II. Mahmud Kimdir, Hayatı, Dönemi, Islahatları
II. Mahmud
II. Mahmud. 30.Osmanlı pâdişâhı, 95. İslam halifesi. 20 temmuz 1784’te İstanbul’da doğdu, aynı yerde Temmuz 1839’da öldü.
Babası I.Abdülhamid ile Nakş-i Dil Sultan’dır. II.Mahmud saray geleneklerine göre, terbiye edildi. Okuma ve yazmadan başka, edebiyat, müzik, arapça ve akâid dersleri gördü. Devlet idaresi hakkında şehzadelere verilmesi usûlden olan din ve mutlakıyet idaresine dâir fikirler telkin edildi. II.Mahmud, III.Selim devrinde yapılan askerî ıslâhat ile ilgilenmiş, III.Selim’in tahttan indirilmesinden sonra da onun ile yaptığı temaslar neticesinde, devletin içinde bulunduğu düşüşten kurtarılması için, ıslâhata devam edilmesi lüzumuna kanâat getirdi. Alemdar Mustafa Paşa’nın III.Selim’i tekrar tahta geçirmek için giriştiği teşebbüs sonucunda, onun âsîler tarafından şehit edilmesi ve IV. Mustafa’nın da hal’edilmesi üzerine, II.Mahmud, 28 temmuz 1808’de tahta çıktı.
II.Mahmud, Alemdar Mustafa Paşa’yı sadrâzam yaptı. Mustafa Paşa, ıslâhat taraftarı bulunan Rusçuk yaranının yardımı ile, devletin sarsılmış bulunan nüfuzunu kuvvetlendirmek ve III.Selim’in orduda başlamış olduğu ıslâhatı devam ettirmek için, teşebbüslere girişti. İlkin Kabakçı Mustafa isyanında rol oynamış bulunan ele-başıları cezalandırdı. Bundan sonra, Anadolu ve Rumeli ‘deki ayanları İstanbul ‘a davet ederek, onlar ile bir ittifak senedi imzaladı (Sened-i İttifak).
Öte yandan isyânlar neticesinde iyice bozulan yeniçeri ocağını yola getirmek için tâlim ve terbiye usûllerinin tekrar tatbik edilmesi istendiyse de, yeniçeriler bu icrââttan memnun olmadılar. 14 Ekim 1808’de Sekbân-ı Cedîd adıyla modern bir ordu kurulmaya başlandı. Sekbân-ı Cedîd askeri, yeniçeriler ve taraftarları tarafından Nizâm-ı Cedîd’in ihyâsı olarak kabûl edildi. Vezîri Alemdâr Mustafa Paşanın devlet adamlarına ve askerlere karşı tâvizsiz icrââtları, yeniçerileri harekete sevk etti. 14-15 Kasım gecesi meydana gelen büyük isyan sırasında Alemdâr Mustafa Paşa öldürüldü. İsyancıların IV.Mustafa’yı tahta çıkarmak istemeleri üzerine, II.Mahmud, ulemâ ve ricalin tekliflerine uyarak, kardeşi IV.Mustafa’yi boğdurdu. Hanedandan başka erkek bulunmadığı için, bu tedbir ile isyanın yatışacağı düşünülmüştü, ama âsîler Sultan Mahmud ‘un tahttan indirilmesinde ısrar ettiler. Ulemânın müdahalesi üzerine ve ocaklarına dokunulmayacağına dâir teminât verilmesiyle, isyana son verdiler. II.Mahmud’u hedef alan tehlikeden bu suretle kurtulmuş oldu II.Mahmûd, yenilikleri durdurmak zorunda kaldı.
İstanbul’da bunlar olurken, devlette içten ve dıştan ciddî tehlikelere muhataptı. Balkanlarda Sırbistan isyan hâlinde idi. Hicaz’da vehhâbîlik devletin İslâm birliğini parçalayacak bir şekilde, gelişmekteydi; Babıâli ile Rusya arasında harp durumu sürüyordu; Fransa, İstanbul’da muhafazakârların akıbetini vesile ederek, Osmanlı dostluğundan ayrılıp, Rusya’ya meylediyordu.
Fakat bu esnada imparatorluk içten ve dıştan ciddî tehlikelere muhataptı. Balkanlarda Sırbistan isyan hâlinde idi. Hicaz’da vehhâbilik imparatorluğun İslâm birliğini parçalayacak bir şekilde, gelişmekte idi; Babıâli ile Rusya arasında harp hâil hüküm sürüyordu; Fransa, İstanbul ‘da muhafazakârların akıbetini vesile ederek, Osmanlı dostluğundan ayrılıp, Rusya’ya meylediyordu.
Napoleon Bonaparte ile çar I.Aleksandr arasında 12 Ekim 1808’de yapılan Erfurt antlaşmasında Fransa’nın, Rusya’nın Eflâk ve Boğdan’a yerleşmesine rızâ göstermesiyle, Osmanlı İmparatorluğ’unun taksimi Avrupa’nın siyâset gündemine alınmış oldu. Bu şartlar içinde, Bâbıâlî Rusya’ya karşı harbe devam etti. Napoleon Bonaparte’ın Rusya’ya silâhlarını çevirmesi üzerine, çar sulhe istemekle, 28 Mayıs 1812’de Bükreş antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre, Ruslar Besarabya dışında almış oldukları toprakları îâde ettiler. Bir müddet sonra, Sırplar’da, kendilerine bâzı imtiyazlar verilmek suretiyle, tekrar Bâbıâlî’nin nufûzunu tanıdılar. Bükreş antlaşmasından bir yıl önce, Mısır’da Memlûkleri imha etmiş olan Mehmed Ali’nin kuvvetleri 1813’te Vehbâbîleri hezimete uğratarak, onların elinden Mekke’yi ve Medine’yi kurtardı. Bir kaç yıl sonra da Vehhâbî hareketi tamamen bastırıldı.
II.Mahmud, imparatorluğun nisbî bîr sükuna kavuşmasından faydalanarak, ıslâhata girişmek istedi. Fakat bu esnada bütün işlerinde masraf-i şehriyârî emini İbrahim Ağa, berber-başı Ali Ağa ve rikâb-ı hümayûn kethüdası Halet efendi ile istişare ediyordu. Bu zâtlar ise, yeniçeri ocağı ile sıkı ilişki de olup, ıslâhat fikri ve teşebbüsüne aleyhindeydiler. Bu sebep ile pâdişâhı, fikrinden vazgeçirmek için, türlü vesileler ile ürkütüyorlardı. Halet Efendi, üstelik Fener Rumları ile de dostluk ilişikilerini devam ettirmekteydi. Fener Rumlarının çoğunluğu, 1814’te Odesa’da Yunanistan’ın bağımsızlığını sağlamak gayesiyle, kurulmuş olan Eterya cemiyetine dâhil idiler. Halet Efendi’nin dostluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nda bu cemiyetin teşkilât ve faaliyetini geliştirmek için, değerli bir vasıfta vazifesini görüyordu. Halet Efendi’nin entrikaları yüzünden, Tepedelenli Ali Paşa’nın fermanlı ilân edilmesi Yunan isyanlarına elverişli bir zemin hazırladı. İpsilanti 6 mart 1821’de Eflâk’ı ayaklandırmağa kalkıştı. Bu ayaklanma bastırıldı. Bir ay sonra, Mora’da isyan başladı. II.Mahmud bu hâdise karşısında öfkeye kapıldı, isyanla ilgisi bulunan Rum patriği ile bir kaç metropoliti astırdı. Halka silâh taşıması için emir verildi. Bu emirler, İstanbul’da ve diğer bâzı şehirlerde Rumlara karşı aşırı bir takım hareketlerin yapılmasına sebep oldu.Fakat düzenli bir donanma ve ordu mevcut bulunmadığı için, Mora isyanı bastırılamadı, 13 Ocak 1822 ‘de Mora âsîleri Epidoros’ta Yunanistan ‘ın bağımsızlığını ilân ettiler. Avrupa’da kamuoyu âsîlerin tarafını tuttu. Büyük devletler de isyân ile ilgilenmeye başladılar. 25 Mart 1823’te İngiltere âsîleri savaşçı olarak tanıdığını ilân etti. Rusya Rumların imhâ edilmesi karşısında, kayıtsız kalamayacağını belirtti.
II.Mahmud, Mora isyanının devletlerarası bir mesele hâline gelmesine meydan vermemek maksadıyla, süratle bastırılmasına gerek gördüğü ve bu işi başaracak kuvveti de bulunmadığı için, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi. Mehmed Ali’nin oğlu İbrahim Paşa, Girid’i bir üss hâline getirdikten sonra, âsîlere karşı Nisan 1824’te harekete geçti. Mora’ya asker çıkardı ve her tarafta âsîleri ezmeğe başladı. Misolonki’nin Nisan 1826’da zaptedilmesi üzerine, İngiltere ve Rusya Petersburg anlaşması ile Mora’da, Bâbıâlî’ye vergi vermek suretiyle, özerk bir Yunan devletinin kurulması konusunda anlaştılar. II.Mahmud bu anlaşmayı tanımak istemedi. Mora isyanını imparatorluğun bir iç meselesi saymakta ve yabancı devletlerin müdâhale etmeğe hakları bulunmadığına inanmaktaydı. Ancak bir harp hâlinde de askerî tâlim ve disiplininden mahrum yeniçeri ordusu ile iş başarılamayacağına kanâat getirmiş bulunuyordu. İşte bu kanâatin sevki iledir ki, ulemâ, rical ve ocak ağalarının muvafakati ile, yeniçeri ocağına düzen vermeğe teşebbüs etti. Haziran 1826’da yeniçeriler bu teşebbüse karşı tekrar kazan kaldırdılar, ocak ve hükümdar bir defa daha karşı-karşiya geldi. İstanbul halkı, rical, ulemâ, topçu ve arabacı gibi, sâdık asker ocakları bu defa padişahın tarafını tuttular. Savaş başlamadan önce, sancak-i şerîf de çıkarıldı. 15 —16 Haziranda yeniçeriler, kısa süren, fakat şiddetli sokak muharebelerinden sonra, kışlaları top ateşine tutulmak suretiyle, perişan edildiler. Bu suretle, bir vakitler Osmanlı İmparatorluğu’nun en kuvvetli müessesesi iken, sonraları soysuzlaşmiş olan yeniçeri ordusu tarihe karıştı. Bu vak’a Osmanlı tarihine Vak’a-i Hayriye diye geçti. Vak’a-i Hayriyeyi müteakip, asâkir-i mansûre-i mahmudiye adı ile, yeni usûlde bir ordunun kurulmasına girişildi. Rusya, bu durumu fırsat bilerek, kendisi ile Bâbıâlî arasında askıda bulunan meselelerin halledilmesini istedi. İki devlet arasında 27 Ekim 1826’da Akkerman mukavelesi imzalandı. Bâbıâlî, Eflâk ve Boğdan’daki askerlerini çekmeği, Sırbistan’a idâri imtiyazlar vermeği kabul ettiği gibi, Rus ticâret gemilerine boğazlardan serbestçe geçiş hakkı da tanıdı. Mukavelede Yunan isyanı ile ilgili bir hüküm yok idi. 5 Haziran 1827’de Atina’nın İbrahim Paşa tarafından zaptedilmesi ile, Yunan isyanı sona ermek safhasına girmişti. İngiltere doğu Akdeniz’de kuvvetli bir idareni ordunun kurulmasına muhalif idi, Mısır’dan sonra, Girid ve Mora’ya yerleşen Mehmed Ali Paşa, İngiltere’nin şarktaki imparatorluğu için, ciddî bir tehlike teşkil ediyordu. Bu sebeple İngiltere, Rusya’ya yaklaşarak ve bir Akdeniz memleketi olan Fransa’yı da ikna ederek, bu üç devlet arasında 6 temmuz 1827’de Londra anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre, üç devlet, yukarıda sözü geçen Petersburg anlaşmasında tesbit edilmiş olduğu üzere, özerk bir Yunan devletinin kurulması için, gerekli girişimlerde bulunmağı kabul ediyorlardı. Bunun bir neticesi olarak, üç devletin Akdeniz’deki filoları, Navarin’de bulunan Osmanlı ve Mısır donanmalarım abluka ederek, İbrahim Paşa’dan Mora’nın tahliyesini istediler. Bu talebin reddi üzerine, 20 Ekim 1827’de Osmanlı ve Mısır donanmalarını yaktılar.
II.Mahmud, bu hâdise karşısında öfkeye kapıldı. Osmanlı devleti, kendisi ile sulh hâlinde bulunmalarına rağmen, Navarin hâdisesini meydana getiren devletlere karşı cihâd ilân etti. Gerçekte bu harp Rusya’ya yönelikti; çünkü II.Mahmud, Akkerman mukavelesinin hükümlerini tanımadığını da ilân etmişti; çar I.Nikola İngiltere ve Fransa’ya, Osmanlılara karşı ortak bir hareket teklifinde bulundu. Ruslar, Balkanlar üzerine saldıracak, İngiliz ve Fransız donanmaları da Çanakkale boğazını zorlayarak, İstanbul’u alacak idi. Teklif kabul edilmedi. Rusya, bunun üzerine, Osmanlı devletine karşı harbe girişti. Yeni Osmanlı ordusu henüz büyük harpler yapacak seviyeye getirilememişti. Ruslar, bundan faydalanarak, Balkanlar’da Eflâk ve Boğdan’ı işgal ettiler ve Bulgaristan üzerine yürüdüler. Şarkta Kars ve Aşkale’yi almaya başardılar. Rus birliklerinin 10 Ağustos 1829’da Edirne’yi işgal etmeleri üzerine, Osmanlı devleti sulh görüşmelerine girişmeğe razı olduğunu bildirdi. Bunun üzerine, 14 Ağustos 1829’da, Edirne anlaşması akdedildi. Rusya, harbe girerken, toprak elde etmek niyetinde olmadığını ilân etmiş idi. Bu sebeple sâdece batıda Poti ve Anapa’yi aldı, Bundan başka, eski anlaşmalarla elde etmiş olduğu hakları te’kit ettirdi ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulması şartını anlaşmaya koydurdu. Bu şart 3 Şubat 1830’da imzalanan Londra protokolü ile tasdik ve tevsik edildi. Aynı yılda Fransa’nın bir Osmanlı eyâleti olan Cezayir’i işgal etmesiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması yolunda yeni bir devir başlamış oldu.
Mora isyanı ve neticeleri, dünyaya Osmanlı devletinin zaafını ve Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın kurmuş olduğu idarenin kuvvetinin kısa zamanda artmasına da sebep oldu.
İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devleti içerisindeki Mustafa Reşid Paşa gibi adamlarını yardım vâdiyle kullanarak
Rusya ile harbe sebebiyet verdirdikleri gibi, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşayı da devletine karşı kışkırttılar. Mısır’da Mehmed Ali Paşanın hâkim olacağı bir devleti tanıyacağını bildiren İngiliz ve Fransızlar, onun güçlü ve disiplinli kuvvetlerini Osmanlılara karşı çevirmeyi başardılar. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında, daha ordusu bütünüyle yeniden teşekkül etmemiş Osmanlı Devletinin Suriye eyâleti üzerine asker sevk etti.
II.Mahmud, Adana’ya kadar uzanmış bulunan Mehmed Ali hâkimiyetinden, istikbâl için, endişe duyuyordu. Bu endişe onu Ruslar ile tedaim mâhiyette olan Hünkâr iskelesi anlaşmasını imzalamağa mecbur etti (8 Temmuz 1833). Rusya’nın yapacağı yardıma mukabil, Osmanlı hükümeti de, gizli bir madde ile, boğazları Rusya’nın düşmanı olan kuvvetlere kapamağı kabul ediyordu. II.Mahmud anlaşmayı üzüntü ile imzalamış, Rusya’nın yardımına ihtiyaç duymayacak şekilde, devleti kuvvetlendirmeğe çalışmıştır. Bunun için, evvelâ orduyu ıslâh etmek gerekiyordu. Bu yolda en çok yardım gördüğü şahsiyetler Mehmed Reşid Paşa, Hafız Paşa ve Husrev Paşa’lar olmuştur. Avrupa’ya, askerlik tahsili için, talebe gönderildiği gibi, oradan müşavir zabitler getirtildi. Bunlar arasında meşhur von Moltke de var idi. 1839 ‘da Osmanlı devleti, kendisini yeter derecede kuvvetli gördüğü için, Mısır’a karşı askerî hareketlere girişildi. Fakat Hafız Mehmed Paşa idaresindeki kuvvetler Nizip’te Mehmed Ali Paşa kuvvetlerine mağlûp oldular ( 24 Hazîran 1839 ). Bu haber İstanbul’a geldiği sırada, II.Mahmud ölmüş bulunuyordu (Temmuz 1839). Ölüm pâdişâhı yeni bir felâket haberi duymaktan kurtarmış idi.
Devrinde imparatorluğun başına gelen bütün siyâsî felâketlere rağmen, II.Mahmud, büyük bir pâdişâhtır. O, Osmanlı imparatorluğunu çöküşten kurtaramadı; fakat kurtulmasını sağlamak için tutulması gerekli yolu gördü. Bu hususta, Petro’nun Rusya’da ve Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da kurmuş oldukları idare tarzlarından esinlendi, Bu iki devlet adamı, Avrupa kurumlarını kabul etmek suretiyle, mutlakiyet ve merkeziyet esâsları üzerine, kuvvetli birer idare kurmağa başarmışlardı. II. Mahmud’da, Osmanlı İmparatorluğu’nu batıya yaklaştırmak için, türlü sahalarda ıslâhat yapmağa girişmiştir. Yeniçeri ocağını kaldırmayı başarmış olması bu husustaki çalışmalarını kolaylaştırdı. Ocağın kaldırılması ile birlikte, onun manevî desteği olaa Bektaşî tarîkatine de şiddetli bir darbe indirildi. Bundan sonra, Asâkir-î Mansûre-i Muhammedîye adı ile, Avrupa orduları tarzında bir ordunun kurulmasına girişildi. Fakat böyle bir ordunun yetiştirilmesi için, her şeyden önce, zabite ihtiyaç var idi. Pâdişâh, halkın Avrupalilara olan düşmanlığını hesaba kattığından, ilkin Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’dan zabit istedi. Mehmed Ali, kâfî derecede zabiti bulunmadığını ve bu hususta Avrupa’lılardan faydalanmakta olduğunu bildirdi. Bunun üzerine, II.Mahmud bir yandan Avrupa’ya askerlik ve yeni silâhların kullanmasını öğrenmek için, bir çok adam gönderdi; diğer yandan, askerî tıbbiye ile harbiye mekteplerini kurdu ve bu iki kurum için Avrupa’dan hocalar ve uzmanlar getirtti. Hattâ askerî tıbbiyede derslerin Fransizca okutulmasında bile bir beis görmek şöyle dursun, fâyda gördü.
Yeni ordunun devamlı bir surette gelişmesinin temini için, devletin insan ve servet kaynaklarının bilinmesi gerekliydi. Bundan dolayı ilk olarak, 1831’de, bir nüfus sayımı yapıldı, Arabistan yarımadasından asker alınmadığı için, burası hâriç tutularak, memleketteki erkek nüfus sayıldı. Bu bölgelerdeki hıristiyanlann da sayılması, devlete vermekte bulundukları cizye ile alâkalı idi. Neticede takriben dört milyon hıristiyana mukabil, sekiz milyon müslüman bulunduğu anlaşıldı (fazla tafsilât için bk. Enver Ziya Karal, Osmanlı imparatorluğunda ilk nüfus sayımı). Nüfus sayımını müteakip, yine Anadolu’da ve Rumeli ‘de emlâk tahriri yapıldı.
Osmanlı devletinin Avrupa devletler hukuku dışında, devletlerarası siyâsî münâsebetlere yabancı kalması da zararlarını göstermişti. II.Mahmud, Mehmed Ali Paşa tehlikesine karşı, Rusya’nın yardımı ve İngiltere ile Fransa’nın müdâhalesi sayesinde karşı koyduğunu dikkate alarak, ancak bir denge siyâseti takip etmek suretiyle, Osmanlı devletinin varlığını devam ettirebileceğini anladı. Bu sebeple, ilk defa III.Selim devrinde başlayan ve Kabakçı isyanı neticesinde terkedilen, Avrupa devletleri ile diplomatik ilişikilerin idâmesi usûlüne dönüldü. 1834’ten itibaren, büyük Avrupa devletlerinin merkezlerinde yeniden ikamet elçilikleri kuruldu ve ilk olarak Paris elçiliğine Mustafa Reşid Bey (Paşa), Londra elçiliğine Nâmık Paşa, Viyana elçiliğine Dâmad Ahmed Fethi Paşa ve Berlin elçiliğine Kâmil Paşa gönderildi.
Bu elçiler, bulundukları ülkelerin siyâsî, sosyal ve iktisadî kurumları hakkında düşüncelerini pâdişâha bildirmeğe başladılar. Aralarından Rifat Paşa ile Mustafa Reşid Paşa, Avrupa usûl ve kaidelerinden, Osmanlı imparatorluğunda uygulanması gerekenler hakkında da ayrıntılı raporlar gönderdiler. II. Mahmud, özellikle Mustafa Reşid Paşa’nın raporlarından, Avrupa’da kamuoyu denilen ve matbuat vâsıtası ile ifâde edilen bir kuvvetin mevcut olduğunu anladı. Avrupa kamuoyu Osmanlı devletini bu sırada “civillisationa” usûllerine uymamakla suçluyordu.II. Mahmud, matbuatın önemini takdir ettmiş ve, devletçe yapılmakta olan icrââtın
memleket içinde ve dışında, doğru olarak bilinmesi için, daha evvel Takvim-i vekayî adı ile, ilk resmî gazeteyi kurmuştu. Bu gazetenin Türkçe nüshasından başka bir de Fransızca nüshası yayınlanmaya başlandı, Fransızca nüsha, Avrupa’daki elçiler vâsıtası ile, uygun görülen yerlere gönderilmekte ve yabancı gazete tenkitçileri vâsıtası ile de bir kısım haberler Avrupa matbuatına aksettirilmekte idi. Bu tenkitçilerin Mahmud II. hakkında yazmağa ve yazdırmayı başardıkları medhiyeler elçilerimiz tarafından İstanbul’a gönderiliyordu.
II.Mahmud, Avrupa devlet adamlarının Türkiye’de yapılan ıslâhat hakkındaki düşüncelerini de öğrenmek istedi. Mustafa Reşid Paşa, 1836’da Londra’dan mabeyne gönderdiği bîr raporda, İngiltere’nin askerî ıslâhattan başka, Türkiye’de ticâret ve zirâatin geliştirilmesi ile de ilgilendiğiniı, iltizâmat usûlü ile yed-i vâhid usûlünün kaldırılmasını tavsiye ettiğini, karantine usûlünün kabul edilmesini ve fabrikalar kurulmasını faydalı bulmakta olduğunu yazdı. Bu suretle Avrupa kamuoyu ve resmî şahsiyetlerinin ıslâhat hareketlerinde telkin ve tesir devri başlamış oldu. II.Mahmud, bu telkinlerin de te’siri ile tüm devlet kurumlarında bir batılılaşma hareketine girişti. Saray geleneklerini terkederek, Avrupalı hükümdarlar gibi yaşamağa başladı. Setre ve pantalondan ibaret, batı kıyafetine benzer bir kıyafet kabul etti; sakalını kısa kestirdi ve resmini devlet dâirelerine astırdı. Vükelâ ile ulemânın, huzurunda oturup, devlet işlerini görüşmelerine müsâade etti. İstanbul’da, pâdişâh hüvviyeti ile, teftiş yaptı. Harbiye ve tıbbiye sınavlarında bulundu. Hattâ imparatorluğun durumu hakkında fikir edinmek için, ilk defa olarak, Rumeli ‘ye seyahat etti.
Hükümet teşkilât ve usûllerinde de değişiklik yaptı. Avrupanın kabine usûlünü kabul etti. Nezâretler ihdas edildi. Sadrâzama başvekil, deftardara mâliye nazın, sadâret kethüdasına dâhiliye nâzın ve reisülküttâba hâriciye nazırı denildi. Ayrıca evkaf nezâreti kuruldu. Bu değişiklik yeni meşveret usûllerinin de kabul edilmesini gerektirdi. Askeri işleri görüşüp, karara bağlamak üzere, “Dâr-ı şurây-i askerî” ve me’mûrların muhakemesi, hükümet ile halk arasındaki dâvaların görüşülmesi gibi, mühim meseleler için de “Mecli-si vâlây-ı ahkâm-i adliye” kuruldu, Bundan başka çağdaş mânada bir memurluk mesleğinin kurulmasına girişildi. Me’mûrlar, hâriciye ve dâhiliye olmak üzere, iki sınıfa ayrılarak, onlara rütbelerine ve derecelerine göre, maaşlar bağlandı.
II.Mahmud, bu şekle taalluk eden yenilikler yanında bâzı hukuk prensipleri de kabul etti. Halkın güvenliğini ve devlete müzaheretini te’min etmek için, müsadere usûlünü kaldırdığını, bir ferman ile, ilân etti. Bundan başka, tebaa arasında cins ve mezhep cihetinden bir fark gözetmiyeceğini de tevsik etti.
II.Mahmud, iktisadî sahada, büyük çapta ıslâhat yapamamış, fakat böyle bir ıslâhatın önemini takdir etmiştir. Ordunun ihtiyâcını karşılamak gayesiyle, bir dokuma sanayii kurulmasına çalıştı. Osmanlı pazarlarını istilâ eden yabancı ürünlere karşı, yerlilerini korumak için, tedbirler aldı. Kapitülasyonlar,dan faydalanmak maksadı ile, konsolosların himayesine sığınan yerli tacirlerin durumunu tetkik ettirerek, önleyici tedbirler aldı. Dış ticâreti geliştirmek için, inhisar usûlünü kaldırdı. İltizam usûlünün kaldırılması yolunda da tetkikler yaptırdı. Karantin e usûlünü kabul etti. Posta müessesesini de kurdu ve posta yollarının da kurulmasına çalıştı ve bu cümleden olarak, Üsküdar’dan İzmit’e kadar, bir posta yolu yaptırdı.
II.Mahmud, yapmakta olduğu ıslâhatın teminâtını bu ıslâhatın mânasını kavrayacak ve onu savunacak nesillerin yetiştirilmesi ile mümkün görüyordu. Bunun için de, tek çıkar yol, maârifi (eğitim) devlet için bir âmme hizmeti olarak kabul etmek îdi. Gerçi medrese bu hizmetle görevliydi. Fakat ne kendi kendini ıslah etmeğe, ne de devlet tarafından ıslâh edilmeğe rızâ gösterecek zihniyete sahip bulunuyordu. Üstelik her türlü yeniliklere karşı muhalefete devam etmekteydi. Bu sebeple pâdişâh, medrese dışında, Avrupa usûlünde, bir maârif sistemi kurulmasına teşebbüs etti. Bir ferman ile, ilk tahsil mecburiyetini ve bunun parasız yapılacağını ilân etti. Fakat bunları gerçekleştirmek için gerekli tedbirler alınamadı. Harbiye ve tıbbiye mektepleri onlara talebe yetiştirecek başka mekteplerin kurulmasını icâp ettirdiğinden, sıbyan mekteplerinin üstünde, rüştiyeler, devlet memurlarının yetiştirilmesi için de mekteb-i maârif- i adlî te’sis edildi. Bundan başka, türlü şubelerde uzman yetiştirmek için, Avrupa’ya çok sayıda talebe gönderildi. Tercüme faaliyetine de önem verilerek, askerlikle ilgili mevzuatın yabancı dillerden Türkçeye çevrilmesi için, Dâr-ı şûrây-i askerîye’de bir tercüme odası kuruldu. Tıbbiye ve bilhassa harbiye için, yabancı kaynakların Türkçeye çevrilmesine başlanmakla, Türkçenin bir ilim dili olması yolunda ilk adımlar atılmış oldu.
II.Mahmud’un siyâset sahasında uğradığı başarısızlıklar, devlet ve cemiyet bünyesinde yaptığı yenilikler, imparatorlukta geniş ölçüde menfî yankılara getirdi. Bosna ve Hersek’te ve Arabistan yarımadasında isyanlar çıktı, İstanbul’da bile ona “gâvur padişah” diyenler oldu. Fakat bunlara rağmen, II. Mahmud hedefine doğru yürümekten şaşmadı.
II.Mahmud devri, siyâsî bakımdan felâketli, ıslâhat açısından ise, feyizli bir devirdir. Bu devirde hıristiyan tebaa arasında patlak veren millî isyanlar, müslüman tebaadan bir kısmının Tüirk paşaları idaresinde, imparatorluktan ayrılmak amacıyla yaptıkları isyanlar, bu isyanların sebebiyet verdiği askerî savaşlar devlet aleyhine zararlı neticeler vermiştir. Aynı devirde yapılan ıslâhata gelince, Osmanlı cemiyetini batı cemiyetine yaklaştırmak bakımdan, mühim bir hareket olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber, bu konuda II.Mahmud, I.Petro ve Mehmed Ali ile kıyaslanarak, çok tenkide uğramıştır. Hâlbuki yapılan ıslâhat, tarihî zaruretler ve devrin şartları dikkate alınarak hükme bağlanırsa, yapılan tenkit mesnetsiz kalır. Gerçekten Petro’nun ıslâh etmeğe teşebbüs ettiği Rus cemiyeti, gelişmiş kurumlara sahip bulunmuyordu. Rusya hıristiyan olduğu için, hıristiyan Avrupa’nın kurumlarını Rusya’ya kabul ettirmekte ciddî güçlüklere rastlanması sözkonusu değildi. Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da yaptıığı ıslâhata gelince, bir halk çocuğu olan bu zât, Osmanlı devlet adamlarının girişim kabiliyetini zayıflatan yetişme tesirlerinden uzak kalmış, kölemenleri kaldırdıktan sonra, irâdesini engelleyecek ne askerî, ne siyâsî, ne dinî ve ne de idarî bir sınıf kalmamıştı; onun tasarladığı ıslâhatı yapabilmesi bu sayede mümkün olmuştur. Hâlbuki II.Mahmud, saray muhitinde ve geleneklere göre terbiye görmüştü. Şerefli ve şanlı bir mazisi olan kurumları temsil etmekteydî. Soysuzlaşmış bulunmalarına rağmen, bu kurumları birdenbire atıp, yerlerine hıristiyan âlemin kurumlarını getirmek için bir kuvvete dayanmak gerekiyordu. Yeniçeri ocağı ve ulemâ, imparatorluğun maddî ve manevî kuvvetlerini temsil etmekteydi. Bu iki kuvvet ise, her türlü ıslâhata aleyhtardı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra yapılan ıslâhat, ulemânın ve onun kontrolünde bulunan kamuoyu direnşine mâruz kaldı. Bundan anlaşılıyor ki, II.Mahmud, kendi irâdesine ve küçük bir aydınlar zümresine dayanarak, devlete ve cemiyete yeni bir nizâm vermeğe çalışmıştır. Bu çalışmaları, Türk-Osmanlı cemiyetinin batılılaşması hususunda, önemli ye müsbet neticeli bir teşebbüs olarak kabûllenmek gerekir.
Devletin îmârına, ilim, sanat, hayır ve sosyal müesseselerine önem veren II.Mahmûd, pekçok eser yaptırdı. Bâyezîd Yangın Kulesini; Unkapanı ile Azapkapı arasındaki şimdi Unkapanı Köprüsü denilen Mahmûdiye Köprüsünü; Beylerbeyi ve Çırağan saraylarını; Tophâne’de Nusratiye, Bahçekapı’da Hidâyet, Üsküdar’da Adliye, Arnavutköy sâhilinde Tevfikiye câmilerini yaptırdı. Hz.Hâlid’in türbesini mükemmel tâmir ettirip, iyi bir hattat olduğundan sandukası pûşîdesi üzerindeki yazıyı kendi el yazıları ile yazdı. Yine güzel bir hüsnü hatla yazdığı Lefkoşe’de Selimiye Câmiinde asılıdır. Tophâne’de Kâdirî Câmii ve tekkesini tâmir ettirdi.
II.Mahmûd’un,1820 senesinde Hücre-i saâdete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği
aşağıdaki yazı, Osmanlı Sultanlarının HzMuhammed’e olan hürmet ve sevgilerinin bir vesîkasıdır:
Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!
Murâdım der-i ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,
Kabûlünle kıl ihsân u inâyet, yâ Resûlallah!
Kimim var hazretinden gayrı, hâlim eyleyem i’lam,
Cenâbındandır ihsân u mürüvvet, yâ Resûlallah!
Dahîlek, el-emân, sad el-emân, dergâhına düşdüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefâ’at yâ Resûlallah!
Dü-âlemde kıl istishâb bu Han Mahmûd-i Adlîyi,
Senindir evvel ü âhırda devlet yâ Resûlallah!