Kimdir

Tomris Uyar kimdir? Hayatı ve eserleri

Tomris Uyar kimdir? Hayatı ve eserleri: İstanbul’da doğan Tomris Uyar, Amerikan Kız Kolejinden (1961) sonra, İstan­bul Gazetecilik Enstitüsü’nü (1963) bitirmiştir. İngilizceden tercümeler, eleştir­me, inceleme yazıları da bulunan yazar, daha çok hikâyeleri ile tanınmıştır. Şair Turgut Uyar’la evleninceye kadar Tomris R. imzasını kullanıyordu. 1968’lerden beri dikkat çekmeye başlayan hikâyelerini İpek ve Bakır (1971), Ödeşmeler (1973) Dizboyu Papatyalar (1975), Yürekte Bukağı (1979) Yaz Düşleri/Düş Kışlan (1981) Gecegezen Kızlar (1983) Yaza, Yolculuk (1986) Sekizinci Günah (1990) Otuzların Kadını (1992), Aramızdaki Şey (1997) adlı kitaplarında toplamıştır. Böylece on hi­kâye kitabı yayımlayan Tomris Uyar’ın yazı hayatı boyunca yalnız hikâye sanatın­da karar kıldığı, romanı hiç denemediği görülüyor.

Uyar’ın ilgi çekici denemeleri de vardır. Yazarın çok iyi okuduğunu, yabancı ede­biyatlara, yeni roman yazarlarına vukufunu gösteren bu denemeler de hikâyelerini andırmaktadır. Özellikle “Gündökümü 87” genel başlığı altında (sonuncularını) “Hürriyet Gösteri” dergisinde yazdığı denemeler, çok yerde hikâyelerinin malzeme­si olmakta, hatta bazen o denemelerdeki bakışların hikâyeleştiği görülmektedir.

Denemelerinin yanısıra “günlük” halinde yazdığı “metin”lerini ayrıca Sesler, Yüzler ve Sokaklar (1981), Günlerin Tortusu (1985), Yazılı Günler (1989), Gündö­kümü (1975-1980): Bir Uyumsuzun Notlan (1989), Tanışma Anları (1989-1995), (1995), Yüzleşmeler: Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999), (2000)’nda toplamıştır.

Hikâyelerinin 25 yıllık seyrine bakarsak, Tomris Uyar’ın, durmadan yenilikler arayan, Türkiye dışındaki roman ve hikâye gelişmelerini iyi takip eden, bunun için de sürekli üslûp değiştiren, taze teknikler arayan bir yazar olduğu görülüyor. Yalnız sanat anlayışı değil, dünya görüşü de zaman zaman değişikliklere uğruyor.

Nitekim Türk Edebiyatı (O zaman) Cilt 3’ün 1974 baskısında, Tomris Uyar’ın, o güne kadar çıkmış olan “İpek ve Bakır, Ödeşmeler, Dizboyu Papatyalar” adlı üç kitabına bakarak ve İpek ve Bakır’dan aldığımız “Derin Kazın” hikâyesini de su­narak yazılan hakkında şunları söylemiştik:

“İngiliz edebiyatı ile yakınlığı bulunan Tomris Uyar’ın, hikâyede yeni teknik­ler denediği, bu arada çeşitli ve yeni anlatış yollan aradığı görülüyor. İstanbul’un içinden, zengin üst tabaka ve konaklı yaşayışlarından gelen güzel bir Türkçesi de var. Soyut ile gerçek arasında, aydınlıkla kapalı arasında bir hikâye dünyası kur­maya çalışıyor. Yerli hayata uygulanmış yabancı edebiyat temleri, derinleşen, za­rifleşen satırları halinde uzanıyor.

Aile hayatının, kendi yaşayışlarının, tanıdığı yüksek düzeyde konaklı, şatafat­lı zümrelerin hikâyelerine malzeme olduğu, bunları bazen tedirgin, bazen istihzalı bakışla yazdığı görülüyor. Çevresi genellikle İstanbul’dur; İstanbul’da çatı­şan hayatlar, törelere, kalıplara karşı tepkiler Tomris Uyar’da, belli belirsiz ko­nulardır.”

Behçet Necatigil ise Türkçede İsimler Sözlüğü’ndeki kısa değerlendirmesinde Tomris Uyar hakkında şunu söylüyor: “Genellikle ekonomik-sınıfsal sorunların baskısı altındaki kişilere eğilen hikâyeler” yazmıştır.

1980 Varlık Yıllığı’nda “Yürekte Bukağı” kitabı için: “Tomris Uyar gerçekte, bir şiir yoğunluğunda, ince duyarlıkların, gizli ayrıntıların yoğun gözlemlerin öy­kücüsüdür” deniliyor. 1986’da çıkan “Yaza Yolculuk’ kitabı için, “Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı”nda verilmiş bir hüküm:

“Şehirli yarı-aydın tipolojisini çözümleyen hikâye yazarlarından biri de Tom­ris Uyar. Kasaba, adı geçen yazarların yaklaşamadığı bir dünya. Tomris Uyar “801i yılların başından itibaren sosyal ve ferdî kişiliklerini kaybeden, fikrî varo­luşları erozyona uğrayan insanları anlatıyor. Kelimeleri, anlattığı insanların şah­siyetleri gibi belirsiz, bulanık hatta yabancı. ” şeklindedir.

1990’da çıkan “Sekizinci Günah” adlı kitabını eleştiren Mustafa Kutlu ise şu görüşleri ileri sürüyor:

“Yazar bu kitabında ‘sosyal içerikli’ işlerin iyice ötesinde belki Pera’da, eski bir levanten evinde, eski dantelalar, kokular, antikalar, ak saç telleri arasında, menteşeleri paslandığı için rüzgârda sallandıkça garip sesler çıkaran bir pancurun gerisinde oturmuş sokağa bakıyor. Bir göl görüyor, bir genç adam, bir manas­tır, bir kütüphanenin küf kokan mahzenleri. Ara sıra silkinip uyandığında ‘somut olgularla burun buruna geliyor: Ülkemizde yazarlığa meslek gözüyle bakılmadı­ğı gibi, kitapların artık satmadığı gibi.” (Dergâh, c. I, sayı: 4, Haziran 1990)

Kutlu, bu hükmünü güçlendirmek için, Tomris Uyar’ın “Seçilen Yol” yazısını da tanık gösteriyor:

“Sekizinci Günah’ta görülen bu içe kapanma sebepsiz değil pek tabiî. Aşağı­daki satırları yazarın Yeni Düşün dergisinin Bahar 90 sayısında yayımlanan “Se­çilen yol” başlıklı yazısından aktarıyorum:

“…. Kentin çarpıklaşan mimarisini, hiçbir nirengi noktası kalmayan kişiliksiz sokaklarını, içi kararmış insanlarını görmezden gelelim. Ama o zaman yaratı ile yaşam arasındaki bağı da görmezden gelmemiz, yaratının özsuyunu yaşamdan al­dığını yadsımamız gerekecek. Gitgide evimize daha çok kapanarak, üç beş kişiy­le görüşerek sağlığımızı ayakta tutabiliriz. Ne yazık M bu bile güvenli bir yol de­ğil. Bakıyorsunuz, on yıl önce siyasî görüşlerinden ötürü işkence görmüş bir dos­tunuz, şimdilerde köşeyi dönmenin yollarım arıyor. Altı yıl önceye kadar gazete­lerdeki iktisat yazılarını saygıyla okuduğunuz biri, bir holdingin genel koordina­törü olmuş. Dünün ateşli gençlik örgütünün liderleri, bugün hükümetin sözcülü­ğünü yapıyor. Edebiyat tutkunu bir genç, “muhabbet”, “takılmak”, “entel” gibi sözcükler serpiştiriyor konuşmasına….

Yazının sonunda Tomris Uyar kendi durumundan hoşnut olduğunu, yürüdü­ğü yolda “makas değiştirmediğini” belirliyorsa da, “Mavikan kokusu” aralıksız yayılıp duruyor satır aralarından.”

Görülüyor ki Tomris Uyar’ın hikâyeciliği hakkında verilen hükümler, birbiri­ni tutmamaktadır. Bundan da öte birbirlerine zıt bile görünmektedir. Bunun se­bepleri, tenkitçilerin bakışlarındaki farklılıkla beraber, yazarın sürekli değişen hikâye anlayışı ve yenilik tutkusu olabilir. İyimser bakış: Uyar’ın hikâyeleri, de­rinliklerinden ötürü, farklı yorumlara katlanabilir değerdedir. Karamsar bakış: Tomris Uyar’ın, 25 yıla rağmen kendi hikâye tarzını henüz bulamadığı noktasın­dadır.

Tomris Uyar’ın ayrıca sanatkârca bir endişesi var ki, onu da bir meziyet olarak belirtmek isterim. “Yeni bir şey yapmadan, kendisini aşmadan kitap çıkarmanın doğru olmadığını” düşünen Uyar, “Gündökümü 87’de (Hürriyet Gösteri, Mart 1987) şunları söylemektedir.

“Sanatçının en acımasız, en gerçek eleştirmeni kendisidir görüşünü benim­seyen Füreya, artık seramik yapmayacağını, devam etmeyeceğini kesin sözcük­lerle belirtirken şöyle bir gerekçe gösteriyor bu kararma:

“Şunun için : Son sergim, daha önceki yapıtlarımdan, gerçekleştirdiklerim­den, temalarımdan bir adım daha önde değildi. Bunun bilincindeki bir insan, na­sıl devam edebilir?”

Başka ülkelerdeki durumu bilemem, ama bizim ülkemizde her ay dergilerde ürünlerini izlediğimiz her yıl birkaç kitabını okuduğumuz yazar şair sayısının ka­barıklığını bu tür bir hesaplaşma /özeleştiri alışkanlığının yokluğuna bağlayabi­liriz rahatlıkla. “Devam etmek’ evet, ama ne adına? Kurulması yıllan alan (kurulabildiyse tabiî) bir mimarîye bir taş, bir bezek daha ekleme adına mı? Yerini sağ­lamlaştırma adına mı? “Ortalıkta görünmezsem, unutulurum” kaygısı mı bu? “Yazdıklarım, şimdilerde yazılanlardan iyi” avuntusu mu? “Gün gelir, müthiş bir şey yaratırım saplantısı mı?”

Uyar’ın Hikâyelerine bakış

Burada, Tomris Uyar’ın özellikle son hikâyelerine bakacağız. Yalnız, daha ön­ce, kendi yazılarından ve “söyleşi”lerinden yararlanarak, fikirde teknikte, üslûp­ta, konu ve kişilerde yaptıklarını, yapmak istediklerini göstermeye çalışacağız.

Önce şunu söylemeliyiz Tomris Uyar, Türkiye’ye ıslâh formülleri arayan dokt­rin yazarlığına özenmemiştir. Kültürü, yetişme tarzı, çok yönlü düşünme gücü ve İstanbul geçmişine ister istemez bağlılığı, işlerin basit formüllerle çözülmeyece­ğini ona anlatmıştır. Öte yandan bağlı olduğu ve gittikçe daha fazla bağlandığı “soyutçu, giz’ci, fanteziye dönük ve klâsiğe karşı” olan hikâye-roman anlayışı da “sosyal gerçekçiliğe” zaten karşıdır. Hatta yazar, her türlü gerçekçiliği şüphe ile karşılamaktadır. Hikâye gerçeğinin başka bir şey olduğunu vurgulamaktadır. Ni­tekim, “Gündökümü 86″da. (Hürriyet Gösteri, Ekim 1986) kendisi “Gerçeğin Şaşır­tıcı Kurgusu”nu şöyle anlatıyor:

“Günümüz yazarının seçimindeki güçlüğün kaynağı da burada. Birtakım yüzde yüz gerçekleri aşınmış, kalıplaşmış olduklarını bilse de sırf gerçeğe duyduğu saygıdan ötürü yeniden işleyecek mi, yoksa onlardan medet ummadan kendi bir başka gerçeklik mi yaratacak, yani kuracak? Borges, Nabokov türünden yazarlar, ikinci yolu seçiyorlar. Okuru bir tartışmaya, gerçeklerden gerçek beğenmeye ça­ğırıyorlar; gerçekçilik mirasyedicisi gibi davranmayı ola M yediremiyorlar kendi­lerine. Ama bu kadar sık yinelenen bir sözcük, anlamını yitirebilir; bir süre öne­rim tartışılabilir de olsa “doğru” sözcüğünü kullanalım.

–        Bu noktada sözü Borges’e bırakmak en iyisi. Emma Zunz öyküsü şu sözcük­lerle bitiyor:

“Aslında bu öykü inanılmaz bir öyküydü gerçekten. Yine de özünde doğru ol­duğundan herkesi etkiledi. Emma Zunz’un tınısı doğruydu, utancı, doğruydu, ki­ni doğruydu. Uğradığı saldırı da doğruydu; yalnızca durumlar yalandı, zaman ya­landı bir de birkaç özel ad.”

Bu bakışın etkisi altında Tomris Uyar, özellikle son hikâyelerinde gerçeğe yö­nelmek değil, gerçeği kırmak, gerçeği örtmek için elinden geleni yapıyor. Gerçe­küstüler âlemine düşler, fanteziler ve imgeler aracılığı ile yol buluyor. Fatih Öz- güven’le konuşmasında “düşler” üzerinde özellikle duruyor:

“Bir hikâye kişisine düş gördürtmek sorumlu bir iş. Herkes her düşü görebi­lir de hikâyede nesnel bir karşılığı var mı o düşün, hikâyeyi inanılır kılıyor mu, bunları bilmeliyiz. Benim pek sevdiğim bir yazarlık temrinidir bu düşler. Önce düşü kurdurtmak sonra gerçek mi değil mi bakmak: Ondan sonra da canım, mec­bur mu insan benim ya da gelmiş geçmiş ruh çözümleyicilerin istediği düşleri görmeye demek. ”

Uyar’ın “Yaz Düşleri Düş Kışlan” (1981) adlı bir hikâye kitabı olduğunu da bi­liyoruz. O kitabın “Kuskus” adlı hikâyesinde sanki başına gelen bir olayı anlatır gibi bir rüyayı ustalıkla anlatıyor:

“….. Burası değil, o kesin… Bambaşka bir oda. Başka bir evde. Pencere, şu mut- fak penceresi ama salona götürülmüş. Yalnız pervazı var. Araladın mı, karşısına salonun duvarı çıkıyor yine. Kim bilir, belki de eskiden oturduğum evlerden biri, çıkaramıyorum. Bir de sobayı tanıyorum. Rahmetli babamın pek sevdiği kırmızı kömür sobası. Çıtır çıtır yanıyor. Bizim beyin aldığı kırmızı saplı kürekle kırmızı kömür kovası da yanında duruyor. Ohh ne güzel! diyorum düşümde. Geçenlerde, şu sobayı yüklükten çıkarıp kurmalı, bir güzel ısınmalı, ohh ne güzel! demiştim.

–        Demek düşüne oradan girmiş, dedi Konuk. (…) Eeee sonra? dedi kalkmayı bi­raz daha ertelemek için.

–        Bir masada oturuyoruz. Herkes var. Hepsi. Sofram dolmuş, eski günlerdeki gibi. Üstüm başım un. Berekettir un. Mantı açmışım. Bunun annesiyle babası da gelmişler.”

Kuskus’ta, yemek pişirerek, ona buna yedirerek avunan yaşlı kadının, pişman­lıklarım, kıskançlığım, bir kabûs altındaki sıkıntılarını da ayrıca yazmaktadır.

“Evet evet, bir de genç kadın vardı sofrada (….) Eski mahalleden biri olabilir. Adı dilimin ucunda ama haykıramıyorum ki, çenem kenetlenmiş sanki (…) Bizim bey, ona dönüyor, su istiyor. Kızıyorum; tanımadığın birinden su nasıl istersin? Davranacağım, yerimden kalkacağım ama etekliğim yokmuş üstümde. İç gömlek- leymişim. Bağırarak bozacağım düşü, gerekirse mantının suyu kan kessin, yeter ki düş bozulsun, diyorum uykuyla uyanıklık arasında.”

Not: Birçok hikâyesinde olduğu gibi Tomris Uyar burada da, yaşlı bir kadının ağzından, unutulmaya yüz tutan İstanbul Türkçesinin inanılmaz güzellikte de­yimlerini söyletiyor: “Berekettir un, mantı açmışım, çenem kilitlenmiş, bozaca­ğım düşü, mantının suyu kan kessin vs.

Yukarıdaki Not’tan da anlaşılacağı gibi Tomris Uyar, Türkçeyi, oldum olası gü­zel kullanıyor. Kelimeleri, deyimleri yerli yerindedir. Şunu söyleyelim ki, şairanelik ve üslûp lezzeti, eski hikâyelerinde belki daha da göz alıcıdır. Son hikâyeleri­ni topladığı “Sekizinci Günah” ve “Otuzların Kadını” kitaplarında, üslûbunu da kapalı tutmak, anlaşılmaza heveslenmek için olacak, cümlelerini çok uzatıyor. “Gündökümü” yazılarında olduğu gibi parantez arası, açıklamalar yapıyor. Bazen de “gerçek”ten kaçarken “belgesel”e saplanıyor. Makale yahut “özgeçmiş” yazar gibi, hikâyenin tadını kesen bölümler sığdırıyor araya. Söz gelişi:

“Otuzların Kadını’nın kişiliğini bulmaca yöntemiyle çözmeliyim. En iyisi, ön­ce iki-üç harfli kesin yanıtlan yerleştirmek boş karelere…. (s. 17-2) diyor ve 21. sayfada o “boş karelerden bir liste” veriyor.

“Otuzların kadını 1917’de Selânik’te doğdu. Babanın ikinci evliliği idi; karısı ile akraba değildiler. Hala, çevrenin daracık çemberini kırıp dışardan biriyle ev­lenen ilk kadınlardandı.

…. İlkokulu ailenin göçtüğü İstanbul’da bitirdi. Dame de Sion’dan sonra

Hukuk Fakültesine gitti.

Fakülte bahçesinde çekilen fotoğraflarda, o dönem gençliğinin giyime büyük * özen gösterdiği görülüyor. Mustafa Kemal’e lâyık olmak, Batılı yaşam misyonunu üstlenmiş gençler…

1936’da, bir yıl süren bir evlilik yaptı…” (s. 21)

Böylece uzayıp gidiyor.

Aynı kitaptan alabildiğine uzun, yer yer şiirimsi, ama anlaşılmaktan kesinlik­le kaçan bir cümle de şöyle:

“Hafta boyu süren keşmekeşte şapkalarına, eldivenlerine, çizmelerine, havaya karşı donanımlarına ne hoş/ne rüküş/ne ucuz / ne pahalı” gibi sıfatlar yakıştı­rılan, öğle ve akşam paydoslarında şemsiyelerin siperine gizlenen bir örnek yüz­lerin, bir örnek giysilerin kalabalıktan teker teker sıyrılmaları, sonlarına takılan birer ünlem ve üçer nokta ile ne hoş!…. Ne rüküş!… Ne ucuz!… Ne pahalı!… olabil­meleri için!…” (Otuzların Kadını, s. 47)

Tomris Uyar, elbette, hikâyenin düzenli olaya dayalı, klâsik kurgusundan uzaktır. Bu konuda, Oğuz Atay’a hayranlığı görülüyor ama, Atay’ın fantezili, mizahlı, sonra da Türkiye gerçeklerine dayalı, gözlenmiş, tartışılmış bilgilerinden uzak olduğu için, hikâyelerinin çoğunda, okuyucu ile arasındaki sıcaklığı koru­yamıyor denilebilir.

Ancak, her hikâyesinde ayrı bir teknik peşinde koştuğu ve “bulduğu” bu kur­gu tekniklerini, kendince şöyle açıkladığı görülüyor:

“Okura karşı birtakım temel görevlerimiz de var; yaşantıyı okura doğru olarak aktaracak biçimi bulamadan yazmak sakıncalı oluyor. Okura yazarın şikâyetler ya da sorunlar paketini götürmeye hakkımız yok. Sonra birinci kişi meselesi; bi­rinci kişi ağzından yazıyorsak o kişinin bütün özellikleriyle -yaşı, dili vb.- hesap­laşmak durumundayız. Dikkatli olmak gerek. Hikâye kendi biçimini bulmazsa ya­zılmasın daha iyi. Biçimini bulmadığı için kafamda bekleyen her şeyiyle hazır hi­kâyelerim var. Teknik tutkunu olmak sakıncalı gerçi ama tekniksiz olmak daha da sakıncalı.”

Kişiler konusunu Tomris Uyar çok ayrıntılı ve güç bir mesele olarak sunuyor. Kişinin soyutta mı, hayatta mı, tarihte mi, “an”da mı yaşaması gerektiği ayn bir konu. Özellikle son kitabı “Otuzların Kadını”nın kimlik ve kişiliğini, birbirine bağlı yedi hikâyede (Pentimento-Sarpsarı Dönüş Yolu-Fal- Gelgit-Pençe-Alatav-Çivi) araştırdığı görülüyor. Yazar bu yedi hikâyenin her birinde bir yanını göstere­rek “çok yönlü” bir kişiyi başarıyla yaşatmaktadır:

Bu kişiye “tip” de denilebilir. Nitekim, kitabın arkasında, “Otuzların Kadı­nımda ne yaptığını özetle anlatan Tomris Uyar, (üçüncü kişi ağzından) şunları söylüyor:

“Bu öykü(ler)de Tomris Uyar Otuzların Kadını ’nın 1936 martında yapılmış yağlıboya portresinin iç çizgilerini okumayı deniyor. Onun yaşadığı dönemde top­lumun dış çizgilerini saptamakla başlıyor, bulmacaya: Nesnel ve kişisel tarihin dökümünü yapıyor.

Yine de bu tür bilgilerin özgün bireylerin açıklamakta fazla işe yarayamayacağı inancıyla kendi yaşamı süresince tanıdığı, kimi zaman fiziksel özellikleriyle, kimi zaman davranışlarıyla O’nu andıran öbür otuzların kadınlarının öykülerin­den yararlanıyor. Onun odadaki portresinin katı çerçevesinden kurtulup özgürlü­ğüne, eski canlılığına kavuşması -Günümüzde de sayılan her ülkede gitgide aza­lan- türdeşleri arasına karışması için.”

Bu eserde, uzatılmış, ayrıntılara fazlaca yer verilmiş, çok iyi gözlenmiş İstan­bul hayatının elli yıl önceye ait bazı renkli safhaları ele almıyor. Yazarın annesi (veya çok yakını) olduğunu düşündüren “Otuzların Kadını” geniş bir sosyal çev­rede, akranları, mahalle halkı, komşuları, atılımları, dedikoduları, töreleri ve öz­lemleri ile ele alınıp bazen bir yaşamış insan, bazen bir efsane, masal kahramanı olarak karşımıza dikiliyor. Geçmiş günlerin ve o zamanlar İstanbul’unun, seçkin hayatlarına ve şiirle nakşedilen güzelliklerine, yazarın bazen içten içe, bazen apa­çık hayranlıkları ve özleyişleri görülüyor.

Otuzların Kadını’ndan bir bölüm sunmadan önce, Tomris Uyar’ın “kişilerin­de ne gibi özellikler aradığını, onlara nasıl davrandığını anlatan bir “söyleşi”sin- den şu cümleleri aktarıyorum:

–        Son anda hikâye kişisini yeniden özgür bırakmak… Kişilerimi özgür bırak­mak temel eğilimlerimden biri; hikâye kişilerini öldürmek istemiyorum, intihar ettirmek de sevmediğim bir şey. Onları -zamanı ve öykü kişilerini- bir çerçeve içi­ne sıkıştırmamak eğilimindeyim. Çok tipik kişilere inanmıyorum artık. Cinsel ni­teliklere de taşıyor bu. “Rus Ruleti”ndeki Mona Lisa’yı düşünürsen…Okuyucuya soru sordurtabilecek kadar a tipik kişiler arıyorum. Hikâye kişileri hep benimsenebilir olmamalı. Sanıyorum -zamanla tepki duyulacak bunlara- çok sevilecek ya da kızılacak. Okuyucu zaman zaman hikâyeyi sevip kişileri sevmeyebilmeli.”

Otuzların Kadının’dan Bir Bölüm

Leyla, yalnız yaşamaktan hoşlanan yaşlı bir hanım akrabasından, başka bir ‘otuzlar kadını’ndan söz etti. Ailesi, onun yalnız yaşamaktan hoşlandığına o ka­dar inanmış ki ölmeye yüz tuttuğu günlerde bile kapısını kimse çalmamış. Güçlüdür o, nasıl olsa kurtarır inancıyla. Ölmeden az öne Leyla’yı evine çağırmış, ufak-tefek işlerini gördürttükten sonra, “Üzülme canım,” demiş, “Sakın üzülme, bana olan bütün borçlarım ödedin şimdi. ”

Acaba bizler, yara-almadığımıza, güçlü olduğumuza bu kadar inanan çocukla­rımızın bir gün biz yok olduğumuzda duyacakları boşluğu nasıl hafifletebiliriz? Şimdiden başlamalı, ama nerden?

Leyla, kalabalık sofralara yemek hazırlama alışkanlığından hâlâ kurtulamadı­ğını söyledi bardakları durularken. Yine fasulya pilâkisini bol tutmuş. Bana da getirmiş birazını. Ama kavanozunu geri götürmekte kararlı. Diretmesi, bir şey anımsatıyor bana. Bir duygu. Bir görenek.

Kavanoz bende kalırsa, geri vermeden önce herhangi bir biçimde dolduraca­ğımı biliyor. Sözgelimi haşlanmış çarliston biberli, bol sarmısaklı bir turşuyla. Önce biber iğneyle delinmeli, suyu iyice süzülmeli, tohumlan alınmalı, zan sıyrıl­mak, sonra sirkeli limonlu zeytinyağında bekletilmeli. Sirke az, limon bol. Rume­li turşusu.

Bu da köklü geleneklerden biri: Kabı boş göndermemek. Belki de zaman için­de katılıktan sıyrılıp çağdaş bir inceliğe bürünmüş. Sözgelimi anneannem, hem kendi iyi yemek pişirme becerisini kanıtlamak hem de kimseye borçlu kalmamak için daha gösterişli, daha çok emek isteyen bir yemekle geri verirdi boşalan kabı. Annem, herhangi bir yarışmada yer almak istemediğinden iyi bir pastaneden ev­de yapılmayacak bir pasta satın alırdı, onu yollardı. Bense armağan verebilmek kadar incelik gerektirdiğine inandığımdan, zorlanıyorum.

Hele böyle içi okunan armağanlarda:

“O da bir zamanlar benim gibi kalabalık sofralar kurardı. Artık sofra, kuracağı kişiler pek kalmadığından zayıfladı belki.”

Leyla gittikten sonra, nedense, annemin isteklerini kaç kere “Biraz sonra,” di­ye ertelediğimi düşündüm. Bütün çocukların büyüklerde bir tür ölümsüzlüğe inandığını, o yüzden, onların en ufak isteklerini bile “nasılsa sonsuz bir zaman var” gerekçesiyle yerine getirmediğini. Anımsadığım birkaç olay dışında önemli bir nirengi noktası bulamadım.

Annem gibi sonradan kırılmamak için kimseden iş istemeyen birini “Bir daki­ka bekle” diyerek kırmak olanağım zaten yoktu. Ama bir keresinde, geometriye düşkünlüğünün gündelik yaşamda neye yaradığını sorduğumda-cetvelle bile düz bir çizgiyi güçlükle çizebildiğim için ortaokulda verilen ödevime yardımcı olma­sını istemiştim.

–        Buzdolabı ve valiz yerleştirmeye, gibi buruk bir yanıt vermişti.

En kinci tartışmamız buydu. Ağlamıştım. Böyle densiz bir soruyu nasıl sora- bilmiştim. Çoktan hak ettiğim, “İşte, sana böyle yardım etmeye” yanıtını yine de almamışım. (Otuzların Kadını, s. 61 – 65)

Gecegezen Kızlar

Tomris Uyar’ın en yeni hikâyelerinden yukarıda söz ettik. Fakat biz, kendi rü­yaya, fanteziye, imgeye, masala dönük hikâye anlayışına, daha çok uyması bakı­mından daha eski bir hikâyesini sunuyoruz.

Bu hikâyel983’te yayımladığı bir kitabına da isim olan “Gecegezen Kızlar’dır. Bu hikâye’de üslûp güzelliği, bol mecaz efsane ve realite ötesi dikkati çekmekte­dir. Bunun da yanı sıra, alttan alta gösterilen sosyal temalar, 1980’lerde askerî dar­be yemiş Türkiye’nin görüntülerini, korkularını, tenkitlerini ustalıkla vermekte­dir. Hikâyedeki hava, yer yer Oscar Wilde’in “Masallar”ını andırmaktadır

Gecegezen Kızlar, geceye hemen girdi. Alışmıştı.

Dışarda, alacakaranlık sürüyordu. Günbatımı; çatılarda, rıhtım boyundaki ağaçlarda, içlerde, bozkırın geniş alnında bir süre daha oyalanıyordu.

Gecegezen Kızlar’ın yaşadığı kentte gece, pastel renklere boyanmış toprak bir çanaktı. Çok, epeskiydi.

Dışarda, kıyının insanları, mesleklerinden evlerine dönüyorlardı. Köylüler, pazar yerindeki sebze sergilerini topluyor, dönüşe hazırlanıyorlardı. Rüzgâr, hep taze kalan soluğuyla ara sokaklara çaprazlama asılmış çamaşırları savuruyor, te­levizyon antenlerini vınlatıyor, yoksul sebze aşlarının kokusunu getiriyordu. Rüz­gar gündelikti, hızlıydı.

Oysa gece uzun, ağırlıksızdı. İçinde kolaylıkla her yana, her yöreye yol alına­bilirdi. Ayaklar, hemen yumuşaklığa gömülür, iki yana uzatılan körebe eller, boş­luğu yoklardı.

Gece, bedeninden soyulmuş, boşalmış bir iç gömleğiydi. Herkesindi.

Gecegezen Kızlar, önce çanağın ebruli toprak ibrişimlerini yokladı, araştırdı, zorladı, zamanın açtığı incecik bir çatlaktan geçti. Epeski, bildik gecede her ge­ceki gibi sakınarak ilerledi.

Dokuz katlı kentinin ilk katmanını aştıktan sonra solundan sağına döndü; du­dakları kıpırdadı. Kulak verdi: kehribar bir kamışın içine konmuş arının gelenek­sel vızıltısını dinledi bir süre.

Bir ara bedeninin zarlarından birinde bir sızı duydu: gerçek uykuya geçişin sancısı. Ayaklan kıyıdaki suya değdi.

Boğazın hırçın suyu, kuytu mağaralarından toplanıp gelmişti; onun çıplak bal­dırlarını geceliğinden sıyrılan oyluklarını yaladı tarazlı diliyle. Bir zamanlar, İm­parator Kserkses’in güçlü gemilerine geçit vermeyen, o yüzden de soylu düşmanınca gümüş zincirlerle tam üç yüz kırbaç yeme cezasına çarptırılan Deniz, ona sokuldu, evcilleşti. Gecegezen Kızlar, Deniz’in başını okşadı. Deniz mırıldandı, geri çekildi. Çekilirken, Gecegezen Kızlar’ı da sürükledi yanı sıra. Kanalın kapıla­rı iki yana açıldı:

Kahverengi bir kentti bu düş.

Kenti çepeçevre saran süt beyaz kristalden yer yer akik mavisi, yer yer kan kır­mızısı sızıyordu kahverengiye.

Murano işi bu fanus, kenti soluksuz bırakmıştı.

Rüzgârda çürük kokusu vardı.

Gecegezen Kızlar, eski kentin ayaklan altında bel verdiğini duydu. Lâğım ko­kan su, durmaksızın yükseliyor, vinçler inip inip tepelere tırmanıyor, freskler ye­nileniyordu. Bütün eski kentler gibi, onarıldıkça batıyor, derinlere gömülüyordu kent.

Gecegezen Kızlar, Deniz’den indi, titreşen adak mumlarıyla ışıl ışıl duran kili­seye yürüdü.

Birlikte mahzene, demir kapılı bir odaya süzüldüler.

Kapıcı, üç kere tıklattı kapıyı.

Uzun, beyaz sakallı, beyaz saçlı bir İhtiyar açtı.

Önce şaşkınlıkla süzdü Gecegezen Kızlar’ı.

-Korkma, dedi Kapıcı. Bizden biri değil. Yabancı. Çok uzaklardan geliyormuş. Konuşursun diye düşündüm. Hem baksana yorgun. Aç

Bu arada İhtiyar, Gecegezen Kızlar’ı tanımıştı.

–      Hoş geldin Helena, diye fısıldadı. Buyur geç içeri. Son savaştan beri izini yi­tirmiştim, kaygılar içindeydim.

–        Şey benim adım… dedi Gecegezen Kızlar.

–        Biliyorum, biliyorum, bana karşı çıkma, dedi İhtiyar öfkeyle.

Gecegezen Kızlar, küçük odaya girdi, şöminenin yanma bağdaş kurdu.

İhtiyar, karanlık geçide ürkek bir bakış attıktan sonra demir kapıp kapadı,

sürgüyü itti.

Odada kocaman bir yazı masası, üstünde kalın ciltler, hokka, divit, bir de tü­tün kesesi vardı.

-Şimdi çap koyarım, dedi Kapıcı. Siz konuşun.

Gecegezen Kızlar, dalgın bakışlarını ocaktaki alevlere dikmişti. Alev titredi bir an, oda saydamlaştı.

-Kurtulduğuna, sağ kaldığına sevindim, dedi İhtiyar fısıltıyla. Biliyorsun, sizin orası yakılıp yıkıldı.

Gecegezen Kızlar ürperdi birden:

–        Ben bu gece yola çıktığımda, dedi, her şey yerli yerindeydi.

–        Sen yola çıktığında gün neydi?

-Akşamdı, dedi Gecegezen Kızlar. Bin dokuz yüz seksen iki yılının bir yaz ak­şamıydı.

–        Bu yaz akşamlan da bitmek bilmez zaten, her şeyi alacakaranlığa boyar; ya­nıltır, dedi İhtiyar.

Bir süre sustular.

Kapıcının getirdiği yasemin çayını içtiler. Gecegezen Kızlar, porselenin kıyısı­na dayadı yanağını. Deniz’ini özledi. İçi sıla özlemiyle doldu.

Kapıcı, eline toz bezini almış, odadaki tek döşeğin yanındaki duvara asılmış kalkanı, zırhı, miğferi parlatmaya başlamıştı.

–        Yorgunluktan bittim, diyordu terini silerken. Böyle yaşanmaz ki.

-Hu kimin zırhı? dedi Gecegezen Kızlar.

–        Benim tabiî, dedi Kapıcı. Gündüzleri kentin şövalyeliğini yaparım da.

-Aklım iyice karıştı, dedi Gecegezen Kızlar. Neredeyim ben, söyler misiniz?

İhtiyar, gözlerini onun gözlerine dikti.

–        Güzel Filip dönemindeyiz. Geçenlerde bizde de bir halk ayaklanması oldu. Bir bakıma yani. Zenaatçiler iktidarı ele geçirdiler. Ama herkes korku içinde yi­ne de. Görmüşsündür, sokaklar bomboş. Kimse bu büyük yengiyi kutlayamıyor, çünkü kısa süreceğini biliyoruz. Deneyimlerimizden.

–        Siz ne iş yapıyorsunuz? dedi Gecegezen Kızlar.

–       Ben aslında keşişim. Ama şimdilerde olayları kayda geçirmekle uğraşıyo­rum. Geçmişle gelecek arasında bağlantılar kurmaya çalışıyorum. Bu zifiri çağa ilişkin bilgilerimi, anılarımı gelecek kuşaklara bırakmak istiyorum. O yüzden de gizli çalışmak zorundayım. Geceleri. Gündüzleri Kapıcı, Şövalyelik yaparken ben de Remilcilik yaparım. Geçim derdi, ne yapacaksın…

–        Yazdıklarınızı nasıl koruyorsunuz? Yani düşmanlarınızdan?

–        Sık sık, her gece aynı şeyleri yazarak, yineleyerek. Yazdıklarımı ezberlemeye çalışıyorum. İyice ezberledim mi, veriyorum bizim Kapıcıya, süpürüyor, rüzgâra savuruyor. Böylelikle hem o değerli evrakın bir yerlere varması umudu doğuyor hem de ben her an hortlayabilecek engizisyonculardan, kitap-yakıcılarından pa­çayı kurtarmış oluyorum.

-Şimdi sorma sırası bizde, dedi İhtiyar.

Çayı içtikten sonra yüzüne bir yumuşaklık gelmişti.

-Sen ne iş yapıyorsun bakalım?

-Bir konserve fabrikasında çalışıyorum, dedi Gecegezen Kızlar. Fasulya ayık­lıyoruz gün boyunca. İki kızız.

Sebze ayıklamaktan pürtüklenmiş, kararmış parmaklarını İhtiyara uzattı.

–        Ama gecelerini değerlendiriyorsun anladığım kadarıyla, dedi İhtiyar. Sen de bizdensin. Zaten tarih dediğin uzun bir gece boyunca görülen düşlerin, düşlenen görüntülerin akıp gitmesi değil midir?

-Aslında ben okumak istiyordum, dedi Gecegezen Kızlar. Ama olmadı. Babam kumarda konserve fabrikasına kaptırdı beni.

–        Aylığını olduğu gibi ona veriyorsun, değil mi?

–        Evet.

–        Yine de sık sık fabrikaya uğrayıp seni korkutuyor, değil mi?

–        Evet. Nereden bildiniz?

–        Çok rasladığımız bir olay, dedi İhtiyar.

Masasının başından kalktı, Gecegezen Kızlar’ın saçlarını okşadı.

–        Düşlerini sakın bırakma, dedi. Özel düşlerini kimseye kaptırma sakın.

–        Ama hep arkamdan birileri geliyor sanıyorum, dedi Gecegezen Kızlar. O ka­dar korkuyorum ki dönüp bakmıyorum bile.

–        Babanın bir gözcüsü olabilir, dedi İhtiyar, Ölüm olabilir bir de. Sakın aldan­ma. Gecegezdiğin her kentten bedenine bir şeyler eklenir, zamanla siner.

-Ben artık gideyim, sizi işlerinizden alıkoydum, dedi Gecegezen Kızlar. Çok te­şekkür ederim.

–        Unutma, dedi İhtiyar demir kapıp açarken, düşlerini kimseye emanet etme­yeceksin, kaptırmayacaksın. Sabaha çok var daha. Buralara kadar inmişken so­nuncu katı da zorla, yar derim ben. Orada altının ve gümüşün mihenk taşım bu­lacaksın.

Gecegezen Kızlar, Deniz’i kendisini beklemekten yorgun düşmüş buldu. Sırtı­na binmedi o yüzden, yosunlarına tutunup yanı sıra yüzmeye başladı.

Aşağılardan çok soğuk, çok katı bir akıntı geçti.

Gecegezen Kızlar, bedenini soğuk sulara verdi, alnındaki, boynundaki, kulak­larındaki izleri yıkamaya çalıştı. Ama lekeler çıkmadı.

Yaklaşan sabahla sular ısındı. Uzak adaların kokularını getirdi.

Gecegezen Kızlar, gittikçe yaklaşan ayak seslerini umursamıyordu artık, kork­muyordu.

Önünde bir ışık açıldı. En dipteki kentin adının anlamı gibi, hem yumuşak, se­vecen, anaç, hem de tutku yüklü bir kırmızıydı bu. Gittikçe soluyor, somutlaşıyor­du. Sonunda Bakır’a varmıştı.

O zaman Deniz, elinden tutup tepelere çekti onu.

Düşe kan yürüdü. Fabrikanın düdüğü duyuldu.

Gecegezen Kızlar, gittikçe suyun üstlerine, yüzeyine, sonra eteklerine, sığlık bölgelere, kıyıya sürüklendiğini duydu.

Son anda, daha kıyıya vurmadan Anası’nın geleneksel gece-düşüyle karşılaş­tı. Neresine dokunursan dokun, altın oluyordu bu düş, som altındı o yüzden.

Gecegezen Kızlar, ona elini uzatmadı bile. Bir iş günü süresince ayıklanan ye­şil fasulyanın hiç ama hiç eksilmeyeceğini, bitime yakın, önlerine yine birkaç ton fasulya yığılacağım, fasulyanın ayıklanmakla asla altına dönüşmeyeceğini bili­yordu. Kanmadı.

Bir san iyeliğine oyalandı yalnız. Deniz’ine hoşçakal dedi. Şimdilik…

(Gecegezen Kızlar, 1983, s. 56-65)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler