Tarih

Hz. Ali bin Ebi Tâlib Kimdir, Hayatı, Savaşları

Ali bin Ebi Tâlib. Hz.Muhammed’in amca oğlu ve dâmâdı; ehl-i Sünnete göre, dördüncü halife. Mekke’de yaklaşık 599-600’da doğdu, 26 veya 28 Ocak 661’de Kufe’de öldü. Babası Ebu Tâlib, annesi Fatima bint Esed b. Hâşim idi. Ali’ye, kızı Fâtima’ya kendisine veren Peygam­ber tarafından Ebu Turâb (toprağın babası) lâkabı veril­mişti. Kaç yaşında müslüman olduğunu tesbit et­mek imkansızdır; fakat Hadice ile aynı zaman­da ilk veya ikinci (Ebu Bekr ile aynı zamanda) müslüman olan zattır. Ali, ken­dilerine kat’i olarak, cennet vaadedilen 10 kişi (Aşere-i Mübeşşere) ‘den biridir; Peygamberin ölümünden sonra, onun arzusu ile teşekkül eden altı kişilik meclisin üyelerindendi.

Peygamber, Yesrib’e (Medine) hicret etmek kararı ile, anî olarak Mekke’yi terkettiği za­man, Ali onun evinde kaldı ve onun yokluğunu gizlemeyi başardı. Esasen Peygambere bırakılmış olan emanetleri sahiplerine iade etmek için, Ali’nin bir kaç gün daha Mekke’de kalması gerekiyordu. Ali, Bedr, Uhud, Hendek ve genelde bütün gazvelerde Peygambe­rin yanında bulunmuştu; yalnız Tebûk gazvesi esnasında, Peygambere vekâleten, Medine’de kalmıştı. Fedek’te, Yahudi Sa’d kabilesine karşı yapılan, bir gazveyi sevk ve idare etti (H.6 = 628). Uhud’da altı yerinden yaralandı; Hayber’e hücum edildiği gün sancağı taşıyan, Ali idi. Hicretin 9. (631.) yılında, Hz.Muhammed’e o sırada vahyedilmiş olan Tevbe Suresinin ilk yedi âyet­lerini halka okumak ve keza müşrikler ile müslimlerin bu yıldan sonra hacta birlikte bulun­malarını, hiç kimse tarafından Kâbe’nin, çıp­lak olarak, tavaf edilmemesini, ancak mümin olan kimsenin cennete girebileceğini ve bir de Peygamberin her kim ile bir anlaşması varsa, o anlaşma müddetinin inkizasına kadar, anlaşma şartlarına uyulacağını ve şayet bir anlaşma yoksa, tam dört ay her iki tarafın serbest olduğunu tebliğ etmek üzere, Ali, Peygamber tarafından, memuren Mina’ya gön­derildi. Hicretin 10. ( 631/632 ) yılında Yemen’e yapılan bir seferi idare etti; Hamdâniler İslâm dinini kabul ettiler.

Ömer’e, Peygamberin Mek­ke’den Medine’ye göç ettiği günün (hicret) tarih için başlayış olarak kabul edilmesini, Ali tavsiye etmişti. Eyaletlerden gelen şikâyetler sebebiyle, Osman’a ihtarlarda bulunmak işini, Ali üzerine aldı; Osman, hayatının tehlikeye düşmesinden endişe etmeğe başlayınca, Ali, onun ile bu şikayetçi unsurlar arasında, aracılık ve halifenin taleb ettiği üç günlük mühleti bu kişiler adına kabul etti; halifenin evinin kuşaltılrnası (Yevm el-dar) esnasında bile, Osmân’a iyilikle davrandı ve yardımla­rını esirgemedi; Osmân’ın şehadetinden sonra, önce hilâfete geçmeği tevazu ile red ve fakat beş gün tereddütten sonra, kabul etti; 25 zil­hicce 35, cuma günü (34 haziran 656) Medine’de, Peygamberin mescidinde kendisine bi’at edildi. Bu merasim için minbere ilk çıkan halife, Ali olmuştur. 36 (656 ) senesinde Medine’den ayrıldı ve bir daha dönmedi. Basra üzerine yürüdü. Bu şehre çekilmiş olan Aişe, Talha ve Zubeyr kendisini halife olarak tanımak istemediler, “Cemel vakası” bu şehir önünde, 15 Cemaziyülahır 36 (9 Aralık 656) da, Hurayba’de vukubuldu; Ali muharebeyi kazandı. İçlerinde Talha ve Zübeyr’in olduğu pek çok müslüman öldü. Bu muharebede ölenlere karşı büyük teessür duydu, onları ihtiram ile gömdürdü ve üç gün şehre girmedi; Aişe’yi, 40 güzide kadının katıldığı gösterişli bir kafile ile, Medine’ye gön­derdi. Ahaliye hazinede bulunan parayı dağıttı ve Şam’a yapmağı düşündüğü seferden son­ra, bir o kadar daha vereceğini vaad etti. Bir ay sonra, sadık kumandam Eşter’in engelleri bertaraf etmesiyle Kufe’ye girdi. Oradan Madâ’in’e gitti. Raklja mevkiinde Fırat’ı geçti ve Mu’âviye ile Siffın ovasında, üç ay süren (zilhicce 36— safer 37 = Haziran-Ağustos 657), bir takım muharebelere tutuştu. Eşter’in kahramanlığı sayesinde, zaferi kazanmak üzere idi ki, Amr bin As, Muâviye’ye bir hile kullanmasını tavsiye etti ve bu hile de başarılı netice verdi; şöyle ki: Şam askerleri, bu ihtilâfın halli hususunda, Allah’ın kitabına müracaat ettiklerine işaret için, mızraklarının uçlarına Kur’an nüshaları bağlayarak: —”İşte aramızdaki ihtilâfın halli için, hakem budur” — diye bağırmağa başla­dılar. Bu hile Irak askerine etkiledi. Ali’nin hileyi anlamayıp karşı çıkmasına rağmen silâh arkadaşlarının sıkıştırmasıyla, Mu’âviye tarafından teklif olunan Hakem usûlünü kabule mecbur oldu. 

Haricîler, yani âsîler (Şamlılar) ile müzakere etmeği kabul etmemiş olan müslümanlar, Ali’nin Hakem konusunu kabul edince, ondan ayrıldılar ve 4.000 kişilik bir kuvvet hâlinde, La hukme illâ itilâfı (“hüküm yalnız Allahındır”) diye bağıra bağıra, Ali’ye isyan ederek, Madâ’in’i zaptettiler ve orada o kadar çok zulüm yaptılar ki, Ali bunlara karşı ha­rekete geçmeğe ikna edildi; Nehrevân’a geldi ve orada Hâricileri mağlûp ve imha etti; bunlardan yalnız 10 kişi kurtulabildi (9 safer 38 = 17 temmuz 658). Bu muharebe tarihte vak’at al-nehr diye ünlüdür. Ali Şamlıların üzerine yürümek niyetiyle Nuhayle’de konakladı. Kufe’de kalan 2000 kişilik Harici grubuyla konuşarak ya kendilerine katılıp Şamlıların üzerine yürümeyi veya geri dönmelerini istediyse de Hariciler Ali’yi küfürle itham ederek isteğini reddetiler. Yapılan savaşta bir çoğu öldürüldü, geri kalanlarda Mekke’ye kaçtılar.

Mu’âviye, hakem olarak, Amr bin Âs’ı teklif etti; Ali, istemediği hâlde, Ebü Musa’l-Eş’ari’yi, hakem olarak göndermek zorunda kaldı. Ellerinde yetkilerini gösteren tahkimnâmeler (sahifa) bulunduğu hâl­de, iki hakem ramazan 37 (Şubat 658) de kar­şılaştılar. Bu toplantıdan sonraki diğer toplantılarında, Ali ve Muaviye’nin azledilerek bir şura tarafından seçilmesi kararına varmışlardı. Karar önce Ali’nin hakemi Ebu Musa tarafından açıklandı: söz sırası Muaviye’nin hakemi Amr’a gelince o hilafet makamına Muaviye’yi atadığını bildirerek hilesinin hedeflediği sonuca ulaştı. Ebu Musa’nın karşı çıkmasına rağmen durum değişmemiş ve sonuçta hilafet meselesini bir çıkmaza sokmuş, İslam dünyasını da bir takım siyasi ve sosyal huzursuzluklara sürüklemişti.  

Ali askerinin büyük bîr kısmı kendisini terkedînce, Kufe’ye çekildi ve orada Haricîlerden Abdurrahmân îbn Mulcam tarafından katl­edildi. Abdurrahmân diğer iki haricî ile, Nehrevân’da katledilen akrabalarının intikamını almak için, aynı günde Mu’âviya ve Amr bin As’ı da katletmek üzere, ittifak etmişlerdi, iki suç ortağının refakatinde olarak, Îbn Mulcam, halifeyi dar bir geçitte bekledi ve zehirli bir kılıç ile alnından vurdu; kılıç beynine kadar işledi. Vak’anın tarihi hicretin 40, senesi rama­zanının 17 si olarak gösterilir ( 24 kânun II. 661; Taberi, I, 3456 ; Vâkidi ve Ebü Ma’şar rivayet­leri ; aynı eserde başka tarihler de vardır ; Mesudi, Tanbih, s. 387 de 21 ramazan diyor ki, bir cumaya tesadüf etmesi icabeden 22 ramazan tarihine yakın olması bakımından, daha muva­fıktır ). Ali, üç gün sonra, öldü ve Kufe’de (müteammim rivayet budur; diğer rivayetler için bk. Mas’ûdi, Marüc, IV, 289 ; Tanbih, s. 387 ) “Fırat’ın taşmalarından koruyan su bendinin yanına defnedildi; burada bilâhare Necef şehri (bugün Meşhed Ali) bina edilmiştir” (Yakut, Maçam, IV, 760). Ali Öldüğü zaman oğlu Hasan’a göre, 58 ; diğer oğlu Muhammed b. Hanefîya’ya göre, 63 yaşında idi.

Sünnîlere göre Ali
Ali 586 hadis nakletmiştir ; bunların yirmisi hem Buharî, hem de Müslim tarafından eserlerine alınmıştır (tahric); ayrıca dokuz hadisi yalnız Buhari, on beşini de yalnız Müslim almıştır. Bu hadisleri Ali’den rivayet edenler şunlardır: oğulları Hasan, Hüseyin ve Muhammed b. al-Hanefîya’den başka İbn Mes’ud, İbn Ömer, İbn Abbâs, Ebu Musa ‘l-Eş’arî, ‘Abdullah bin Cafer, Abdullah bin Zubeyr v.s. Medine’de  Ali’nin hü­kümleri münakaşasız kabul olunurdu; zor hâllerde ona müracaat edilirdi. Ali çok muttaki idi. Açlığa galebe çalmak için, karnının üstüne ağır bir taş bağlamak gibi, vücuduna eza etmekten çekinmez, bütün varını, sadaka olarak fukaraya dağıtırdı (Ahmed b. Hanbel, Müsned). Dünyayı aşağı görür ve çok defa şöyle derdi: — “dünya bir iaşedir, ondan bir parça arzu eden, köpeklere arkadaş olsun” ; bir de : — “bu dünyadan vazgeçenler ve yalnız âhiretin hasretini çekenler, ne mes’ut kimseler­dir”. — öldüğü zaman yalnız 600 dirhem bı­rakmıştı.

Şi’îlere göre Ali
Şi’îlere göre, Ali her şeyden evvel Allah’ın muhibbi, dostu (veliyyullah)”, ulûhiyete vilâyet (vilâya), “yakın dost­luk” bağları ile bağlanmış insandır; bu vilâyet kelimesine çok geçmeden “evliyalık” mânası ve­rildi. Ali müslümanlarca, tam mânası ile, bir velîdir ve bu vasıf onu, sadece Allanın peygam­beri (nebi) olan Muhammed’den derin bir su­rette ayırır. Şi’îlik sayısız kollarıyla bu tasavvurundan beslenerek meydana çıkmıştır. Bunun içindir ki, Şi’îler Ali’ye imamlık, mücahidlik, velilik vasıfları­nın üçünü birden verirler. Onlara göre, Ali’ye imamlığın verilmesi Peygamberin, veda haccından dönüşünde, Humra gölü kenarındaki vaazı esna­sında, halka şu sözleri söylediği zaman başlar: “Ben âhirete göç edeceğim; sizin aranızda birbirinden daha mühim iki şey bırakıyorum; bunlar: Kur’an ve ehl-i beytimdir”. Peygamber daha Hudeybiye gazvesinden dönüşünde: “ben kimin efendisi isem, Ali’de onun efendisidir” demişti. Bir gün Peygamber, Ali, Fâtima, Hasan ve Huseyin’i etrafına aldı, onları uyurken üstüne aldığı örtü ile örttü ve Allaha niyaz etti ki, bu niyaz Kur’an’in Ahzâb Suresi 33.âyetinin inmesine sebep olmuştur; Peygam­berin ehl-i beytini göstermek için kullanılan ashab el-kisa tâbiri buradan gelir. Rivayete göre, Ali’ye ülûhiyet payesini ilk veren Yemenli yahudi dönmesi Abdullah bin Sebe olmuştur.

Şi’îler hiç bir zaman, imam­lık yetkisini (namazda imamet etmek dahi dahil olduğu hâlde) kapsayan halifeliğin seçimle olmasını anlayamamışlardır; bunun içindir ki, Şi’iik bilhassa hükümdarlığın ilâhî hukuka dayandığını esas alan İranlılar arasında, taraftar buldu. Şi’îler tarafından, Ali’nin lâkabı, unvanı veya sıfatı olarak kul­lanılan kelimeler şunlardır: murtaza (Allah’ın rızasına nail), Esedullah el-Gâlib (Allahın yenilmez arslanı), Şir-i Yezdan (Allahın arslanı), Şâh-i Vilâyat, Şâh-i Evliya, Şâh-i Merdan (İnsanların sultanı). Bundan başka daha bir çok lâkapları vardır; bunların ayrıntılı bir listesi için bk. Cennet el-Hulüd (levha VII).
Ali’nin menkıbeleri.— Ali’nin aynı zamanda savaşçı, cesur ve velî karakterine sahip olması bilhassa Şi’îler arasında, onun ismi etra­fında menkıbelerin teşekkülüne sebep olmuştur. Bu menkıbeler daha Mes’üdi’de belirmeğe baş­lar (Murâc, IV, 376); bu eserde Sıffin savaşının hikâyesi sırasında müellif bize Ali’nin bir günde kendi eliyle 523 kişi öldürdüğü­nü anlatır. Daha sonraları onun hakkında olağan üstü bir çok şeyler anlatılmıştır: msl. onun nasıl, Zü’l-fikâr adlı kılıcı ile, süvarilerin, eğerlerinden düşürmeden, kafalarını vücutlarından ayırdığı yahut da vü­cutlarını ikiye böldüğü hikâye edilir; o, korkma­dan, düşmanın hücumunu bekleyen, sa­dece kolunu bir uzatışta 33 düşmanı yere seren bir kahraman olarak, tasavvur  olunur.   Fakat, savaşçı olarak, ne kadar büyük olursa olsun, o velî rolünde, kıyas kabul etmeyecek kadar, bü­yük görülmektedir; taraftarlarının, Peygambe­rin mucizeleri ile kıyaslamaktan çekinme­dikleri kerametler  gösterir. Daha Ya’kübi (II, 39) ‘de, Ali hicret gecesi  Peygamberin yerini işgal ettiği zaman, Allahın, onu   korumaları emri ile Mikâîl’i ve Cebrail’i gönderdiği kay­dedilmektedir; bu iki melekten biri Ali’nin baş ucunda,  diğeri de ayak ucunda durmuşlar ve onu düşmanlarına karşı korumuşlar, ona atılan taşları elleriyle  çelmişlerdir. Daha sonraki eserlerde diğer bir çok kerametler zikredilir:  Şahbâ’da, güneş batımından sonra  Allah, Ali ikindi namazını kılabilsin diye, güneşi geri çevirir; Kufe camiinde, hırsızlığının ce­zası olarak “haddi şer” ile eli kesilen bir zenci hırsızın elini Ali yine eski hâline koyar; bir kadını Ali nezdinde dava  eden ve bu  esnada bağırmak küstahlığında bulunan bir Haricînin başını köpek başına çevirir; duası ile, Peygamber tarafından bir bedeviye  vaadedilen 80 deveyi toprağın altından çıkarir; Bâbil ci­varında, o mıntıkayı dehşete salan bir arslana yüzüğünü göstermesini için birine verir, Ali’nin yüzüğünü gören arslan ortadan kaybolur; bir ölüyü diriltir; ölümünden bir kaç asır son­ra, kendisini kötüleyenlerin rüyalarına girer ve gözlerini kör eder. Bugünkü İranlılara göre, Ali’nin kerametleri bini geçer; fakat bunlar­dan altmışı kitaplarda tesbit edilmiştir ki, bun­lardan— zikrettiklerimizden başka — bir taşma esnasında Fırat’a sularını çekmesini emredişi, Ömer’in boynuna bir yay atması ve bu yayın ejderha olması, ellerinin içinde demirin, hamur gibi, yumuşaması, demirden bir değirmen taşı milini Hâlid bin Velid’in boynuna koyması ve bu­na bir halka şekli vermesi, Peygamberin cesedini — ölümünden sonra — topraktan çıkartıp Ebu Bekr’e göstermesi, Peygamberin gasli için, gök­ten bir kova su ile, hazır dikilmiş santırançlı bir gömlek inmesi gibileri de vardır (Cennet al-kulüd, levha VII). Adaleti hakkındaki menkı­beler Davud’un ve Süleyman’ınkilerle kıyas edilmeğe lâyıktır; hikmetlerine, ve vecizelerine gelince: bunlar bütün müslüman doğu memle­ketlerinde meşhurdur. İran şairlerinden Raşid al-Din Vatvât bunlardan yüz tanesini toplamış­tır ( Maṭlūb Kull Talib min Kelam Ali Ibn Ebi Talib nşr. ve trc. Fleischer, Ali ‘s hundert Sprüche, Leipzig, 1837) ve nım Selçukî hükümdarı III.Giyaseddîn Keyhusrev’in veziri Fahr el-Devlet Ali bin Huseyin, Sivas’taki Gök medresenin duvarlarına huş­lardan bir kaç tanesini 670 (1271/1272 ) te hâkkettirmiştir (Cl. Huart, Epigr. ar. d’Asie Mineare, s. 91 v.dd.). Şi’îlerden çıkmış, zamanları gayr-ı muayyen bir takım sahte arapça şiirler, yanlış olarak, Ali’ye isnat olunur.

Ali’de ulûhiyetin somutlaşması.
Aşırı görüşlü Şi’îler (Ğâliya, Ğulât) Ali’nin men­kıbesini bir adım daha ileri götürmüşlerdir: bunların iddiasına göre, ulûhiyet hulul yolu ile Peygamberin damadının şahsında tecelli etmiş­tir. Bu mezheplerin en bilineni Nusayrîtiktir. Bu mezhebe göre, Ali, “Akanîm-i selâse”nin üç şahsından birincisi olmuştur.

Hz. Ali Sözleri -1———————————————-Hz. Ali Sözleri -4
Hz. Ali Sözleri -2———————————————-Hz. Ali Sözleri -5
Hz. Ali Sözleri -3———————————————-Hz. Ali Sözleri -6
Hz. Ali Sözleri -7

İlgili Makaleler