Kimdir

Nâzım Hikmet Ran kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Nâzım Hikmet Ran kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Selanik’te doğdu (15 Ocak 1902). ilköğretimini Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Nümune Mektebi’nde, or­taöğrenimini Bahriye Mektebi’nde tamamladı (1918). Sağlık nedeniyle donanmadan ayrılmak zorunda kaldı. Milli Mücadeleye katılma amacıyla Anadolu’ya geçti (Ocak 1921). Bolu Lisesi’nde kısa süre öğretmenlik yaptı (1921). Bir süre Batum’da kaldıktan sonra Rusya’ya giderek Moskova Do­ğu Üniversitesi’nde (Kutv) ekonomi ve toplumbilim okudu (1922-24). Yur­da döndü. Aydınlık dergisinde çıkan şiirlerinden ötürü “gıyaben” mahkû­miyet kararı verildiğini öğrenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gitti. Af ya­sasının çıkması üzerine döndüğünde bir süre Hopa Cezaevinde tutuklu kal­dı (1928). İstanbul’a yerleşerek çeşitli gazete ve dergilerde, film stüdyola­rında çalıştı, ilk oyunlarını, şiir kitaplarını yayımladı (1928-32). Bir süre tutuklu kaldıktan sonra Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde tahliye edildi. Akşam, Son Posta, Tan gazetelerinde fıkra yazarlığı (Orhan Selim takma adıyla), başyazarlık yaptı. Yaşamını oyun, roman, şiir, fıkra türündeki ça­lışmalarıyla sürdürdü (1933-38).

29 Mart 1938’de Harp Okulu Komutanlık Askeri Mahkemesi kararıy­la Askeri Ceza Kanunu’nun 94. maddesi gereğince 15 yıl, Donanma Komu­tanlığı Askeri Mahkemesi’nin 29 Ağustos 1938 günlü kararıyla 20 yıl hap­se mahkûm edildi. TCK’nin 77 ve 68. maddeleri uyarınca cezası 28 yıl 4 aya indirildi. Temmuz 1950’de çıkarılan af yasası kapsamına alınması için adına dergi çıkarıldı. Çeşitli anlayıştaki düşün, sanat, bilim adamları, hu­kukçular sorumlu makamlara başvurdular. Geri kalan cezası affedilerek “tahliye edildi”. Bir süre sonra Türkiye’den ayrıldı. Moskova’da öldü (3 Haziran 1963).

Nâzım Hikmet ’in hece ölçüsü ile yazdığı ilk şiirler, Yeni Mecmua, Alem­dar, Ümit, I. Kitap, II. Kitap, Yeni Gün dergi ve gazetelerinde çıktı (1918- 1921). Bu dönem ürünlerinde dize kurma, sözcük seçme, özgün uyaklar kullanma beğenisi oluşmuştu Nâzım’da. Kimi şiirlerinde mistik eğilimlerin ağır bastığı görülüyordu. “Otobiyografi’’sinde, ’’didaktik, dogmatik, dini” olarak nitelediği bu havadan sıyrılarak dönemini algılamaya başladı.

Mütarekenin acı, onur kırıcı havasıydı yaşanan. Başkent İstanbul’da sö­mürgeci devletlerin askerleri kol geziyorlardı. Eskinin simgesi saray ve dev­leti oluşturan öteki kurumlar, Mondros Silah bırakımı’nın koşullarına bo­yun eğmeyi tek çıkar yol sayarken, yeni, örgütlenmeye çalışan asker ve si­vil ulusalcı güçlerin eylemlerinde geleceğini arıyordu.

Genç Nâzım Hikmet, Kırk Haramilerin Esiri (Alemdar, 21 Ağustos 1920), Yaralı Hayalet (VII. Kitap, Aralık 1920), Yolcu Yolun Şarksa (VII. Kitap, Aralık 1920), 16 Mart (Yeni Gün, 16 Mart 1921) şiirleriyle ülkenin iç dinamiğini oluşturan güçler arasında yer aldı.

Anadolu’ya geçmeden önce yazıp yayımladığı kırk dört dizeden oluşan, Kırk Haramilerin Esiri’nde tarih ile yaşanan gerçek bir arada verilmek isten­miştir. Şiirin ilk bölümünde “haramiler” ve “esir” simgeleri vurgulanarak “Altı yüz yirmi yıl nur için dövüşen” imparatorluğun “kâfir eli”ne düşmesi­nin yarattığı acı yansıtılır.

Alevden bir sancağın taşımış gölgesini Memleketler çökertmiş yükseltince sesini.

Dumanlı bir kızıllık ormanıdır geliyor,

Şanlı esirleriyle haramiler geliyor.

Birinci bölümü oluşturan on sekiz dizede kimi niteliklerini belirginleştir­me yolu ile esir olanı somutlamaya çalışır Nâzım.

Ağaçsız bir meydanda büyük kütükler yandı Haydutların karanlık yüzleri aydınlandı.

dizeleriyle başlayan ikinci bölümdeyse bu nitelemeleri çoğaltarak esir ola­nın karakterini ortaya koymaya özen gösterir.

Tunç bir çehre parladı alevin rüzgârı ile Yüksek gururlu alnı, geniş omuzları ile Kolları kesilecek kahraman esirdi bu…

Bu bölümde sergilemeyi yeterli görerek olayı geliştirmeye çalışırken “esir” ile “haramiler”i hareket içinde verme gereğini duyar.

Haydutların içinden birisi ilerledi Kolların kesilecek haydi hazırlan dedi.

Yazıldığı yıllar “manzum hikâye” olarak adlandırılan öteki kuruluşlar­da gördüğümüz sergileme – olay – sonuç bağlamındaki kurgusal özellikler, Kırk Haramilerin Esiri’nde de uygulanmış, öykünün özü son dizede ortaya konmuştur:

Bıraktığı baltayı cellat alırken yerden Meydana gölgeleri yakınlaşan göklerden Haykırıldı bir büyük şanlı mâzinin yâdı,

Birden balta esirin elinde parıldadı.

Nâzım Hikmet ’in birkaç yıl süren hece dönemi şiirlerinde sözcükleri se­çerken belli bir beğeni düzeyine ulaştığına işaret etmiştik. Yurtseverlik te­masını işlediği şiirlerinde de bu düzeyi gösteren dizeler vardır.

İşte rüzgârda uçan alevleriyle yer yer Siyah ağaçlıklardan parladı meş’aleler.

( Kırk Haramilerin Esiri)

Gözüm yavaş yavaş dumanlandı karardı,

Sandım ki odamızı bir mavi duman sardı.

Gitgide koyulaştı bu mavi, renksiz duman,

Gitgide hayal oldu orta yerde oynayan…

(Yaralı Hayalet)

Faruk Nafiz (Çamlıbel) gibi ikinci kuşak hececilerin dize kurma teknik­lerini anımsadığımız bu şiirlerlerde değişik buluşlara karşın uzaktan uzağa, geçiş dönemi şiirimizin ustalarının etkileri sezinlenmektedir!

“Serbest Nazımda” İlk Örnekler

Nâzım Hikmet, geleneksel nazım biçimlerinin öngördüğü kurallara uy­mayan ilk şiiri, Açların Gözbebekleri’ni Moskova’da yazdı. Hece ya da aruz ölçüsünün doğrudan kullanılmadığı bu şiirde yer yer uyaklar ve sözcük yi­nelemeleriyle ritim ve uyum sağlanmıştır.

Değil birkaç

Değil beş on

30.000.000

30.000.000

Kimi deri… deri Yalnız

yaşıyor

gözleri.

dizelerinde görüldüğü gibi, gereksinim duyduğu yerde hece ölçüsüne ve uyağa başvuran şair,

Ağrımız büyük

büyük

büyük…

örneğindeki gibi sözcük yinelemelerine başvurarak aradığı uyumu yaratmaya çalışır.

Daha sonra Aydınlık dergisinde çıkan Yeni Sanat (835 Satır’da Orkestra adı ile, Nisan 1923), Grev (1 Mayıs 1923), Aydınlıkçılar (Aralık 1924), Aya­ğa Kalkın Efendiler (Aralık 1924) şiirlerinde de aynı tekniği kullanarak yeni bir şiir hareketinin öncüsü durumuna gelir Nâzım Hikmet. Andığımız şiirler­de eski ile yeni arasındaki ayrımı belirterek neye karşı, neye yandaş olduğunu koyar ortaya. Eski sanat, “Yeni cami traşı”dır. Ve “Üç telinde üç sıska bülbül öten” üç telli sazla yetindiği için yüksek sesten de, coşkudan da yoksundur. Oysa sanatın amacı orkestra oluşturmaktır. “Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dal­galarla, dalga gibi dağlar” yansıtan bir orkestra!

1921-1925 yılları arasındaki bu ilk “serbest nazım” örneklerinden son­ra (835 Satır’da 1929) yer alan özellikle Güneşi İçenlerin Türküsü (1924), Piyer Loti (1925), Berkley (1926), Salkım Söğüt (1928), Bahri Hazer (1928) gibi şiirleriyle, çağdaşlaşma sürecini yaşayan edebiyatımızda toplu­mu ve gerçeği tarihsel maddeci dünya görüşünün yöntemleriyle değerlendi­ren bir akımın örneklerini koyar ortaya:

İçerik yönünden…

Biçim yönünden.

Bu aşamada, artık şiirinde yansıtılması gereken bir zorunluk olarak bak­maz gerçeğe. Şiirin yolunu açan, zenginleştiren, yeni, bilinmedik yapılara zorlayan bir hareket öğesi olarak görür. Bu nedenle kimi şiirlerinde coşku­ları ile yarışır gibiyken bile yapının gereksinme duyduğu olanakları bulma­ya özen gösterir.

Okuyacağımız dizelerde bu olanak hece ölçüsüdür:

Dalga bir dağdır,

kayık bir geyik Dalga bir kuyu

kayık bir kova Çıkıyor kayık

iniyor kayık Devrilen bir atın

sırtından inip Şahlanan bir ata

biniyor kayık.

(Bahri Hazer)

Okuyacağımız dizelerde, sözcüklerin anlamları ile birlikte yarattıkları ses işlevlerine bağlı olarak sesli ve sessiz harflerin uyumlarıdır. Ve bu ses çe­şitlemelerini bir odakta toplama işlevi yüklenen uyaklardır.

Yolda gezen gecenin

kör gözlerinde kara gözlükleri var

Geniş kanatları kar

martılar

oturmuşlar evin damına,

Beyaz ev benziyor bir şimal akşamına

(Yangın)

Peyami Safa, 835 Satır”ın yayımlandığı yıl bir bölümünü aldığımız yazı­sında Nâzım Hikmet şiirinin biçimsel özelliklerine değinirken şöyle yazar: Nâzım Hikmet, dünya edebiyatında kendine çok has bir nev’in ya­ratıcısı olmuştur. O ne bir fantazi heveslisi, ne bir garipperest, ne de yeni moda müptelası bir edebiyat züppesidir.

O sadece, ağlamayan, haykıran zekâsının malzemesini eski insan­lıktan aldığı halde, çatısını yeni bir teknikle kuran, ona müstakbel dünyaların rengini veren büyük bir kalfa mimarıdır. En yeni binalar­da kullanılan taşlar da bu dünya kadar eskidir. Nâzım bilir.2

Yıllar sonra, Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Peyami Safa’nın yargılarım teknik öğeleri de değerlendirerek paylaşır gibidir: Nâzım Hikmet şiirlerini bazan gizli bir aruzla, bazan heceyi andı­ran satırlarla fakat her zaman ve her yerde fırsat buldukça tekrarla­dığı kafiyeler, hatta rediflerle seslendiriyordu. Ayrıca mısralarını tam ve yarım sesli birtakım iç kafiyelerle zenginleştiriyor, bu satırları eski Dede Korkut hikayelerinin ahenkli söylenişinden, yahut halk şiirleri­mizin tek bir kafiye bulunca şiiri yaratan tarihi söyleyişinden ilham almış gibi, kolay sıralıyordu. Orkestra isimli şiirinde mısralar söyle­mişti ki, bunlar tarlalarda çalışanların (Tral tral la lal la – tral tral la lal la) ahengiyle söyledikleri neşeli türküleri andırıyordu, sabanlar güreşiyor tar la 1ar la tar la 1ar la

gibi. Gerçi “tarlalarla” kelimesinin tekrarlanması ile yaratılan bu kuvvetli ses, edebiyatımızın yabancısı olduğu bir ses değildi. Nâzım Hikmet ’ten dört asır evvel, büyük şair Fuzuli de Kerbela şehitleri için yazdığı güzel mersiyesinde bu ses tekrarlarından kuvvetle faydalan­mıştı. Esasen Nâzım Hikmet’in şiirlerini ören musikide eski Türk şi­irinden, maharetle süzülmüş bu kuvvetli ses hâtıraları bulunmasaydı, muhalif ve muvafık hemen her zevkin onun şiirlerinde bir ses güzelli­ği bulunduğunu kabul etmesi mümkün olmayacaktı.^

Az önce okuduğumuz dizelerde de saptadığımız bu özellikler Nâzım’ın daha sonraki yapıtlarında da görülebilir.

835 Satır, dönemin edebiyat çevrelerinde büyük bir olay olarak karşı­landı. Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ahmet Haşim, Kazım Nami (Duru), Orhan Seyfi (Orhon), Halit Rahri (Ozansoy), Nurullah Ata (Ataç) gibi eski-yeni değişik dünya görüşlerine ve edebiyat beğenilerine bağlı yazarlar hayranlıklarım gizlemediler.

Yakup Kadri şöyle yazıyordu:

835 Satır, Türk şiirindeki, hatta Türk dilindeki inkılabın ilk satırıdır.

Nâzım Hikmet, 1929-1936 yıllarında -birkaç kez uzun süre tutuklu ola­rak yargılanmasına karşın- 835 Satır’dan sonra dokuz şiir kitabı yayımla­dı: Jokond ile St-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (Nail V. Çakırhan ile birlikte, 1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öl­dürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935), Portreler (1935), Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936).

Şairin ikinci döneminin ürünleri olarak kabul edebileceğimiz bu yapıt­lardaki birincil özellikleri şöyle saptayabiliriz:

Nâzım Hikmet ’in 1929-36 yıllarında çıkan yapıtlarındaki şiirlerde kendi

yaşam serüvenine bağlı duyarlıklar da dünya görüşünün belirlediği coşkular­dan soyutlanamaz. Sürekli savaşım içindedir çünkü. Bu savaşımın yarattığı ge­rilim, sevme – sevmeme, dost – düşman, korkaklık – yiğitlik, yaşanan zaman – gelecek, aydınlık – karanlık, yararlı – yararsız karşıtlıklarını da beraberinde ge­tirmiştir. Bu nedenle de olumlu bildiklerinin kurulu düzenle çatışkısından kay­naklanan bir şiir ortamında acıyı ve sevinci birlikte yaşar Nâzım. Ama kendi­sine de, okuruna da acıların resimlediği bir dünyayı yasaklar gibidir.

Sen de çıkar

göğsünün kafesinden yüreğini şu güneşten

düşen

ateşe fırlat.

diyerek, “bindiği şimşekli rüzgâr” hızına uymamızı ister bizden. Çünkü kurmaya çalıştığı dünyanın birincil öğelerinden biri savaşımdır. Her du­rumda “yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar”ın koşmasıdır (Güneşi İçenlerin Türküsü, 835 Satır).

Bu bitmeyen koşuda kendisiyle aramızda duygu bağları kurarken büyü­lü bir evrendir yaratmak istediği.4 Ender olarak salt bireysel olana özgü duygulanmalar görünür bu evrende.

Kar…

üflenen bir mum gibi söndü

koskocaman ışıklar

Ve şehir

kör bir insan gibi kaldı altında yağan karın Lambayı yakma bırak Kalbe bir bıçak gibi giren hâtıraların dilsiz olduklarını anlıyorum.

Kar yağıyor,

Ve ben hatırlıyorum.

(‘24.1.1924, Gece Gelen Telgraf)


Genellikle bireysel duyarlık, toplumsalla bütünleşmiştir çünkü. Belki bu nedenle bu dönem şiirlerinde doğaya özgü motiflere de rastlanmaz pek. Denize dönmek istiyorum Mavi aynasında suların Boy verip görünmek istiyorum dizelerinde özlem ifadesi olan deniz, Bahri Hazer’de etkileriyle, Bir Gemici Türküsü’nde yarattığı evrensel görünümle çıkar karşımıza.

Nâzım Hikmet şiirindeki yaşam serüvenine bağlı duyarlıkların, dünya görüşünün belirlediği coşkulardan soyutlanamayacağını yazmıştık. Yaşan­makta olanı özümserken “yüreği ile görmesini bilen” şairler soyundan ol­duğu için, kişisel duyarlıklar, belli zaman dilimlerinde, toplumsal özellikler kazanır bu şiirde. Toplumsal sorun psikoloji ve duyarlık sürecinde gelişe­rek coşkuya dönüşür. Sokakta, kentte, memlekette, dünyada, barışta, sa­vaşta, işçiler, köylüler; kadını erkeği, genci yaşlısı ile halk, bu şiirlerin evre­nine, yaşanmakta olanın gizlerini ortaya çıkaracak nitelikleriyle yansırlar. Şair kendisini anlatırken de bu niteliklerin bilinmesine özen gösterir: Kasketini kendi kendine giydi kafam fırladım matbaadan

sokaktayım.

Yüzümde mürettiphanenin

kurşunlu kiri Cebimde yetmiş beş kuruşum var.

(Havada Bahar)

Başkalarına yaklaşırken, nerdeyse doğalcılara özgü çizim eğilimlerine karşın, temeldeki olguları, çelişki ve çatışkıları görerek insansal olanı yaka­lamaya çalışır genç Nâzım Hikmet. Açlar (835 Satır), Yalınayak (Varan 3), Orada Tanıdıklarım (Gece Gelen Telgraf) şiirlerinde irdelenebilir bu yargı.

Yalınayak’ta, önce “Kafamızda güneş, ateş bir sarık / Arık toprak / Çıp­lak ayaklarımıza çarık / İhtiyar katırından / daha ölü / bir köylü / yanımız­da…” dizeleriyle aykırı doğa güçleriyle savaşımda yalnız bırakılan insan çi­zilmiş, sonra “Hasta öküzlerin yaşlı gözlerinde / Dinledik taşlı tarlaların se­sini / Gördük ki vermiyor / Toprak altın başaklı nefesini / kara / sabanla­ra” dizeleriyle çevre nitelemesine geçilerek yaşanmakta olanın gizleri du­yumsatılmak istenmiştir.

Bu dönemindeki hapisliklerindeyse “ben”, yer yer “onlar”la birlikteliğin yarattığı ortak duyarlık, ortak etkilenme, ortak tepki ve hesaplaşma havasın­da görünür.

Biz içerde susuyoruz

Kurşun yatağında nasıl susarsa…

Haykırsın sıkıysa sükûtumuzdan hızlı,

Gökkubbenin altında öyle bir seda varsa.

(Sükût, 1 + 1 = 1)

Af (Portreler, 1935), Veda (Sesini Kaybeden Şehir), Duvar (1+1=1), Nikbinlik (Sesini Kaybeden Şehir) gibi şiirlerinde de bu iyimserliği yitirme­yen şairin coşku rüzgârlarının arkası kesilmez.

Nâzım Hikmet tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsedikten sonra bu felsefi görüşe karşı olan düşünür ve yazarları alaya alan yergi şiirleri yazmıştır. Bu kişilerden Berkley (Georges, 1685-1753) idealist felsefenin kurucusu sayılmaktadır. Maddeyi reddederek bilginin görevinin doğayı ya­ratanın (Tanrının) dilini çözmeye çalışmak olduğunu ileri süren Berkley’i, “Behey on sekizinci asrın filozof piskoposu / felsefenden tüten günlük ko­kusu / başımızı döndürmek içindir” dizeleriyle yargılarken, “filozof katil”, “sermayenin altın sesi”, “kara kuşaklı keşiş”, “tilkilerin şahı tilki”, “bir karış boyuna bakmadan Karpatları inkâr eden cüce” gibi nitelemelerle mahkûm eder. (Berkley, 835 Satır).

Bilimin yüzyıllar boyunca elde ettiği kazanımları yadsıdığı için tepki du­yar İngiliz düşünüre Nâzım. Varoluşunun bilincindedir çünkü. Kendi dışın­daki dünyanın gerçek olduğunu algılamanın bilinciyle hesap sorar idealist düşünürden.

Lâkin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı.

Senin dışında değil miydi

Kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?

Yoksa kendi altında sen

kendinle mi yattın?

Diyelim ki senden evvel baban yok Isa gibi,

Yine fakat, bacakları arasından çıktığın

Meryem gibi bir anan da mı yok?

Gene ilk kez 835 Satır’da yayımladığı Piyer Loti adlı şiirinde de Fransız romancıyı “şarlatan, domuz, burjuva” gibi nitelemelerle yererken, emperya­lizmin doğu ülkelerinde kurduğu saltanata, sömürü düzenine dikkati çeker. Loti gibi, ekzotizm düşkünü görünenlerin göstermek istedikleri doğuyu “Ka­fes / han / Kervan / Şadırvan / Gümüş tepsilerde rakseden sultan…” dizeleriy­le tanımlar. Oysa doğu, “Üstünde çıplak / esirlerin / aç geberdiği toprak”tır gerçekte. Ve “Ağzına kadar / buğdayla dolu ambar / Avrupa’nın ambarı”dır.

Nâzım Hikmet ’in bu tür şiirlerini topladığı Portreler’deki “Bir Provakatör Üzerine Hiciv Denemeleri” ve “Cevap 1, 2, 3” adlı parçalarla Peyami Safa, Yakup Kadri, Ahmet Haşim ile Hamdullah Suphi’yi (Tanrıöver) yer­diği bilinmektedir.

Nâzım Hikmet, Jokond ile SÎ-YA-U, Benerci Kendini Niçin Öldürdü ve Taranta Babu’ya Mektuplar adlı yapıtlarıyla emperyalizme karşı direnen insanların savaşımından kaynaklanan duyarlıkları işlemiştir.

“Tatlı, parlak, haykırıcı renkleri” ile “masalla destan arası, yarı fantas­tik, yarı sembolik” (Asım Bezirci) nitelikler taşıyan Jokond ile Sİ-YA-U’yu, yayımlandığı yıl, “Türk Edebiyatında İnkılap” olarak niteleyenler vardır.

Şairin, Şanghay’da öldürülen arkadaşı Sl-YA-U’nun anısına armağan etti­ği kitapta yer alan şiirler, öyküyü geliştirme göreviyle de yükümlü oldukları için, yer yer bir destanın parçaları izlenimini bırakırlar. “Beş parmağında beş hüner taşıyan”, “Ama ne fırtına babam, ne fırtına”, “fır dönüyor”, “nah şu kadar görünüyor”, “çakmazdı anam” vb. gibi daha önce Mehmet Akif’in “manzum hikayeler”inde de rastladığımız konuşma dilinde kullanılan deyim­lerden yararlanarak yalınlaştırmak ister bu şiirleri Nâzım Hikmet. Öteki ya­pıtlarında olduğu gibi çizim, betimleme eğilimlerini serbest bırakır. Özellikle “Jokond’un Encamı” başlıklı üçüncü kesimdeki Sl-YA-U ile ilgili dizeler, ka­lıcı nitelikte şiirsel öğelerle donanmıştır.

Benerci Kendini Niçin Öldürdü’de daha belirgindir bu durum. Şair yer yer düzyazıya başvurduğundan, olay hem daha hızlı bir tempoda sergilenir, hem de şiir bir ölçüde öyküden bağımsız kalma olanağına kavuşur. Bu nedenle İngiliz emperyalizmi ile savaşan Hintlilerin yaşam ve mücadelelerinin verildiği bu yapıtta, şiirsel öğelerin ayakta tuttuğu yüksek düzeyde şiirler çıkar ortaya. Nurullah Ataç’ın deyişiyle yazalım, “her parçası insanı büyüleyen” şiirler…

Nâzım Hikmet, Taranta Babu’ya Mektuplar’da da, faşizmin İtalya’da yarattığı uygarlık dışı etkileri, insansal olanı hiçe indirmeyi amaçlayan bi­rey ve toplum anlayışını, ürettiği savaş isterilerini anlatırken, düzyazı ile şi­iri birlikte kullanmıştır. Roma’da öğrenim gören bir Afrikalının karısına yazdığı on iki mektup-şiir, dünyayı ve olayları algılayarak acı çeken insa­nın tragedyası gibi işler okuyanın içine. Nerdeyse patlayacak silahların namlularında gizlenen ölüm, nedenleri, yarattığı korku ve umarsızlık duy­gularıyla kişisel olanı, insansal olana dönüştürmüştür. Ama bu umarsızlı­ğın kuşattığı ortamda bile Nâzım, ölümün karşısında yaşamın sürekliliğini duyumsatan dizeleriyle kalıcı olanı yakalamasını bilir:

Yaşamak ne güzel şey

Taranta Babu

yaşamak ne güzel şey…

Anlayarak bir usta kitap gibi bir sevda şarkısı gibi duyup bir çocuk gibi şaşarak

YAŞAMAK…

Yaşamak birer birer

ve hep beraber

ipekli bir kumaş dokur gibi…

Hep bir ağızdan

sevinçli bir destan

okur gibi yaşamak.

Simavne Kadısı Şeyh Bedreddin Destanı’nın, bu dönem ürünleri arasında ayrı bir yeri vardır. Kaynağını eski Türk geleneklerindeki toplumcu ah­laktan aldığı bilinen Şeyh Bedreddin’in öğretisini kendi dünya görüşüne ya­kın bulan Nâzım Hikmet, bu yapıtında da -gerekli gördüğü kesimlerde- düzyazıya başvurarak şiirini öykünün yükümlülüğünden arındırmaya çalı­şır. Böylece derinleşme olanağı bulur. Şeyh’in yaşamına değgin gerçekleri yeni yorumlarla zenginleştirir. Tarihsel olanda kendi çağına kalan öğeleri bularak yüzyılların sürdüregeldiği karmaşık sürecin temelindeki özellikler­de arar şiirini.

Dünden bugüne, bugünden yarına…

Bedreddin Destanı’nda düşünsel planda gerçekleştirdiği bu amaç, şiirle­rin tümünde sanatsal yaratım olarak, birbirinden değişik yapılara yansır. Bu yapıların kuruluşlarında yeri olan öğeleri etkiler.

Jokond’da ve bir ölçüde Benerci’de olayı sergilemek zorunda kalan şiir, Bedreddin Destanı’nda özgürlüğüne tamamen kavuşmuş görünür. Benzeti­lerle, imgelerle zenginleştirilmiş olan bu şiirlerde eski yüksek sesinden çeki­nerek Nurullah Ataç’ın deyişi ile “asil bir ahenk” yaratan yeni bir Nâzım Hikmet çıkar ortaya.

Nitekim, 1937’lerde Her Ay dergisine verdiği bir konuşmasında 1929- 36 döneminin eleştirisini yaparken, toplumcu gerçekçi anlayışın önemli so­runlarında kendi sanatını irdelemiştir:

Bir çok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir propaganda edası taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim, cihanı görüş, anlayış ba­kımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımın­dan telakkilerim bir hayli değişti.

Bu değişme, Nâzım Hikmet şiirinin üçüncü dönemini belirleyecek yenilik­leri içinde taşımaktadır. Özellikle, son ve uzun hapisliğini geçirdiği 1938-1950 yıllarında düşün adamı, bilge kimliği kazanan şair, Türkçe’nin bilinen bilin­meyen olanaklarından yararlanırken geleneksel halk ve divan şiirlerinin, Tan­zimat, Edebiyat-ı Cedide akımlarının, Şeyh Galiplerin, Fikretlerin, Muallim Nacilerin, Mehmet Akiflerin yaratılarından çağımıza ne kalmışsa onları özümleme bilincine de ulaşır.

Nâzım Hikmet ’in hapislik yıllarında Türkiye ve dünya yeni, büyük, kanlı olaylar yaşadı. Alman faşizminin insan onurunu da hiçe sayarak yü­rüttüğü savaşlarda özgürlüklerini kurtarma azmiyle direnen milyonlarca insan, Alman sanayicilerinin ölüm saçan silahlarına hedef oldular. Avrupa ülkelerinin, Sovyetler Birliği’nin halkları bu yıllarda ölüme karşı durmayı öğrendi. Zaferden sonra yanan kentlerini yeniden yaratmayı öğrendi. Fa­şizmin yok etmeye çalıştığı insan sevgisini yeniden kazanmayı öğrendi.

Tiyatrolar yeniden açıldı. Ülkelerinden kaçmak zorunda kalan sanatçı­lar, düşün adamları, faşizmin yenilgisinden sonra işlerinin başına döndüler.

Nâzım Hikmet hapishanedeydi.

Tutsaklar, tecrit kamplarında ölümü bekleyenler yaşamlarına, özgür­lüklerine kavuştu.

Nâzım Hikmet hapishanedeydi.

Reşat Fuat Baraner, H. I. Dinamo, Orhan Kemal, Esat Adil Müstecap- lıoğlu, Rıfat İlgaz, A. Kadir, Şükran Kurdakul yatıp çıktılar.

Nâzım Hikmet hapishanedeydi.

Bu, yaşanmakla tükenmeyecek sanılan direnç yıllarında yaşadığı tarih­sel sürece en geniş açılardan bakarak eski toplumsal yapıdaki yeni güçleri görmesini bilen şair, “hapisteki adam” gerçeğini gizlemeden soyutlama­dan yansıttı şiirlerinde.

Bu genel saptama, 1938-1950 yıllarının yaratılarını şöyle değerlendirme olanağı verir bizlere:

Nâzım Hikmet ’in Dört Hapishaneden adlı kitapta yayımlanan şiirlerin­de bireyselliğe özgü dalgalanmalar, yaşanan günün getirdiği kendince önem­li olaylara bağlı görünür. Postadan çıkan mektup, görüşme günü sevinci ve ayrılmaların kederi, okunan bir kitap, bir ajans haberi, hapishane avlusun­da atılan volta, gazetede bir fotoğraf gibi hayatın o gününde bölük pörçük yaşananlar bütünlük kazanır bu dalgalarda. O yaşanan gün, “Güneşli bir gün”, “yağmurlu bir gün”, “Bugün çarşamba biliyorsun”, “terziler ıhlamur içiyorlar / kış geldi demektir”, “günler ağır / günler ölüm haberleriyle geçi­yor”, “apansız gece olacaktır” dizelerindeki gibi, içerdeki adamı ilgilendiren özellikleriyle yeni psikolojik değişmelerin ortaya çıkmasına neden olur.

Bu dönem ürünlerinden “Bugün Pazar” şiirinde irdeleyebiliriz bu yargıyı:

“Bugün Pazar / Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” dizeleriyle hapis­teki adam için yaşamsal önemi olan bir olay anlatılmakta, sonra “Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün benden bu kadar uzak / bu kadar geniş ol­duğuna şaşarak / Kımıldamadan durdum…” dizeleriyle durum değişmesi­nin yarattığı ilk psikolojik değişim verilmektedir.

Güneşe çıkma olayından kaynaklanan durum değişmesi, şiirin öteki di­zelerinde başka psikolojik öğelerle tamamlanacaktır:

Sonra saygıyla toprağa oturdum

Dayadım sırtımı duvara

Bu anda ne düşmek dalgalara

Bu anda, ne kavga, ne hürriyet, ne karım

Toprak, güneş ve ben

Bahtiyarım.

Bu değişmeler, yaşanmış olanla, yaşanmakta olanın kesiştiği yerlerde de aydınlık – karanlık, çirkin – güzel, özgürlük – tutsaklık, emek – sermaye, sa­vaş – barış, ölüm – yaşam gibi karşıtlıkları yeniden ortaya çıkarmıştır. “Ölü­me Dair”, “Yine Ölüme Dair”, “Çankırı Hapishanesinden Mektuplar”da bu karşıtlığa bağlı duyarlıklar kendi yaşamı ve ölümü ile ilgili sorulara yol açar. Bir gün

kar yağarken,

Yahut

bir gece

Yahut

bir öğle sıcağında,

Hangimiz ilkönce nasıl

ve nerede öleceğiz

Nasıl

ve ne olacak Ölenin son duyduğu ses son gördüğü renk (Yine Ölüme Dair)

Ama ölüm düşüncesi Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Necip Fazıl, Ziya Os­man’da gördüğümüz “ahret kokusu” tüten duyarlıklarla yansımaz bu şiirlere. Çünkü evrensel sürekliliğin ölümü yendiği düşüncesindedir Nâzım Hikmet.

Ahmet Hamdi, “Ölüm şifasıdır her üzüntünün” diyordu. Nâzım, “Fev­kalade memnunum dünyaya geldiğime / Toprağını, aydınlığnı, kavgasını ve ekmeğini seviyorum…” der.

İyimserlik onun tutkusudur. Ve “bu dünyada yalnız olmadığının” bilin­ci ile akılcı bir düşünüş biçimi olarak gelişir.

Bir altı yüz adet

kadınsız erkeğiz Alınmış elimizden

doğurtmak imkânımız.

Bu müthiş kudretim yasak bana: yeni bir hayat aşılamak, bereketli bir rahimde yenmek ölümü, yaratmak seninle beraber.

Sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin (Lodos)

dizelerinde gördüğümüz, beyninin içinde pusu kuran, özlemlere karşın tu­tunduğu güçtür iyimserlik. Özellikle “Tebahhur Sûresi”, “Zafere Dair”, “20. Asra Dair”, “2 Ekim 1945”, “5 Aralık 1945”, “6 Aralık 1945”, “14 Aralık 1945” şiirlerinde bu ağacın yaprakları ışıldar durur:

Rüzgâr akar gider

aynı kiraz dalı bir defa daha sallanmaz aynı rüzgârla ağaçta kuşlar cıvıldaşır

kanatlar uçmak ister.

Kapı kapalı

zorlayıp açmak ister.

Ben seni isterim senin gibi güzel, dost

ve sevgili olsun hayat…

Biliyorum henüz bitmedi

sefaletin ziyafeti

Bitecek fakat.

(2 Ekim 1945)

Nâzım Hikmet ’in cezaevine girmeden önce yayımladığı kitaplardaki ki­mi uzun boyutlu şiirlerinin bir çeşit “manzum hikâye” tekniğinde yazıldı­ğını belirtmiştik. 1938-1950 yıllarının ürünlerinden “Bir Küvet Hikâyesi”, “Şaban oğlu Selim ile Kitabı”, “Ceviz Ağacı ile Topal Yunus’un Hikayesi” başlıklı parçalarda da bu tekniğin uygulandığını söyleyebiliriz.

Bu şiirlerinde kişileri günlük yaşamlarının belli bir kesitinde ele alarak, özel öykülerine bağlar Nâzım. Öykünün gelişim süreci içinde ilişkilerini, sorunlarını, bulundukları konumun özelliklerini öğrendiğimiz kişiler du­rum ve davranışları ile toplumsal olanı duyumsatırlar. Özellikle “Şaban oğ­lu Selim ile Kitabı”nda, Beykoz Fabrikası ustalarından birinin kişiliğinde simgelenen olayın yarattığı trajedi, dünyaya, insanlara, tarihe, kendisine nerdeyse şairce düşünür olarak bakan “hapishane mukayyidi“nin yaklaşı­mı ile toplumsal bir yargı niteliğine ulaşır. Dokuz bölümden oluşan bu uzun şiirin özellikle birinci ve dokuzuncu bölümlerinde insansal olanla şi­irsellik bütünleşmiş gibidir.

Nâzım Hikmet, destanlarında da yitirmez bu özelliğini. Zaman, yer (mekân) ve olay gibi şiirsel yapıya zararı dokunabilecek öğeleri kullanırken görünenlerle görünmeyenlerin bileşimini yapmıştır çünkü.

İnsandan kişiye, olaydan tarihsele, özden içselliğe… Kuvâyi Milliye Des- tanı’m oluşturan sekiz ana bölümde şiirsel amacı böyle tanımlanabilir Nâ­zım Hikmet ’in. Bu nedenle Karayılan, Kartallı Kâzım, Arhavili İsmail, Şoför Ahmet, Ali Onbaşı, Mustafa Kemal Paşa gibi destan kişilerinin karakterleri hareket içinde belirir. Olay, hareket içinde tarihsel özellikler kazanır. İçerik, derinliğe kavuşur.

Öykünün ağır bastığı yerlerde üç beş dizi içinde olayın geçtiği mekânın özelliklerini vererek, kalabalığı yansıtırken, somutla soyutun çeşitlediği şi­irsellikleri yakalar Nâzım Hikmet.

Erzurum kışı zorludur balam tandırında tezek yakar Erzurum buz tutar yiğitlerinin bıyığı ve geceleyin karlı ovada

kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Meşeleri ve gürgenleriyle orman Karanlık bir rüzgar gibi geçiyor iki yandan.

Destanın ilk bölümlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından önce ulusal güçlerin örgütlenerek kurdukları direnç cepheleri, işgal altında­ki İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçıran yurtseverlerin eylemleri anlatıl­mış, sonraki bölümlerde savaş sahneleri verilmiştir. İki tarihsel dönemi sim­geleyen parçalarda da, kadım, erkeği, askeri, zabiti, imamı, başkomutanı, korkağı, kahramanı, yiğidi, kaçağı, haini ile o koşulların yarattığı insanlar soluk alıp verirler bu sahnelerde. Yer yer genel çizimlerle yansıtır şair onla­rı (1922 Ağustos Ayı ve Kadınlarımız). Yer yer de eylem içinde, özel du­rumlarda, ne yaptıkları, nasıl davrandıkları ve hangi niteliklere sahip olduk­larını göz önünde tutarak çizmeye çalışır.

Sarışın bir kurda benziyordu ve mavi gözleri çakmak çakmaktı yürüdü uçurumun başına kadar eğildi durdu Bıraksalar

İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepeden Afyon ovasına atlayacaktı

Nâzım Hikmet ’in, “Muhtelif sınıflara mensup Türkiye’nin insanları va­sıtası ile Türkiye’nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumu”nu anlat­ma amacı ile yazdığını belirttiği İnsan Manzaraları, toplumsal/siyasal değiş­meler “panoraması”dır.

Ahmet Oktay bu çok boyutlu görünüşü şöyle anlatır:

Nâzım Hikmet iki tren alıyor, yani iki ayrı mekân ve zaman. Ama “Manzaralar” doğrudan doğruya trenlerle başlamıyor. Şair, bu iki ayrı mekânı kendinde barındıran bir “genel mekan” kullanıyor. Haydarpa­şa garı. Ve Galip Usta. Bu genel mekânı çerçeveleyen bir kamera gibi merdivenlerin üzerinde duruyor. O, bizi mahkûm Fuat ve Halil’le tanış­tırarak halkın arasına götürecektir. Yani, 15.45 katarına. Ama geriye çekilmiş bir ikinci kamera daha var: Haşan Şevket. Nuri Cemil’i yaka­lıyor ve hemen halkı sömürenlerin arasına giriyoruz. Yani “Anadolu Sü­rat Katarı”na. Ne var ki, iki katar arasındaki ilinti kesilmez hiç. Gizli bağ vardır aralarında: Tarihsel ve toplumsal an.

Vagon Restoran’da ahçı başı Mahmut Aşer ve garson Mustafa. “Kur­tuluş Savaşı Destanı”na eğilerek burjuvaziyi Anadolu’ya, 15.45 katarın­da da Nuri Öztürk ve Basri Şener, orta sınıf ve “mütegallibe” çıkarcılı­ğı ile Anadolu’yu burjuvaziye bağlarlar. Bununla da yetinmez Nâzım Hikmet: Dünyaya doğru açılır ve okuru yurdun geleceğini dünyanın ge­leceğine bağlayan bir noktaya getirir: II, Dünya Savaşı. İnsanların adla­rı da değişik. Hans Müller’dir artık, Thomson’dur, Gabriel Peri’dir.

Ahmet Oktay’ın adlarını andığı kişiler, toplumsal/siyasal değişmeye bağlı konumları içinde görünürler destanda. Kuvayi Milliye’de olduğu gibi öyküler vardır. Öyküleriyle birlikte karakterleri belirginleşmiştir. En derin­de gizledikleri köşelerden ses verirler. Aralarında, “Ama insanlar bir tuhaf / Yahut ben bir tuhafım / Bir şey tıkandı şurama / Söylemesem beni boğa­cak / Büyük parayı alnının teriyle kazanamazsın / Başkalarını bilmem / be­nimkinin temelinde alınterim yok…” diye yaşamının hesabını verenler çı­kar. Kurulu düzenle birlikte kendilerini yargılarlar. Gerçekte, imparatorlu­ğun gizli sömürge döneminde başlayan dışa bağımlı kapitalistleşme süreci­nin başka bir halkasıdır yaşanan. Kuvayi Milliye’nin “kapitalizme ve em­peryalizme karşı savaşmayı gerekli gören” felsefesini yaşama geçirmek iste­yenler düzene ters düşmektedirler.

Nâzım Hikmet, destan kişilerinin durumlarını belirginleştiren özellikle­ri yansıtırken “Kolları esmer, adaleli, kalın / geniş göğsü kıl içinde / Dudak­ları etli / Burnu şahane…” gibi çizimlerle fiziksel nitelikleri anlatmaya düş­kün görünür. Öteki yapıtlarında olduğu gibi, doğa ve çevre betimlemeleri yapmayı da sever.

Toprak göz alabildiğine

dümdüz

çırılçıplak

ve kırmızı biber gibi acı Batıda bir tek, uzun Kavak ağacı.

Havada bir odun ateşiyle pişen bulgur kokusu bu kerpiç duvar

Bu şimdi bir kertenkelenin girdiği delik, bu perişan

dut, akasya erik…

insan, çevre ve doğa çizimlerinde, “bir geyik sürüsü gibi bir perişan ka­labalık”, “esrarkeş Apdül çırptı kollarını horoz gibi öttü”, “yağmur kam­çılıyor camları / damlalar sicim gibi iniyorlar”, “bir anda bütün ipleri bı­çakla kesilmiş gibi düştü” biçiminde benzetmeler de çok kullanılır destan­da. Yer yer benzetmeler görüntüleri canlandıran temel öğe durumuna gelir. Görüntülerin sıralanması ise destanın yapısını belirler.

Nâzım Hikmet, insan Manzaralarında “kimi zaman şiire çok yakınlaş­tığını” ifade ederken “kimi zaman da yazdıklarının çıplak bir nesir olarak” kaldığını belirtmişti.

Özellikle konuşmaların yoğunlaştığı kesimlerde soru-yanıt tümceleri doğrular bu yargıyı. Bu kesimlerde yapı, öykü yapısından farklı değildir:

“Acınız geçti mi Bay Şekip Aytuna? / Geçmek üzere.”, “Çok güzel / Ev­li misiniz?”, “Bekâr”, “Bekârlık sultanlıktır…”, “Nişanlıyım Doktor Faik Bey.”, “Tebrik ederim…”

Bir olayın, olaya bağlı kişilerin durumlarının yansıtıldığı kesimlerdeyse görüntü ağır basar:

Attı bir adım,

Etrafını zabitlerle polisler almış Kireç gibi yüzü,

Sarışın

Birden ahali başladı bağırmaya:

“Kahrol Artin Kemal!..”

Durdu.

Arkasına baktı

konağın kapısından tarafa, belki de geri dönüp içeri girmek için Fakat yüzüne karşı kapıyı ağır ağır kapadılar.

Yürüdü sallanarak on adım kadar.

Ahali boyuna bağırıyor.

Bir taş geldi arkadan

başına çarptı.

Bir taş daha

bu sefer yüzüne.

Kırıldı gözlükleri,

bıyıklarına doğru kanın aktığını gördüm.

Yazarın anlatışı, kişilerin başkalarını anlatışı, kişilerin kendilerini ve il­gilerini çekenleri anlatışı iç içe girmiştir destanda. Değişik tekniklerden ya­rarlanarak hareket sağlanmıştır.

Nâzım Hikmet ’in “Tüm Eserleri” üzerinde çalışan Asım Bezirci, însan Manzaralarının yapısal özelliklerini şöyle değerlendirir:

İnsan Manzaraları destan, hikâye, tarih, roman türlerinden birtakım çizgiler taşır. Fakat tümüyle hiçbirine indirgenemez. Ara sıra başvu­rulan görüntüleme ve kesitlemede (decoupage) tekniği yönünden bi­raz sinemaya yaklaşır, ama onunla da özdeşleşmez… Öylesine oriji­nal bir eserdir. Sanki ressamla rejisör, sinemacı ile tiyatro yazarı, şa­irle hikâyeci, mizahçıyla romancı, tarihçiyle toplumbilimci el ele ve­rerek bu benzersiz eseri, tutarlı bütünlüğü birlikte yaratmışlardır.9

Memleket özlemi, barış, ölüm, aşk ve kentler Nâzım Hikmet ’in 1950-63 yılları arasındaki ürünlerinde egemen tema olarak görünmektedir. Çoğun birbirlerini bütünler biçimde işlenir bu temalar. Aşk, ölüm kaygısı, memle­ket özlemi ya da kentler, barış-savaş birlikte geliştirirler şiiri.

Yeditepeli şehrimde Bıraktım konca gülümü Ne ölümden korkmak ayıp Ne de düşünmek ölümü.

dizelerinde gördüğümüz gibi, şairin iç dünyasına egemen olan üç olgu (memleket, sevgili ve ölüm kaygısı) birbiriyle zıtlaşmadan duyarlığın teme­lindeki gerçeği sergiler.


“Bulutlar Adam Öldürmesin”, “Japon Balıkçısı”, “Umut” gibi şiirler­deyse temel öge olan barış, kendi özünde çeşitlenerek ikincil temalarla zen­ginleşmiştir.

Nâzım Hikmet ’in iç dünyasında bir yara gibi işleyen memleket özlemi, bu dönemin şiirlerinde güncel, eskimez ve mutlulukları acıya dönüştürme simgesi gibidir. “Yine Memleketim Üzerine Söylenmiştir”, “Tuna Üstüne Söylenmiştir”, “Ceviz Ağacı”, “Sofra”, “Balkon”, Vapur”, “Bor Oteli” doğrudan bu duygudan kaynaklanır. “Saman Sarısı”, “Severmişim Me­ğer”, “Kavak”, “Sofya’da”, “Slavya Kahvesinde Dostum Tevferle Yeren- lik” gibi şiirlerde çağrışımlara bağlı olarak birdenbire çıkar:

Prag şehri yaldızlı bir dumandır Viltava suyunun köpüklerine Martı kuşlarıyle gelir İstanbul.

(Slavye Kahvesi…)

iki şey var ancak ölümle unutulur

Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü

Ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer

kışın sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar

Ve bir saç mangalın küllerinde

uyanır uykudan büyük Istanbulum iki şey var ancak ölümle unutulur (Saman Sarısı)

Nâzım Hikmet, hapislik yıllarında ölümü düşünürken dirilişe inanmadı­ğını ortaya koyan şiirler yazmıştı. Ama hastalığına karşın yakın bir olasılık olarak görmüyordu ölümünü.

Bu döneminde, hastalığının derinliğini algılayarak, kendini ölümle karşı­lamaya hazırlar gibidir. “Durup dinlenmeden ölümü düşünüyorum / Sıram yakın demek” (10 Eylül 1961), “iyice yaklaştı bana büyük karanlık” (Son Otobüs), “Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı” (Kocalmaya Ça­lışıyorum), “Bizi burda mı bastıracak ölüm / biz bu şehirden gülüm / çıka­mayacak mıyız?” (Laypzig) gibi dizelerde görebiliriz bu kabul etme durumu­nu. Belki, angino pektoris ağrılarının ara verdiği günlerde, psikolojisi deği­şerek iyimser olabilir: “Ölüm düşüncesinden soyundum / giyindim haziran yapraklarını” (24 Mayıs 1962).

Öleceğini düşünmenin yarattığı duyarlıklar da, memleket özlemi gibi, kimi şiirlerinde birdenbire çıkar karşımıza. Duygusal. Ama son yıllarında da, felsefesi doğrultusunda, kişinin yok olması biçiminde anlar ölümü.

Geliyor sıram

ansızın atlayacağım boşluğa

ne çürüyen etimden haberim olacak

ne gözlerimin çukurunda dolaşan böceklerden…

(19 Eylül 19 61, Laypzig)

Nâzım Hikmet, son döneminde İstanbul, Moskova, Sofya, Roma, Paris, Prag, Bakü gibi kentlerin yarattığı etkileri yazarken yaşanmakta olanda sü-

regelen tarihsel öğelerle de duygulanmıştır. Özellikle eski ile yeninin birlikte yansıdığı Paris şiirlerinde görebiliriz bunu. Önce de belirttiğimiz gibi, tarih, sürekliliktir Nâzım Hikmet şiirinde. Bu akış içinde kendisinde de değişenle­ri görmek olasıdır. Gezilerinde kentlere bakarken, sokaklarda, caddelerde, evlerde birikmiş olanın gizlerini okuyarak şiirinin temel öğelerini bulmuştur.

Pariste kime çiçek götürdün yoldaşım

Komunacıların duvarına Bir de dal gibi bir dilbere.

Paris’te kimi gördün seninkilerden

Namık Kemal’i, Ziya Paşa’yı, Mustafa Suphi’yi.

1959’dan sonraki aşk şiirlerindeyse yaşanmakta olanı bir dakikasından ötekilere doğru genişleterek tüm zamanı etkileyen, bir atmosfer yarattığı söylenebilir Nâzım Hikmet ’in.

Onunla ve onsuz.

Onunla, nasıl istiyorsa öyle varolmanın güzelliğini duyar, onsuz kalmak, geçmişle, soyutlanmış olanlarla yetinmek zorunluğudur. Ama onunla da, ger­çekliğinin ötelerine sıçramış sanarak, değişik “bir âlemde” bulur kendini.

Sen benim sarhoşluğumsun ne ayıldım

ne ayılabilirim

ne ayılmak isterim.

(10 Temmuz 1959)

Çok şeye bu tanımın yarattığı perspektiften bakmaya alışmış gibi görü­nür son yıllarının kimi aşk şiirlerinde. Nasıl istiyorsa öyle varolmak, başta umursamazlığın boşverişini getirmiştir.

içimde mis kokulu

kızıl bir gül gibi duruyor zaman,

Ama bugün Cumaymış, yarın Cumartesiymiş çoğum gitmiş azım kalmış umurumda değil.

(Vera ’ya)

Oysa Türkiye’den Tanganika’ya, Sibirya içlerinden Havana’ya kadar yaprak kımıldasa duyan adam, yaşamını dipdiri sürdürmektedir içinde. Dünyayı ve insanları omuzlarında taşıyor gibi kederlenir, kaygılanır, mut­lu olur, öfkelenir, hesap sorar, hesap verir. “Kan ter içinde yükselen yapı­lar”! (Yapı Yeri) yaratanlarla duygulanır. Çelme takmalara, arkadan vur­malara içerler. “Putların ormanından geçmiş”, ne kolay yıkıldıklarını gör­müştür. “Dünyayı telaşsız ve rahat seyredebildiği” aşamadan kendine de, yaşamının biriktirdiği tarihe de bakarak, bu alabildiğine zengin ve görkem­li evrenden seslenir insanlığa.

Hâtıralardan şikâyetçi değilim Hiçbir şeyden şikâyetim yok zaten yüreğimin durup dinlenmeden

kocaman bir diş gibi ağrımasından bile iyice yaklaştı bana büyük karanlık,

Artık ne kibri nazırın, ne katibin şakşağı Tas tas ışık dökünüyorum başımdan aşağı güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan.

(Son Otobüs)

ŞİİR KİTAPLARI:

Ölümünden sonra Türkiye’de ilk kez basılan kitapları:

Oyunları:

Ölümünden sonra yayımlananlar:

Öteki Kitapları:

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 3, Cumhuriyet Dönemi 1, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

Nâzım Hikmet Ran

Şâir ve yazar. 1902’de Selanik’te doğdu ve 1963’te Moskova’da öldü. Babası Hikmet Bey, Kalem-i Ecnebiyeye bağlı bir memurdu. Anne tarafından büyük dedesi Mustafa Celâleddîn Paşa, Polonya asıllı olup, sonradan Müslüman olmuştur. Annesi Cemile Hanım ise Ali Fuâd Cebesoy’un kızkardeşidir.

Galatasaray Lisesi ve Nişantaşı Nümûne Mektebinde okuduktan sonra, Heybeliada Bahriye Mektebine girdi. Okulu bitirince Hamidiye Okul Gemisinde stajyer Güverte Subayı olarak görev yaparken sağlık sebepleriyle 1920’de çürüğe çıkarılıp ordudan ayrıldı. Bu sırada yurtseverlik duygularını taşıyan ilk şiirleri yayınlandı. 1921’de Bolu’da öğretmenlik yaptı.

Arkadaşı Vâlâ Nûreddîn ile yaptığı Anadolu seyâhati sırasında, Almanya’da okumuş bâzı Türk komünistleriyle İnebolu’da tanıştı. Onların telkinleriyle komünist olup, Moskova’ya gitti. Moskova’da ekonomi ve sosyoloji tahsili yaptı. Orada Avrupalı psikologların “beyin yıkama” diye tâbir ettikleri sıkı bir komünist eğitiminden geçti. “19 Yaşım” başlıklı şiirinde kendisine verilen bu eğitimin yoğunluğunu dile getirmektedir. Târihimizde, Şevket Süreyya Aydemir’den sonra, komünizmi, tatbik edildiği ülkede öğrenen kişilerin başında gelir.

İsyankâr bir rûhun sâhibi olan Nâzım Hikmet 1928 yılında Türkiye’ye geldi. Çeşitli dergi ve gazetelerde çalışmaya başladı. 1938 yılında Harp Okulunda komünizm propagandası yapmak suçundan tevkif edilerek, yirmi sekiz sene hapse mahkum oldu. Çankırı, Üsküdar ve Bursa cezâevlerinde on iki sene yattıktan sonra 1950 yılında çıkarılan genel afla tahliye edildi.

1951 yılında gizlice Sovyetler Birliği’ne kaçtı ve orada Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunduğu için, Türk vatandaşlığından çıkartıldı. Bunun üzerine Sovyet tabiiyetine geçerek, Borzcky soy ismini aldı. Böylece Türk şâiri olmak vasfını tamâmen kaybetti. 3 Haziran 1963’te ölümüne kadar on üç sene Sovyetler Birliği Polonya ve Bulgaristan başşehirlerinde yaşadı.

Şiirlerinde, önceleri hece veznini kullanırken, Sovyetler Birliği’nde tanıdığı, 1930 senesinde Komünist Partinin baskılarına dayanamayarak intihar eden Futurist şâir Mayakousky’nin tesirinde kalıp, serbest vezinle yazmağa başladı. Hapse girinceye kadar yazdığı birçok şiirinde, makina ve sosyalizm temaları büyük bir yer tutar.

Yıllardır, cepheden cepheye koşan bir milletin içinde bulunduğu sefâlet manzaralarına şâhit olduğu Anadolu seyâhati sonrasında kurtuluşu makinalaşmakta görüyordu. Makinaya olan hasreti materyalist bir ideoloji olan Marksizmle birleşerek, büyük bir mukaddesat düşmanlığına döndü. İlmin ve tekniğin ulaşamayacağı birçok gerçekleri göremediği için, teknik ve Marksizm’e aynı zâviyeden bakıp inkâr bataklığına kaydı. “Makinalaşmak” şiirinde şekil ve üslupta da makinayı hissettirmekte, makina seslerini taklitte, mânâsı olmayan tamâmen mekanik sesleri kullanmaktadır.

Hapishânedeyken yazdığı şiirlerinde, hapishâne hayâtına uygun olarak şekil ve öz bakımından büyük değişiklikler oldu. Önceki şiirlerinde mevcut olan gürültülü ifâdeden uzaklaşıp Orhan Veli’nin şiirlerindeki üslupla yazmaya başladı. Hapishâneden çıkıp Türkiye’den de kaçtıktan sona, yine eski gürültülü üslûba dönerek kendisini tamâmen Komünist Partinin emrinde ideolojik şiirler yazmağa verdi. 1950’lerin soğuk savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın propagandası için çeşitli ülkelere gönderildi.

Nâzım Hikmet, Marksist ideolojiyi dînin; kapitali Kur’ân-ı kerîm’in; Stalin’i de Allahü teâlânın yerine koymaya heveslendi. Bunda daha çok Tanzimat devri şâirlerinden Şinâsi’yi örnek almıştır. Şinâsi de dînin yerine medeniyeti, peygamberin yerine de Reşîd Paşayı koymaya çalışır. Nâzım’ın “Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum!” ve “Beni Stalin yarattı!” gibi sözleri, bunun en açık ifâdesidir. Şiirlerinde Marx, Lenin ve Engels’in isimlerini yazmaya büyük harfle başlarken Allahü teâlânın ismini yazmaya özellikle küçük harfle başlamaktadır.

Nâzım Hikmet modern şiir akımı, mekanik düşünce ve materyalist üslûbun tam aksi bir istikâmet tâkip etmesine rağmen, aşk, ölüm, yalnızlık gibi insan rûhunun girinti ve çıkıntılarını dile getiren kompleks duyguların çok uzağında şiirler yazdı. Materyalist edebiyâtın bile idealist bir muhtevâ kazanmaya çalıştığı günümüzde Nâzım Hikmet ’in şiirlerinin heyecanla okunabilmesi, birtakım aşırı duyguları, isyankâr ve ihtilalciye yakışır bir üslupla ifâde edebilmesindendir. Şiirlerinde sığ, basit hitâbet tarzın ile yer yer argoya ve aşırı müstehcenliğe kaçan ifâde tarzından kendisini kurtaramadı.

Nâzım Hikmet, kendisine mahsus bir orjinal üslup ve ifâde tarzı vücûda getirdiyse de bu, Türk şiirine fazla müessir olamadı. Oğlu Mehmed Andaç’ın ifâdesiyle; “Esas şiirlerini Türkiye’de yazmıştır. Sovyetler Birliği’ndeki şiirlerini ruble için yazmıştır.”

Kaynak: Rehber Ansiklopedisi, 15. cilt

İlgili Makaleler