden çıkarmış gibi, takım takım düşman süvarilerinin; durgun, düzensiz, ne olacağını bilmeden bekleşen tutsakları çevirişi gözlerinin önündeydi. Silâhları alman ite kaka yol üstüne indirilen kafileler…
Köye girmeyi hiç düşünmedi, yakınma bile varmadı köyün; dere yatağı boyunca dolaştı, hızla uzaklaştı.
Sabaha karşı, ayak tekerlek izleriyle kabarmış ak bir patikanın ucunda; on, on beş evlik bir köy gördü. Dikçe bir bayırın eteğindeydi köy. Yıldızlar söndü sönecek titreyip duruyorlardı yukarda. Alacadağ gözden yitmiş gitmişti.
Bayır yukarı, yola en uzak eve vardı; aralığa yaslandı, yavaşça vurdu kapıyı. Hemen bir köpek hırlaması geldi içerden. Kapıyı ikinci kez vurmaya kalmadan var gücüyle havlamaya başladı köpek; sesi sabah alacasında yankılanıp dağıldı.
Avludan kapıya doğru yaklaşan hışırtılı ayak seslen duydu.
“Hoşşt, bağırma gece yansı… Ne var?”
Kapı aralandı; uzun boylu sakallı bir adam, şaşkın kalakaldı eşikte. Parmağını ağzına götürdü, yüzünü yüzüne uzattı Yusufun:
“Kimsin… ne istedin? Vay babam! Ula askersin sen…Hişşşt!.. ” Omuzundan itti, yandaki gübre yığınının arkasına aldı Yusuf u. “Ula delirmişsin sen! Gâvur… gâvur içerde! Ne edecez? Köyü basmışlar kurban!..”
Aralıktan doğru yabancı sesler duyuldu.
Köylü, omuzundan bastırdı, gübre yığınının arkasına çömelmeye zorladı Yusuf u. Fırladı, kapının yanında uçkurunu çözdü, şalvarını sıyırdı, çömeldi yere.
Biri uzun boylu, iri kıyım, öbürü daha kısa, iki Rus eri belirdi eşikte. Bağıra çağıra bir şeyler söylediler. Sesleri köpeğin havlamalarına karıştı. Kıçı açıkta, duvar dibine çömelmiş köylüyü görünce gülüştüler; kapıdan içeriye çekildiler.
Şalvarını çekti, Yusufun yanma geldi köylü:
“Hişş… duydun mu beni asker? Buraya bak!”
Yusuf sokuldu:
“Sağol kardaş… Allah razı olsun.”
“Hışş… Ne yana gidecektin? İsmail Paşa’nın askeri misin?”
‘Yok.”
“Kulak ver… İsmail Paşa, askeri arkasında evveli gün geçti. Gâvur gerisinde. Hiç durmaan. Aç mısın?”
“Yok… yok… Ne yana gitti İsmail Paşa’nın askeri? Yolu göster sen hayrına. ”
Adam iki büklüm, kolundan tuttu Yusufu; emekleyerek uzaklaştılar evden. Belli belirsiz bir çizgi gibi köyün önünden geçen yolu gösterdi sakallı köylü:
“Aha yol… ” diye fısıldadı. Başım iki yana salladı. “Yola girme yiğit. Pasin üstüne çekildi asker.” Sıra sıra karanlık tepelere uzattı elini: “Aha bele git sen. Üç… yok dört saat git, geçide varırsın. Hadi durma! Allah işin rasgetire… ”
Bayır yukarı, sel yarıntılarının içinden hızlı hızlı yürüdü Yusuf. Yorulmuş, soluğu sıklaşmıştı. Gündoğusu ağır ağır alacalanıyordu arkasında. Işıktan kaçar gibi, bütün gücünü dizlerine verdi, köyden uzaklaşmaya çalıştı.
Alacadağ’da ordunun yenildiğini, büyük bölümü ile tutsak edildiğini öğrendiği gün, İsmail Paşa, Ağrı Dağı geçitlerindeki birliklerine çekilme emri verdi.
Birlikler, sezdirmeden, sessizce sıyrıldılar düşmandan. Eleşkirt vadisinin içinden ilerlediler: Zeydkan, Tahir Geçidi, Karaderbent’i geçtiler, yola çıktıklarından sonraki yedinci gün Pasin’e vardılar.
Yusuf, dört gün, tepeden tepeye İsmail Paşa’nın birliklerini izleyen düşmanın önünden kaçtı Beşinci gün, gün batarken, Pasin girişinde İsmail Paşa’nın artçılarına yetişebildi. Artçı komutam Yüzbaşı Harun, kâğıtlarına baktı; bölük komutanının, tabur komutanının adlarını sordu Yusuf a Miralay Osman Beyin adı geçtiğinde duraksadı:
Köprüköy’e vardıklarında gövdesi bir külçe gibiydi Yusufun. Yüzü, elleri, boynu yanıyordu.
“Kaç günlük bu yara Çavuş?”
Sağlık çadırında yarayı açtı da yüzünü buruşturdu Tabip Yüzbaşı İnce kesimli, esmer yanığı, gözlüklü bir adamdı; sinirli, eline çabuk.
“Bugün altıncı gün. Altı gün oldu.”
Kanlanmış, kurumuş çevreyi bir yana koydu; elindeki pamuğa alkol döktü Yüzbaşı. Omuzun hemen altından dirseğe doğru kızarmış, cerahatlanmıştı yara. Pamuğu bastırdı, çürükleri temizlemeye koyuldu:
“Altı gün… altı gün be oğlum! Bir Allah’ın kulu yok muydu bunu saracak? Şuraya bak… Zor sağalır senin bu kolun. ” Bulanık sanca bir merhem sürdü yaraya. Çadırın girişinde oturan yazıcıya döndü: “Hastaneye yaz Çavuş’u, Selim… Hâriciyeye. Kaç kişi var bugün gidecek?”
Yazıcı yerinden doğruldu:
“Yedi kişi beyim.”
Öğleye kalmadan, beşi yaralı, ikisi hasta, yedi kişi bir arabaya doluştular, Erzurum’a doğru yola çıktılar.
Arabacının yanında, sırtını kasaya verdi, ellerini kucağında kavuşturdu Yusuf. On aydan bu yana ilk kez silâhsızdı!… Başını geriye yasladı, gözlerini kapadı…
(Toprak Kurşun Geçilmez, 1988, s. 230-236)
KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL