EVRİM
Biyolojik anlamda
evrim, tüm canlı türlerinin düzenli bir süreklilik içinde birbirlerinden
farklılaşarak gelişmesidir. Bu, genellikle bir “olgu” olarak sunu
İntakı aysa da, diğer biyolojik yaklaşımlardan (yaratılışçılık gibi) sadece
birisi olup teori düzeyinde ele alınması gerekir.
“Nereden geldim,
nereye gidiyorum” sorusuna insanın cevap arayışı yeni değildir, özellikle
“nereden gedim” sorusu anlik Yunan’dan beri etrafında dönülen
soruların başında gelir. Organizmaların ve bunlar içinde en yetkin olan
insanın biyolojik anlamda kökenini inceleyen düşünce akımları tarih boyunca
iki temel başlık altında gruplandırılabilindcğişmez-cilik ve evrimcilik.
Virüslerden insana kadar tüm türlerin birbirlerinden bağımsız olarak ortaya
çıktıklarını, bunlar arasında birinden diğerine geçişin hiçbir zaman vuku
bulmadığını ve türlerin birbirlerinden aşılmaz duvarlarla bölünmüş olduğunu
savunan görüşler topluluğu değişmczcilik olarak bilinir. Buna mukabil türlerin
birbirlerinin varoluş sebebi olduğunu, 4,5 milyar yıldan buyana organik
moleküllerden bugünkü yüksek organizasyonlu canlılara sürekli ve durdurulamaz
bir akışın sürc-geldiğini kabul eden görüşler de evrimcilik olarak bilinir.
Doğada ve onun bir
parçası olan canlılarda sürekli değişimin varolduğunu ilk benimseyen kişi
Herakleiıos olmuştur. Daha ziyade felsefi anlamda bir harekeli inceleyen
Heraklei-tos’un yanında canlılar alemi içinde bir evrim düşüncesine ilk
yaklaşanlar. Anaksimandros ve Empedokles olmuştur. Bunlar zamanlarında hakim
ulan görüşe alternatif görüş olma aşamasından öteye geçememişlerdir.
Modern zamanlara doğru
evrim görüşünde XVII. ve XVIII. yüzyıla kadar fazla bir hareketlilik görülmez.
XVII. yüzyılda Buffon’la başlayan kıpırdanma, XIX. yüzyılda ortalarında
Charles Darwin ile zirvesine ulaşacaktır. Bir teori bağlamında evrimi ilk onaya
koyan kişiyse Lamarck olmuştur.
Onaya konulduğu dönern
içerisinde La-marek’m tezi büyük gürültilılerc sebep olmuş, yankıları uzun süre
devam etmiştir. Bu görüşe göre canlıların çevre şartlarının değişmesiyle
üstlerinde biriken morfolojik değişiklikler ka-lnsal (irsi)dir. Bu nedenle de
dölden döle aktarılmak suretiyle tür boyunca kalıtım olarak saklanır. Bu
varsayımın yanlışlığı modern genetiğin gelişmesiyle tamamen ortaya konmuş,
böylece Lamarckizm bilimsel alanda geçerliliğini yitirmiştir.
Çeşitli değişik
görüşleri de barındırarak yoğun ilgi ve etkilerini günümüze kadar koruyan
evrim teorisi Darwin’e ait olanıdır. 1859’da ilk baskısını yaptığı Tinlerin Kökeni
adlı eserinde bu teoriyi ileri süren ve daha sonra ortaya koyduğu bazı
eserlerle teoride kapalı kalan hususları açıklamaya çalışan Darwİn, konuyu ele
alış tarzıyla bir anda şöhret kazandı. Aslında Charles Darwİn’in evrim
kavramına eklediği pek yeni bir şey yoklu. Zamanının bilgi biriki-‘ mini
değerlendirme yanında, buna sadece “doğal seleksiyon” anlayışını
eklemişti. Fakat bu değerlendirmesi teoriye öylesine güç katmıştı ki, onun
desteğinde teorinin açıklayamayacağı veya aksini gerektireceği hiçbir durum
yoktu. Doğal seleksiyon kısaca şuydu: Canlılar içinde çevre şartlarına uygun
Özellikleri taşıyanlar bu şartlardaki yaşantılarını sürdürmeye devam ederler,
bunlara sahip olmayanlar da hayat mücadelesi içinde erirler ve yok olurlar.
Böylece her istenen
şekli alabilecek yapıda bir esnekliğe sahip ve her soruya, her duruma
uyarlanabilecek bir silah ele geçmiş oluyordu; canlıların kulağı vardı, çünkü
kulağı olanlar tehlikeleri işitip kaçabildiler, olmayanlar av oldu.
Doğal seleksiyon
teorisinin bu başarısı, aslında dayandığı mantıksal totolojiden başka bir şey
değildi. Şöyle ki:
– Hangi canlılar
seçildi?
– Üstün olanlar
– Peki hangi canlılar
üstün?
– Seçilmiş olanlar.
Teorinin bu yönü daha
sonraları bilim felsefecilerinin şiddetli hücumlarına hedef olacak, teori son
derece Önemli eleştirilere maruz kalacaktır; hatla evrimci bilim felsefesiyle
tanınan Kari Poppcr bile onu bir teoriden ziyade metafizik bir görüş olarak
niteleyecektir.
Danvin’in yaşadığı
dönemin evrime Doğal Scleksiyon’dan başka bir katkısı olmamıştır.
Darwİn-sonrası dönemde İse en önemli değişiklik olarak kalıtımın ilkelerinin
iyİee belirginleşmesini görüyoruz.
Danvin’in teorisini
ileri sürdüğü dönemde genetik bilgisi oldukça sınırlıydı. Dolayısıyla teori bu
Önemli bilgi birikiminden mahrumdu. Genetiği evrim teorisi içine sokan akım
karşımıza yepyeni bir görüşle çıktı. Neo-Dar-\vinizm ve Mutasyonlar teorisi.
Buna göre genetik materyal oldukça sabittir ve türden türe aynen aktarılır;
nadir de olsa zaman zaman vu-kubulan ve mutasyon adı verilen genetik hatalar
bu aktarımla beraber alt döllere taşınmış olur. Bu hataların yol açtığı
morfolojik değişiklikler canlının çevreyle olan ilişkisine olumlu yönde
katkıda bulunursa, canlı bu değişikliği taşımayanlara nazaran bir üstünlük
elde etmiş olur.
Anlaşılacağı gibi bu,
kainimin ve doğal sclek-siyonun bir sentezinden başka birşey değildir.
Neo-Darwinizm denen bu yeni yorumun gelişmesinden sonra evrimde nihai gerçeğe
varıldığı kanısıyla evrimci biyologlar dört elle teoriye kanıt toplama
çalışmalarına giriştiler.
İçinde bulunduğumuz
döneme kadar devam eden bu çalışmaları dört ana başlık halinde şöyle
toparlayabiliriz
: a)
Faleontolojik çalışmalar,
b) Embriyolojİk çalışmalar,
c) Antropolojik çalışmalar,
d) Biyokimya üzerine çalışmalar.
a)
Paleontolojİk çalışmalar; Türden türe ge-Çİşi yavaş-yumuşak bir süreç olarak
tanımlayan Neo-Darwinist teorinin en önemli beklentisi türler arasında
binlerce ara formun bulunması olmuştur. Zira, eğer evrim ilk moleküllerden
insana kadar kesintisiz süregelen bir iş-lemse, organizmalar arasında
kopukluklardan ziyade kesintisiz bir devamlılığın bulunması kaçınılmazdır.
Bununla beraber ne bitkiler de, ne de hayvanlarda böyle bir sürekliliğin
betirtilerine şimdiye kadar rastlan ma mı 51 ir. Ünlü paleontologlardan Clark
bunu şöyle dile getirir:
“Daha önceki
hayvan hayatının alı fosil kalıntılarına bakmak konusunda ne kadar geriye
doğru gittiğimizin önemi yok. Çeşitli büyük gruplar ve filimler arasında geçiş
formları olan herhangi bir hayvana ait iz bulmuş değiliz. Madem ki, biz fosil
veya yaşayan büyük gruplar arasındaki geçişi gösteren en uzak bir delile sahip
değiliz. O halde, böyle ara tiplerin hiçbir zaman olmadığını kesinlikle kabul
etmem iz gerekir”. Fosil uzmanı Olson İse; “Fosillere göre birçok
bitki ve hayvan grubu, herhangi yakın bir soyu olmadan aniden ortaya
çıkmıştır. Organizmaların filum ve sınıl’ gibi büyük grupları bu şekilde
görülmüştür” demekledir.
Fosil kayıllarındaki
ara (geçiş.) formlarına ait bu boşluklar paleontolojik çalışmaların eksikliğinden
kaynaklanmaz. Fosil kayıtları son derece zengindir. Örneğin Neo-Darwinist
araştırmacı Romer’in bildirdiğine göre kara-omurgalılann ortalama % 87.8’inin
fosilleri bulunmuştur ki, bu son derece yüksek bir orandır.
Yıllarca sürdürülen araştırmalar
sonucunda evrim üzerine yayınlanan makale veya yazılarda üç paleoniolojik
delil göze çarpar
: 1– Sudan kuraya geçişe delil: coeiacanth
; 2– Karadan
uçuşa geçişe delil: archaepteryx;
3– Alın evrimi.
1- Balıktan
kurbağaya geçişe kanıt olarak sunulan coelacanih’ın yüzme kesesinin akciğer
görevi yapabileceği düşünülerek geçiş formu olduğu iddia edilmişti. 1935’ten bu
yana yakalanan 50’den fa/la coelucanıh üzerinde yapılan gözlemler bu balığın
yüzme kesesinin yağla dolu olması ve üzerinin pullarla örtülü olması
nedeniyle akciğer gibi fonksiyon göstermesinin fizyolojik olarak imkansız
olduğunu ortaya koymuşlardır. Üstelik
bu balığın 350-400 milyon
yıldır değişmeden yaşayageldi-ği de anlaşılmıştır.
2–
Kanallarındaki pençeleri, küçük dişleri ve kuyruğunda omurgası oluşu nedeniyle
de arc-haeopleryx isimli kuş 135 milyon yıllık fosiline
dadanarak
sürüngenlerden kuşlara geçiş formu olarak tanıtılmıştır. Yakın dönemde, 1984
yılında Balı Texas’ta 225 milyon yıl öncesine ait bir kuş fosiline rastlandı.
I’roioavis adı verilen bu örnek eksiksiz bir kuştu. Buna göre kuşlar alaları
olarak tanıtılan sürüngenlerle aynı dönemde yaşıyorlardı ki, bu imkansızdı. Kendisinden
90 milyon yıl önce yaşayan tam bir kuşun varlığı arkhaeopteryx’in arageçîş formu
olma iddiasını gündemden çıkardı.
3– Atın
evrimi de çokça kullanılan bir delildir. Yapılan sıralamaya göre bu 7-8 türden
oluşan bir seri ar/etmektedir. Alın evrim scrİ-si de evrimin temel yasası
olarak sunulan Dol-lo Kanunu ile çalışır. Körelen organların yeniden ortaya
çıkamayacağını benimseyen Dollo Kanunu’nuiers düşecek tarzda sunulan serideki
atların kaburga sayıları azalma ve çoğalmalar şeklinde düzensizlik gösterir.
b) Embriyolojik çalışmalar: Ernesi Haeckel diğer
canlıların embriyolarında geçirdikleri
safhaların, soylarının geçirdiği sallıalarıyansıttığını İleri sürdü. En son
incelemelerde Haec-kel’in ünlü çizimlerinde yanlışlıklar olduğu ortaya kondu,
Haeckel İnsan embriyosunu (rü-şeym) kasıtlı olarak eksik çizmişti.
Yankıları hala devam eden
bu iddiada en çok insan ve balık embriyolarında görülen boyun bölgesi oyukları
delil olarak kullanılıyordu. Balıklarda bu oyuk daha sonra solungaçlara
dönüşürken, insan embriyosundaki oyuk yutağa açılmaz, /.amanla alt çene,
ösiaki borusu, limüsveparatiroid bezlerine dönüşür. Bu nedenle bu yarıklar
arasında evrimsel bîr ilişki kurmak anlamsızdır.
c)
Antropolojik çalışmalar: insanın kökenini bulma gayretleri özel
bir inceleme alanını oluşturacak şekilde antropolojiye
yöneldi ve oldukça uzun ve külfetli çalışmalara temel oluşturdu. İnsanın
kökenine yönelik araştırmaların bir kısmı son derece ciddi ve bilimsel
çerçeveli olmalarına rağmen, küçümsenemeyecek bir kısmı da bu yapının dışında
yer aldı.
İnsanın autları
üzerine ilk buluniuların tanı-iılmasıyla birlikte kısa zamanda “insanın
evrimi” serisi de literatüre girdi ki, bu seri 6-7 örnek üzerine bina
edilmişti. İSOO’Kİ yılların sonlarmdan itibaren başlayıp 1950’lerc kadar devanı
eden araştırmaların sonucu olan bu seri özellikte son yıllarda alt üsı oldu.
Serinin önemli atlama taşlarım oluşturan Ncbraska, Pil(down ve Java adamlarının
birer sahtekarlık ürünü olduğunun anlaşılmasını müteakiben başlayan çözülme
Richard Leakey’nİn 1972’de bulduğu ünlü kafatası Skull 1470 ile zirvesine
ulaştı.
Kenya’da bulunan Skull
1470 şaşırtıcı şekilde homo sapiens karakterli, yani modern görünümlüydü.
Bulan bilim adamı Leakey hayretini o günlerde şöyle dile getirmişti:
“Ya bu kafaiasım
ya da ilkel İnsan hakkındaki teorilerimizi atamalıyız. O, insanın ilk modellerinden
hiçbirine benzememektedir.”
Bu buluntu seriyi
baştan sona karıştırdı; İlkel insansılar olarak sunulan antralopithocus-lar
soyağacından alıldılar, sonra homoereetus-lar da bundan nasiplerini aldılar.
Yakın dönemlerde de Fransız dergisi /. ‘Evpress aracılığıyla tanıtılan
hipotezle bu seri tamamen reddedildi, yerine maymunların atalarının insan
olduğu görüşü teklif edildi.
d) Biyokimya
üzerine çalışmalar: İlk canlı maddelerin ortaya çıkışını inceleyen evrim teorisi,
moleküler veya biyokimyasal evrim, daha popüler olan diğer teoriden bağımsız
olarak gelişti. Bu konudaki İlk çalışmalar J.B.S.-Haldane, Oparin gibi
araştırmacılara aitse de, Moleküler Evrimi popüler yapan Stanley Miller ve
Harold Urcy’dir. Bu iki bilim adamı 1953’de gerçekleştirdikleri ve Miller
Deneyio-larak tanınan ünlü deneyleriyle metan (CH4), amonyak (NH3), su buharı
(H2O) ve hidrojenden oluşan bir karışımdan amino-asit gibi canlı bünyesinin en
önemli yapıtaşjanndan birini sentezlemcyi başarmışlardı. Sentezlenen
amino-asitler canlıda yer alan 20 çeşit ami-no-asitıcn dördü olmasına rağmen bu
deney sembolik bir yüklem kazandı ve birçok kitap ve ansiklopedide hemen yerini
aldı.
Deneyi takip eden
10-15 yıl İçinde beklenmedik gelişmeler oldu. Jeofizik ve jeokimyacılar
dünyanın ilk atmosferinde amonyak bulunmasının imkansız olduğunu, olsa bile
çok kısa zamanda yok olacağını ortaya koydular. Metanın varlığının da şüpheli
olduğunu, böyle bir-ga/.ın ilk zamanlar varolduğuna dair bir kanıtın en eski
kayalarda bulunmadığını savundular.
Hatıa l%5 ve 1()74
yıllarında Mitler Deneyi önce Philip Abclson, sonra da Ferris ve Chen ikilisi
taralından tekrarlandı. Bu deneylerde hiçbir amino-asite rastlanmadı. Bu
gelişmeleri, Stanley Miller de kabul etti, hatta 19S5’de o da deney kabının
başına döndü ve sonuç alamadığını l()86’da İsveç Kraliyet Akadcmisi’-nin
“Molecular Evolution of Life” adlı konferansında itiraf etti.
Bu arada DNA ve RNA
gibi canlı bünyesinin diğer çok Önemli moleküllerinin sentezlerinin de ilkel
denebilecek sarılarda mümkün olmadığı ortaya çıktı. Teoriyi yan desteklerle
kurtarma çalışmaları halen de devam ediyor olsa da, konuya yakın bilim adamları
moleküler evrim düşüncesi üzerinde ısrar etmenin anlamsızlığını kabul
etliler. Bir zamanlar moleküler evrim görüşünün bizzat leorisyenliğini yapan
Francİs Crİck, Leslic Orgel ve Fred Hoylegibi bilim adamları sonyirmi yıldır
yaşamın dünyada başlamış olması görüşünün konik olduğu, canlılığın dünyaya
uzaydan gelmiş olabileceği tezini benimsediler. Bu bilim adamlan bu yönde
harekete zorlayan en büyük neden, yaşamın moleküler evirimin fiziğin ve
kimyanın temel pİrensipleriylc taban tabana zil bir konuma girmiş olmasıdır.
Konunun açma/.ı bilgi eksikliği değil, bilimci uzlaşmasının imkansız
oluşudur. Örneğin amino-a-siılerin polimerize olup proteinleri vermesi için her
icpkime bir molekül suyun çıkamsını gerektirir, ama termodinamik olarak bu reaksiyon
İlkel şartlarda mümkün değildir. Bu gibi Örnekler çoktur.
Buraya kadar konuları
va tarihsel gelişimiyle özetlediğimiz evrim teorisi son yıllarda oldukça
dogmatik bir öğreti olma yoluna girmişti. Bunun nedenli, muteryaliksi-ve onun
emrindeki poziıivist-fclsefelerin metafizik tüm görüşlere sırt çevirmekle bu
teoriyi öııcmil bir silah olarak kullanmalarıdır.
Şurası bir gerçektir
ki, materyalizme taban oluşturan felsefi kökenleriyle evrim teorisi ister
Lamarckizm, ister başka bir İsim alsın, insanların gözü kapalı red veya göz
kapalı kabu edecekleri bir teori olmaya uzun bir süre daha devanı edecekür.
Her ne kadar İnsan
kültürü ve toplumun düzenli olarak geliştiğine ilişkin fikirler Dar-win’den
önceye kadar uzanıyorsa da, XIX. yüzyılın ikinci yarısı Sosyal bilimlerde evrim
teorisinin en parlak dönemi olmuştur. Bu teori şimdilerde terkedilmiş olan şu
varsayıma dayanıyordu: Halihazırda yaşayan ilkel halklar modern toplumun
gelişmesindeki erken aşamaları temsil ederler. Bir şekliyle evrim te-orİsİ anan
karmaşıklık ve farklılaşmadan söz eden biyolojiye yakın düşer. Bir başka şeklindeyse
her ne kadar tüm toplumların bu aşamaların tümünden geçmesi beklenmiyorsa da,
gelişmenin bir dizi aşama ya safhaları olduğu öne sürülmüştür. Evrimci
düşünce, günümüzde Anglo-Amerikan ve Batı Avrupa toplumsal ve kültürel
antropolojisinde ikincil önemde olmasına rağmen evrim adı altında olmasa da,
Marksizmi benimsemiş ülkelerde merkezi bir rol oynamaktadır.
Halil MÜFTÜOĞLU Bk.
Danvinizın; Evrimcilik; Gendik.