Kimdir

Rönesans döneminde Siyaset Felsefesi hakkında bilgi

Rönesans döneminde Siyaset Felsefesi hakkında bilgi: Rönesans döneminde önemli değişimlerin yaşandığı ve yeni bir politik kavrayışın ortaya çıktığı bir alan  da  siyaset  felsefesidir.  Bu  açıdan  bakıldığında,  15.  ve  16.  yüzyıllarda  politik  mutlakçılığın doğuşuna  tanık  olunduğu  söylenebilir;  söz  konusu  tarihsel  değişme  doğallıkla  siyaset  felsefesine  de yansımıştır. Buna göre İngiltere’de Kral VII. Henry’nin (1485-1509) saltanatıyla başlamış olan Tudor mutlakçılığına  tanık  olunur.  İspanya’da Kral  Ferdinand  ile  Prenses  İsabelda’nın  evliliği, Aragon  ve Castillo krallıklarını birleştirirken, 1520 yılında  taç giyen V. Charles’ın krallığı döneminde emperyal gücünün  doruk  noktasına  erişen  İspanyol  mutlakçılığının  temellerini  atmıştı.  Fransa’da  ise  meşhur yüzyıl savaşları ulusal birliğin  tesisi ile merkezi iktidarın oluşumuna uzun bir süre engel oluşturduysa da  savaşın  ardından  kurulan  mutlak  monarşi  Fransız  İhtilali’ne  kadar  devam  edecekti.  Mutlak monarşinin  gerek  kısa  süreli  olduğu  İngiltere’de,  gerekse  uzun  bir  süre  devam  ettiği  Fransa’da, yükselen  tüccarlar  sınıfı  feodal soyluluktan kurtulmak  için  iktidarın merkezileşmesinin yanında oldu. Mutlakçılığın  yükselişi,  başka  her  şey  bir  yana  feodal  toplumun  güçten  düşmesi  veya  sona  ermesi anlamına  gelmekteydi.  Mutlakçılığın  yükselişi  bir  yandan  da  Ortaçağın  devlet  ve  egemenlik anlayışlarıyla modern devlet ve egemenlik anlayışları arasında kalan bir geçiş döneminin başlangıcına işaret ediyordu.   Bununla  birlikte, Rönesans  döneminde mutlakçılığın  yaygınlaşması  veya  güçlenmesi  15.  ve  16. yüzyılda  öne  sürülen  bütün  teorilerin mutlak monarşiyi  veya  monarşik  despotizmi  savunan  teoriler olduğu anlamına gelmez. Buna göre sadece Katolikler değil  fakat Protestanlar da yeryüzü  iktidarının veya politik gücün ilahi iktidar tarafından sınırlanması düşüncesini paylaşıyorlardı. Sözgelimi Richard Hooker, Kalvinistlerin  kiliseye  itaati  reddederken  dayandıkları  temeli  çürütmek  amacıyla  geliştirmiş olduğu doğal hukuk öğretisinde, Ortaçağın sırasıyla ezeli-ebedi yasaya, doğal yasaya ve pozitif hukuka ayrılmış hukuk düşüncesinden çok etkilenmiş ve insanın duygusal olarak doğa yasasına, ezeli-ebedi bir ruh  olarak  doğaüstü,  ezeli-ebedi  yasaya  ve  nihayet  akıllı  bir  varlık  olarak  da  akıl  yasasına  bağlı olduğunu  öne  sürmüştü.  Politik  iradeciliğin  sözleşmeci  okuldan  önceki  en  önemli  temsilcisi  olan Katolik  Suarez  de  (1548-1617)  doğal  hukukun  değişmez  karakterine  ve  doğal  hakların devredilemezliğine  vurgu  yapmıştır. Robert  Filmer  tarafında  öne  sürülen  ve  kralların  ilahi  yönetme hakkına gönderme yapan teori ise mutlakçılık üzerine pratik bir düşünmeden ziyade, aslında geçici bir fenomen  olmak  durumunda  olan  mutlakçılığı  destekleme  yönünde  bir  teşebbüsten  ibaretti.  Pek çoklarına göre  kralların  ilahi yönetme  hakkı  teorisi  felsefi  bir  teori bile  değildi. Öte  yandan Katolik Suarez  ile Kalvinist Althusius monarşiyi yegâne meşru yönetim  tarzı olarak görmediklerini çoktandır ilan etmişlerdi.

Fakat  merkezileşmiş  iktidarın  tesisi  ile  mutlakçılığın  yükselişi  her  ne  kadar  siyaset  felsefesi düzleminde  mutlakiyetçiliğin  kabulünü  ihtiva  etmese  de  her  durumda  değişen  iktisadi  ve  tarihsel koşullar  içinde birliğe duyulan ihtiyacı  ifade etmeye yarar. Siyaset teorisi veya felsefesine yansıyanın esas itibariyle işte bu ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bu ihtiyaç özellikle, Rönesans’ın büyük ölçüde  parçalanmış  ve  farklı  yönetim  birimlerine  bölünmüş  İtalya’sında  yaşadığı  yıllarda,  birlik ihtiyacına  fazlasıyla  duyarlı  olmuş Machiavelli’nin  siyaset  ve  toplum  felsefesine  yansımıştır. Birlik ihtiyacı  Machiavelli’yi,  felsefesinde  monarşik  mutlakçılığı  vurgulamaya  ve  temellendirmeye  sevk ettiyse  eğer,  bu  vurgulama  ve  temellendirme  çabası,  kralların  ilahi  yönetme  hakkı  ile  ilgili  birtakım yanılsamalardan  ziyade,  onun  güçlü  ve  istikrarlı  bir  birliğin  ancak  mutlak  monarşi  yoluyla  temin edilebileceği  sarsılmaz  inancının  bir  sonucu  olmuştur.  Aynı  şekilde,  Thomas  Hobbes  da  tek  adam yönetimi  şeklinde  gerçekleşecek  merkezi  mutlakçılığın  savunuculuğunu  yapmıştı;  onun  monarşik mutlakıyetçiliği savunması da aynen Machiavelli’de olduğu gibi, kralların ilahi yönetme hakkına veya meşruiyetin ilahi karakterine beslenen bir inançtan ziyade, toplumsal ve ulusal birliğin ancak mutlak bir iktidar sonucu sağlanabileceği inancının bir sonucu olmak durumundaydı. Dahası gerek Machiavelli ve gerekse  Hobbes  bireylerin  özleri  itibariyle  egoist  olduklarına  inanıyorlardı,  bu  inancın  bir  sonucu olarak  da  sadece  güçlü  ve  bölünmemiş  bir  merkezi  iktidarın  toplumun  çözülüşüne  götürebilecek merkezkaç eğilimleri sınırlayıp aşabileceği düşüncesine vardılar.

Avrupa’da  15.  ve  16.  yüzyıllarda  mutlakiyetçiliğin  yükselişi,  öte  yandan  ulusal  bilincin yükselmesinin bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir. Gerçekten de ulus devletlerin doğuşu, siyaset felsefesi  açısından  politik  toplumun doğası  ve  temelleri  üzerine  daha derin  ve  ayrıntılı  bir  düşünme sürecini  adeta  tahrik  etmiştir.  İşte  bu  durumun  bir  sonucu  olarak  Althusius’ta,  modern  siyaset felsefesinde  çok önemli bir yer  tutacak olan sözleşme düşüncesini buluyoruz. Gerçekten de o, bütün toplumların en azından örtülü bir anlaşma anlamında, bir sözleşmeye dayandığını söylemekteydi. Aynı sözleşme  anlayışı  Grotius  tarafından  olduğu  kadar  Suarez  tarafından  da  benimsenmişti.  Toplum sözleşmesi  anlayışı,  elbette  ulus  devletlerin  doğuşunun  bir  sonucu  olarak  ve  bu  arada  meşruiyetin modern  kaynaklarını  temellendirme  amacı  çerçevesinde,  sonraki  dönemin modern  filozofları  olarak Hobbes, Locke  ve Rousseau  tarafından  da  kullanılacaktır. Demek  ki  teori  farklı  şekillerde  ve  farklı amaçlar  için  kullanılabilir  olan  modern  bir  teoridir.  Örneğin  Hobbes  teoriyi  mutlakıyetçiliğini savunmak  amacıyla  kullanırken, Althusius  onu  politik  egemenliğin  zorunlulukla  sınırlanmış  olduğu kanaatini doğrulamak  amacı  için kullanır. Fakat her ne  kadar  örgütlü politik  toplumun  ve yönetimin temeli  olarak  sözleşme  düşüncesi,  moral  bir  temel  üzerine  yükselip  yönetime  ahlaki  açıdan getirilebilecek sınırlamalara vurgu yapsa da kendi içinde yönetim biçimiyle ilgili olarak belli bir içerim ortaya koymaz.

Mutlakıyetçiliğin yükselişi  nihayet, doğal  hukuk ve  doğal  haklar  üzerine  politik düşünüme  ivme kazandırmıştır.  Bir  kere  her  şeyden  önce  Katolik  ve  Protestan  filozofların  doğal  haklar  konusunda Ortaçağa özgü  tutumu devam  ettirdikleri  söylenebilir. Tüm bu  filozoflar, bütün egemenleri ve bütün toplumları bağlayan değişmez bir doğa yasasının varlığına ve bu yasanın birtakım doğal hakların temeli olduğuna inanıyorlardı. Bununla birlikte, Ortaçağa özgü  tutum, doğal haklardan ziyade, doğal yasayla ilgili  öğretilerde  ifadesini  bulur. Çünkü  hak,  sadece  bireye  ait  bir  kavram  olup  bu  kavramın  ortaya konulabilmesi  için  bireyselliğin  yutulduğu ve bireyin bir  yasayla  bağlanıp birtakım  ödevleri olan bir varlık olarak tasarımlandığı eski kozmolojinin yıkılarak, yeni bir doğa tasarımı çerçevesi içinde modern anlamda  bir  bireyciliğin  doğması  gerekir.  Rönesans  dönemiyle  Rönesans  sonrası  dönemin  modern doğal  hukuk  kuramlarının  ayırt  edici  özelliği,  işte  budur.  İnsana  ahlaki  görevlerini  öğreten  klasik gelenekten  modern  geleneği  ayıran  şey,  sosyal  düzenin  insanın  doğal  haklarına  dayanılarak tanımlanmasıdır.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

İlgili Makaleler