Kimdir

Aziz Bonaventura kimdir? Hayatı ve eserleri

Aziz Bonaventura kimdir? Hayatı ve eserleri: Yüksek Skolastiğin ilk büyük filozofu, bir filozof ve bir teolog olarak büyük ün kazanmış olan Aziz Bonaventura’dır (1217-1274). Bir  filozof olarak Aquinalı Thomas’la aynı düzeyde olduğuna  inanılan, mistik teoloji alanında ise eşsiz bir teolog olarak değerlendirilen Bonaventura’nın sisteminde felsefeyle teolojiyi  birbirlerinden  ayırmak  kesinlikle  imkânsızdır. Ya  da  daha  doğru  bir  deyişle,  Tanrıyı,  ilahi yaratmayı,  ruhu ve erdemlerini, Tanrının  inayetini,  ruhun Tanrıyı  doğru  yükselişini  ve Tanrıya  nihai birleşme  hedefini  açıklamayı  kendisine  hayatı  boyunca  amaç  edinmiş  Bonaventura’da,  düşünceyle dogma ya da öğretinin bir büyük sentezi söz konusudur. Bu sentezin oluşmasındaki en belirleyici etken ise  onun  ruhban  sınıfının, Paris Üniversite’sinde  ünlü hocaların  nezaretinde  felsefe  tahsili  gördükten sonra, Fransisken tarikatına girmesi ve burada en yüksek yönetici düzeyine kadar yükselerek, güçlü bir üye olmasıdır.

Bununla birlikte, onun felsefesinin saf ve bütünüyle rasyonel bir felsefe olmadığı fakat daha ziyade Platon’dan  beslenen mistik  ve  teolojiye  önemli  ölçüde  evrilmiş  bir  felsefe  olduğu  unutulmamalıdır. Hatta  onun  kendi  felsefesinin  tamamen  ilahiyat  haline  gelmiş  bir  felsefe  olduğu  bile  söylenebilir. Üniversiteye hâkim olan katıksız Aristotelesçiliğe ve koşulsuz rasyonalizme büyük bir tepki gösteren, Hıristiyan  vahyinin  geçerliliğine  inanırken,  filozofların  ama  özellikle  de  Aristoteles’in  insanın  bu dünyadaki  varoluşsal  durumunu  kavrayamadığını  ve  kavramasının  mümkün  olmadığını  öne  süren Bonaventura, şu halde Skolastiğin Altın Çağı’nda Aziz Augustinus’a ve dolayısıyla, Platoncu felsefeye dönüşün ve mistisizmin temsilciliğini yapmıştır.

Gerçekten de felsefeyle teoloji arasında gerçekleştirmiş olduğu sentezle, Platonik ve Yeni-Platonik öğretileri  Hıristiyan  düşüncesinin  genel  çerçevesi  içinde  dönüştüren  özel  senteziyle  ünlenen Bonaventura,  aslında  birçok  Hıristiyan  filozofu  gibi  insan  yaşamının  nihai  hedefinin  ebedi  saadet olduğunu,  bu  saadetin  ahiret  hayatında Tanrıyla  birleşmeye bağlı  bulunduğunu öne  sürmekteydi. Bu yüzden  Bonaventura’nın  dini  ve  etik  temelleri  hesaba  katıldığında,  esas  itibariyle  pratik  bir  yapı sergileyen felsefesinde en önemli yeri ontoloji ya da metafizik ile epistemolojinin tutması çok anlaşılır hale  gelir.  Bonaventura  metafiziğinde  bütün  bir  yaratılmış  varlık  âleminin  Tanrıdan  türediğini,  bu varlık  âleminin  O’nu  yansıtıp,  yeniden  Tanrıya  döndüğünü  bildirirken,  klasik  bir  Platoncu  olarak epistemolojisinde,  aydınlanma  teorisiyle  bir  yandan  Tanrının  varoluşunun  bir  delilini  vermeye,  bir yandan da insan bilgisinin kesinliğini açıklamaya çalışmıştır.

İnançla akıl,  teolojiyle de felsefe arasında kesin bir ayrım yapan Aziz Bonaventura,  inançlarımızı otoriteye, bildiklerimizi de aklımıza borçlu olduğumuzu öne sürmüştür. Buradan, elbette ki  felsefe ve teolojinin konuları ve yöntemleri  farklı olan  iki ayrı disiplin olduğu sonucu çıkar. Buna göre,  teoloji tümüyle vahye dayanır ve Tanrıdan hareketle, O’nun eserlerine ya da yarattıklarına doğru ilerler. Oysa felsefe  tümüyle  akla  dayanır  ve  Tanrıdan  değil  de  duyusal  dünyadan,  Tanrının  gözle  görülen eserlerinden ya da yaratıklarından hareket edip, en sonunda Tanrının kendisine ulaşır.

Felsefe  ve  teolojiyi  birbirlerinden  olabildiğince  ayırmaya  çalışan  Aziz  Bonaventura,  yine  de felsefenin teolojiden bağımsız olabilmesini kesinlikle kabul etmez. Buradan da anlaşılacağı üzere, akıl karşısında  imana,  felsefe  karşısında  da  teolojiye  öncelik  ve  üstünlük  veren  Bonaventura,  filozofun inancın  ışığının  rehberliğinden  yararlanmaması  durumunda  ve  imanın  ışığı  altında  yapılmayan  bir felsefe  söz  konusu  olduğunda  sağlam  ve  tatmin  edici  bir  felsefe  ya  da  metafizikten  asla  söz edilemeyeceğini öne sürmüştür. Bir filozofun, Tanrının varoluşunu, vahyin yardımına hiç başvurmadan ispat edebilmesinin pekâlâ mümkün olduğunu kabul eden Bonaventura, bu konuda Aristoteles’in örnek olarak verilmesine de karşı çıkmaz.

Bununla birlikte, bir yandan da bu tür bir felsefenin ve Tanrının bu şekilde, akıl yoluyla kazanılmış bilgisinin eksik olduğunu, onun vahiy yoluyla tamamlanma ihtiyacında olduğunu öne sürer. Hatta Aziz Bonaventura’ya  göre,  Aristoteles’inki  gibi  bir  felsefe,  insanın  doğal  amacından  başka  bir  amaç tanımadığı,  onun  doğaüstüne  yönelik  ilgisinin  hiç  farkına  varmadığı  ve  imanın  ışığından yararlanmadığı için yanlış bir felsefedir. Felsefenin başkaca bilimlere giden yol üzerinde bulunduğunu fakat  felsefeyle yetinip, daha  ileri gitmeyen kişinin karanlıkta kalacağını söyleyen Bonaventura, buna göre, filozofun birtakım hakikatlere ulaşabileceğini inkâr etmemekle birlikte, salt bu hakikatlerle ya da felsefeyle yetindiği zaman, onun kaçınılmaz olarak yanlışa düşeceğini öne sürer.

Buna örnek de hiç kuşkusuz Aristoteles’tir. Duyusal varlıklar  söz konusu olduğunda, Aristoteles, Bonaventura’ya göre, çok önemli ve  seçkin bir araştırmacı, gerçek bir doğa  filozofu olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte, onun metafiziği yanlış ve yetersizdir çünkü sağlam bir metafizik  için akla ek olarak,  imanın  ışığına  ihtiyaç  duyulur. Aristoteles,  işte  bu  ışıktan  yoksun  kalmış  olduğu  için  kendi ötesine  işaret  eden  bir  felsefe  geliştirememiş,  dünyanın  nedenini  dünyanın  dışında  aramak  aklına gelmediği  için  Platon’un  İdealar  teorisine  karşı  çıkmış  ve  dünyanın  ezeli  olduğunu  öne  sürmüştür.

İdeaların  reddedilmesi,  yalnızca  Tanrının  özgür  seçimine  bağlı  olan  yaratma  faaliyetini  değil  fakat Tanrının tikellere ilişkin bilgisiyle inayetini de imkânsız hale getirmiştir. Demek  ki  hakikatin  bilgisinde  bir  düzen,  disiplinler  arasında  onların  konularına  ve  insanın kurtuluşu nihai amacına olan katkılarına bağlı olarak bir sıralamanın bulunması gerekir. Bonaventura, her  ne  kadar  vahyi  akla,  teolojiyi  felsefeye  üstün  tutsa  da  otoriteyle  akıl,  teolojinin  amaçlarıyla  da felsefenin amaçları arasında bir süreklilik bulunduğunu söyler. Ona göre, felsefe  insan zihnini gerçek bilgelik  yolunda  belli  bir  yere  kadar  taşır.  Bununla  birlikte,  onu  yönlendirme  kadar,  çok  daha  üst noktalara  taşıma  görevi  teolojinindir. Bonaventura,  bu  durumu, metafizikçinin  yetkin  örneği  olarak Aristoteles’i değil fakat İsa’yı gördüğünü metafiziğe ilişkin tartışmasında açıklıkla ifade eder. Bonaventura,  yöntemlerinden  dolayı  ayrı  görünen  felsefe  ve  teolojinin  şu  halde,  bazen  birbirini devam ettirdiğini ve insanı Tanrıya götüren iki rehber olacak şekilde birbirini tamamladığını; bazen de felsefenin  teolojiye  indirgenmesi  gerektiğini  söyler.  Buna  göre,  o  insanın  bütün  hayatının  Tanrıya doğru bir hac yolculuğu olduğunu bildirirken,  insana amacını veren şeyin  iman olduğunu,  insanın bu sürece aşkla katıldığını söyler; bununla birlikte,  insan değişmez bir aşkın  temel alacağı bilgiden yana eksiklik içinde olduğu için aşk yoluyla katılım çoğu zaman kesin olmaz. Gerçekten de akıllı varlıklar olarak insanların, bir şey ya da kimse onlara insan bilgisinin çeşitli dallarının bir merdivenin hepsi de aynı  yöne  götüren  basamakları  olduğunu  gösterdiği  zaman  yolu  daha  bir  kolaylıkla  bulacaklarını söyleyen Bonaventura’ya göre,  felsefe doğru yolu ve  insanın daha geniş bağlamdaki yerini ne kadar gösterirse göstersin, teolojinin hizmetine girmediği sürece pek bir işe yaramaz.

Bonaventura Tanrıyla metafiziğin konusu olan, akılla  anlaşılabilir bir varlıktan, soyut bir  ilkeden çok, insan ruhunun nihai ve en yüksek amacı ve ibadetinin konusu olan manevi varlığı anladığı, O’nun varoluşu apaçık bir şey ve ilk veri olduğu  için çoğunlukla Tanrının varoluşu konusunun kanıtlanmaya ihtiyaç göstermeyen bir olduğunu düşünmüştür. Ona göre, Tanrının varoluşu, gerek insanın kendisinin Tanrının sureti olduğunu fark etmesi ve gerekse ruhun bilgi ve aydınlanma yoluyla Tanrıya yönelmesi dolayısıyla  apaçık  bir  olgudur.  Aziz  Bonaventura  böyle  düşünmesine  rağmen,  yaratılmış  bütün varlıkların Tanrının bir delili olduğuna  inanarak, O’nun varoluşu için duyusal dünyadan hareket eden, yani  maddi  dünyaya  ilişkin  gözlemlerden  yola  çıkan  a  posteriori  argümanlar  öne  sürmüştür.  Çok incelikli ve ayrıntılı olarak işlenmemiş olan bu argümanlara göre, yetkinlikten yoksun, kusurlu, bileşik, hareket  halindeki  olumsal  varlıklar,  zorunlulukla  yetkin,  kusursuz,  basit,  değişmez  ve  zorunlu  bir varlığa işaret ederler.

Bonaventura’ya göre,  varlığa getirilmiş  olan  varlıklar varsa, onları  varlığa getiren bir  ilk Neden, kendisi yaratılmamış olan bir Varlık olmalıdır; bileşik varlıklar varsa, bir de basit varlık bulunmalıdır. Yine, değişebilen varlıkların  olduğu yerde,  değişmez  olan  bir Varlık  olmalıdır. Hem var  olabilen ve hem  de  var  olmayabilen  bir  ens  possibilenin,  olumsal  varlığın  olduğu  yerde  ise  var olmaması  hiçbir şekilde  mümkün  olmayan  bir  ens  necessarium,  yani  Zorunlu  Varlık  bulunmalıdır.  Öte  yandan, potansiyel bir varlığın bulunduğu yerde ise kendisinde potansiyel hiçbir yönün bulunmadığı, aktüel bir varlık olmalıdır ki bu varlık da Tanrıdır.

Başka  bir  deyişle,  sonlu  ve  olumsal  varlıkların  kusurlu,  eksik  ve  yetkinlikten  yoksun  oluşları, mutlak bir yetkinliğin, yetkin bir Tanrının varoluşunu zorunlu kılar. Burada, Aziz Bonaventura, gerçek bir  Platoncu  ya  da Augustinus  felsefesine  bağlı  biri  olarak,  zihnin,  kusursuz  ve  yetkin  bir  Varlığın bilgisine sahip değilse eğer, maddi dünyadaki bir varlığın kusurlu ya da eksik olduğunu kesinlikle iddia edemeyeceğini söyler. Buna göre, kusur ya da eksiklilik, çirkinlik fikri veya düşüncesi, yetkinlik fikrini varsayar  çünkü varolanları yetkinlik bakımından değerlendirmek bir yetkinlik ölçütünü gerektirir. Ve söz konusu yetkinlik fikri ya da ölçütüne, Bonaventura’ya göre, olumsuzlama ya da soyutlama yoluyla ulaşılamaz;  bu  düşünce,  insanlarda  doğuştan  olmak  durumundadır.  Duyusal  varlıklar,  vesile  ya  da anımsatıcı olmak suretiyle,  söz konusu yetkinlik düşüncesinin veya Yetkin Olan’a  ilişkin bilginin su yüzüne  çıkmasını  sağlarlar.  İşte  söz  konusu  yetkinlik  düşüncesi,  Tanrının,  yetkin  olan  Varlığın varoluşu için gerçek bir kanıt ya da teminat meydana getirir.

Türüm

Tanrının  varoluşunu  bu  şekilde  kendisinden  önceki  filozofların  Tanrı  delillerinden  derlediği kanıtlarla ispat eden Bonaventura, daha sonra yaradılışa ve yaratılmış dünyanın varlıklarına geçmiştir. İslam  felsefesinden  Hıristiyan  düşüncesine  çeviri  yoluyla  intikal  etmiş  olan  bütün  eserleri  okuma imkânı bulan Bonaventura Tanrıdan başlayan yaradılışın mahiyetiyle  ilgili genel  teorisini,  yine bağlı bulunduğu Platonik geleneğe uygun olarak türüm veya sudur terimiyle ifade etmiştir. Başka bir deyişle, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün bütün yaratıkların, zorunlu ve ezeli-ebedi bir süreç içinde, yetkinlikleri sürekli  olarak  azalan  bir  ara  nedenler  zinciri  yoluyla  Tanrının  yaratıcı  aklından  çıktığı  veya  taştığı tezini benimseyen filozof, söz konusu türüm anlayışını Hıristiyan teolojisiyle bağdaştırmak, madde ve dünyanın ezeliliğini  reddedip,  hiçten  yaradılışı  korumak ve nihayet yetkin Tanrının  yaratıklarının da yetkin olacağı kabulünden korunabilmek  için çokça mücadele etmiştir. Türüm kuramını bu bağlamda bir  tür  örnekçilikle  tamamlamaya  çalışan  Bonaventura,  dünyanın  ezeliliğini  göksel  akıllar  ve  ruhlar benzeri  ara  nedenlerin  varoluşunu  reddederken,  Platon’un  özler,  ilk  örnekler  olarak  İdealarını  öne sürmüştür.

Örnekçilik

Aziz  Bonaventura’nın  çok  önemsediği  iki  Yunan  filozofundan  Platon,  ona  göre,  gözünü  hep yukarıya  diktiği  için  aşağıya,  bu  dünyaya  bakmayı; Aristoteles  ise  sadece maddi  dünya  ile  ilgilenip yukarıya,  ezeli-ebedi  değerler  alanını  görmeyi  unutmuşlardır.  Hele  hele  Aristoteles’in  günahı,  o Platon’un  İdealarını  tümden reddettiği ve dolayısıyla  içinde bulunduğumuz dünyayı gerçek nedenleri, ilk örnekleri aracılığıyla anlayabilmeyi başaramadığı için çok daha büyük olmak durumundadır. Bu iki filozofun başarabildikleri, Aziz Bonaventura’nın gözünde, felsefenin başarabileceği her şeyi meydana getirir.  İşte  bundan dolayı,  felsefenin  imanla,  aklın otoriteyle  tamamlanması gerekmektedir. Nitekim Aziz Bonaventura bütün Platonculuğuna  rağmen, kendisine Platon’u değil  fakat Platon’un bilgeliğini, Aristoteles’in  bilimiyle  birleştirdiğini  düşündüğü  Aziz  Augustinus’u  örnek  almıştır.  Bonaventura, ondan  hareketle  (i)  Platon’un  ilk  örnekler  veya  özler  olarak  İdealarının  Tanrının  evreni  yaratırken kullanmış olduğu örnek nedenler ya da modeller olduklarını, (ii) bu İdeaların Kutsal Üçlemenin ikinci kişisiyle özel bir biçimde birleştiğini öne sürer.

Buna göre, bir, Baba Oğulu kendi kendisini düşünerek, kendi özüne dair bir bilgi edimiyle yaratmış olduğu  için  Oğulun  Babanın  bilgeliğinin  ve  Tanrının  yaratıcı  imkânlarının  bir  ifadesi  olduğu söylenebilir.  İki,  potansiyel ve  aktüel  tüm  yaratıkların  İdealarının Tanrının  zihninde varoldukları; bu İdeaların yalnızca,  cinslerin ve  türlerin değil  fakat  tikellerin ya da bireysel şeylerin  İdeaları oldukları söylenmelidir. Bunlar, Tanrının sonsuz kudretini yansıtacak şekilde, sayıca sonsuzdur. Tanrı, şu halde, Kendisini bilirken, ilahi özünün maddi gerçeklikte yansıma veya tezahür etme tarzlarını bilir. O, kendi zihnindeki İdeaları, örnek nedenleri ve dolayısıyla her şeyi, ezeli-ebedi tek bir edimle idrak eder. Bu ise hiç kuşku yok ki yaradılışın, türüm ya da taşmanın zorunluluğundan farklı olarak, Yaratıcı için bilgi ve iradeyi  gerektirdiği  anlamına  gelmektedir.  Buna  göre,  Tanrı  tümüyle  bağımsız  olan  varlıktır,  buna karşın yaratıklar O’na bağımlı olup, Tanrının varlığına bir şey katmaz. Sadece ereksel neden değil fakat aynı zamanda fail neden olarak Tanrı, varolan her şeyi kendi zihnindeki  İdeaları, ilk örnekleri model olarak kullanmak suretiyle, hiçten yaratmıştır.

Örnekçilik  öğretisi,  hiç  kuşku  yok  ki  Tanrıyla  yaratıkları  arasında  belli  bir  benzerliğin  olmasını gerektirir. Bonaventura, bununla birlikte hem Tanrının yaratıklarıyla  olan  ilişkisi hakkında  doğru bir kanaate  sahip  olabilmek  ve  hem  de  Tanrıdan  bağımsız  dünya  telakkisinden  başka,  panteizmden  de sakınabilmek  için  çeşitli  ilişki  türleri  arasında bir  ayrım  yapar. Tanrı  ile yaratık  arasındaki benzerlik buna göre, Varlıktan pay alma bağlamında gerçekleşen bir benzerlik değildir, zira böyle bir durumda panteizmle  birlikte  yaratılmış  varlık  Tanrı  olup  çıkar.  Aralarında  ortak  bir  terim  bulunmadığı  için benzerlik  yaratığın Tanrının  ya da daha  çok Tanrıdaki  ilk örnek veya  ideanın bir  taklidi  olmasından meydana gelir; Tanrı kendisindeki İdeayı dışsal olarak sonlu yaratıkta ifade eder.

Buna  göre, Tanrı  ile  yaratıkları  arasındaki  ilişki  ya  bir örnekleme  ilişkisi  olarak  analojiye  ya  da farklı cinslerin üyesi olan şeyler arasında var olan orantıya dayalı benzerlik ilişkisidir. Her yaratık, şu halde Tanrının  bir  ifadesi,  tezahürü,  sureti  veya  benzeri  olarak, Tanrının  bir  sonucu,  damgası  ya  da ayak  izidir  (vestigium).  Bununla  birlikte,  Bonaventura’ya  göre,  bu  ilişkinin  tarzı  varlıktan  varlığa değişir;  örneğin  bütün  varlıklar  Tanrıya  yönelmiş  olmakla  birlikte,  sadece  akıllı  yaratıklar  Tanrıya dolayımsız,  aracısız olarak yönelirler. Tanrıyı  sadece akıllı varlıklar bilir, O’na bilinçli olarak sadece akıllı yaratıkları  ibadet ve hizmet eder; dolayısıyla, akıllı yaratığın Tanrıyla olan yakınlığı, O’na olan benzerliği daha fazladır. Aziz Bonaventura, bu yakın benzerliğe imago (suret, imge) adını verir.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

(1221-1274) İtalyan tanrıbilimci ve gizemci. Yeni- Platonculuk’tan kaynaklanan gizem­ci bir bilgi öğretisinin kurucusudur. Toskana yakınlarında Bagnorea’da doğdu, Papa’ nın “İkinci Lyon Ruhani Konseyi” nedeniyle, çağrısı üzerine gittiği Lyon’da öldü. Gerçek adı Johannes Fidanza’dır. Çok küçük yaşta geçirdiği ağır bir hastalık nedeniyle, annesi, onu Ermiş Franciscus’a okutturmuş, iyileşirse bu ermişin kurduğu Fransisken tarikatına gireceğine sözvermışti. Sağlığına kavuşunca yeniden yanına gittiği Franciscus, onu gördüğünde “iyi yarınlar” anlamında “Bona Ventura” deyince çocuğun adı “Bonaventura” olarak kalmış. Yirmi iki yaşına erdiğinde, annesi onun çocukluğunda ermişe verdiği sözü yerine getirmesini istemiş; bunun üzeri­ne Bonaventura da Fransısken tarikatına girmiş. Bonaventura, öğrenim içinFransiskenler’in çoğunluk­ta oldukları Paris Universitesi’ne, özellikle bilge Hales’li Aleksander’in yanma gönderildi. Orada tan- rıbilim okudu, kısa bir süre içinde çalışkanlığı, güçlü yeteneği ve tanrıbılıme olan içten yakınlığı ile ılgı topladı. 1253’te öğretmen Hales’li Aleksander’in yeri­ne öğretim üyesi oldu. Bu süre içinde Eski Anadolu- Yunan bilgelerinin, o çağda bilinen yapıtlarını incele­di. Hıristiyanlık’ın doğuşundan sonra gelişen felsefe çığırlarını, özellikle Yeni-Platonculuk’la Kilise Babaları’nın, Augustınus’un görüşlerini öğrendi. Aristote­les felsefesinin çok yaygın olduğu bir çağda ve ortamda yetişmesine karşın, daha çok Platon’un görüşlerinden kaynaklanan Yeni-Platonculuk’a eği­lim duydu, bu akımın kurucusu olan Platınos’un yazılarını inceledi. 1254’te “doktor” sanını kazandı, 1256’da tarikatın yönetimini ele aldı, tarikata yeni bir düzen verdi. Manastır yaşamının insanı olgunlaştır­mak için en doğru, en yeterli yol olduğu görüşünü savundu. Keşişler için evlenmemeyi, kendilerini bü­tün geçici eğilimlerden, tutkulardan, isteklerden uzak tutarak Tanrı’va adamalarını istedi, insanlara böylece örnek olabileceklerini, insanları bu yöntemle kurtulu­şa ulaştıracaklarını iieri sürdü. Meryem’e, alışılagele­nin üstünde bir saygı gösterilmesini, sevgiyle bağla­nılmasını önerdi. Çalışmalarını ve düşüncelerini beğe­nen Papa X. Gregorius, Bonaventura’yı önce, Albano piskoposluğu, sonra kardinallikle görevlendirdi.

Gerek görevli bulunduğu sürede, gerek özel yaşamında dinle felsefeyi bağdaştırmaya çalışan, dü­şünceleriyle davranışları arasında bir bağlantı kurma­ya önem veren Bonaventura için düşünmekle eylemde bulunmak eşdeğerdir. Olgun kişi, bilge kişi düşündü­ğü gibi yaşayan, yaşamını inançlarına göre t düzenle­yen kimsedir. Yaşamın amacı tanrısal buyruklara göre davranmak, onları bir ilke olarak benimseyip uygula­maktır. Görevle inanç ara.sında bir uyum kurulamazsa dinin öngördüğü davranış biçimi gerçekleşemez.

Bonaventura, felsefeye taıırıbılım sorunlarına çö­züm aramakla girdi. Onun felsefeden anladığı da, Yeni-Platonculuk’tan kaynaklanan, varlık aşamaları­nın doruğunda Tanrı’yı gören, tanrıbilimdir. ilk çalışmalarında Aristoteles felsefesinin kanıtlama yön­teminden yararlanarak gizemcilikle felsefeyi uzlaş­tırmayı denedi. Sonra tanrıbilimie felsefe arasında, tanrıbilim yararına bir bağlantının bulunduğunu ileri sürdü. Kutsal Kitap’m bildirdiği “yaratılış” ve Adem- Havva İkilisinin işledikleri suç sonucu ortaya çıkan “düşüş” olayını gizemci bir anlayışla açıklamaya koyuldu. Böylece düşüncesinin odağına insanı yerleş­tirdi.

Bonaventura’ya göre insan yaratılmış bir varlık­tır. Onun yaratılışı, üstün bir arınmışlık içinde, tanrısal gerçekleri görmek ve kavramak içindi. Baş­langıçta insan suçsuzdu, mutlu olabilmesi için gere­ken bütün olanaklar elindeydi. Ancak, özgür istenciy­le davranan Adem’in işlediği suç yüzünden, insanın başlangıçtaki arınmışlığı, mutluluk sağlayan olanakla­rı ortadan kalkmıştır. Adem’in suçu yüzünden, onun izini süren soyu da suça (günaha) sürüklenmiştir. İtinerarium Mentis İn Deıtm adlı yapıtında açıkladı­ğına göre, insan bilgisizliği yüzünden mutsuzdur, acı çekmektedir. Ancak onun bilgisizliğinin kaynağı Adem’in işlediği suçtur. Bu bilgisizlik, insan doğası­nın gereği değildir, işlenen ilk suçun sonucudur, insanın bu bilgisizlikten, ilk suçun etkisinden kurtul­ması için birtakım koşullar vardır. Bunlar da iç arınmışlığı, yetkinlik, derin sevgi, yakarış, Kutsal Kitap’ın öngördüğü biçimde yaşamak, Tanrı’dan başka bir nesne düşünmemek gibi, insanın benliğini geliştiren, kişiyi Tanrı’ya ulaştıran durumlardır. Tan- rı’ya ulaşmanın yolu belli aşamalardan geçerek yük­selmedir. Bu aşamalar üç basamaklı bir merdiven gibidir. En yüksek aşamada, tümellerin tümeli olan Tanrı vardır, ondan sonra gelen iki aşamada nesneler bulunur. Nesnelerin bir bölümü tanrısal izlerdir, öteki bölümü tanrısal görüntülerdir (havailer). Bu nesnelerin birtakımı geçicidir, birtakımı kalıcıdır, ölümsüzdür. Gelip geçici olanlar insanın dışındadır, gövdesiyle ilgilidir. Kalıcı, ölümsüz olanlar ise, insa­nın içevrenivle bağlantılıdır. Tanrı’ya ulaşmanın bi­rinci koşulu bu iz.leri kavramak, onlara uymaktır. Kişi onlara uyar, onları kavramaya çalışırsa “Tanrı yolu” na girer. İnsanın içevrenivle ilgili tanrısal görüntüler gönül arınmışlığıyla, ruh dinginliğiyle kavranır. Bunu yapmaya da “Tanrı gerçeği”ne yönelmek denir. En üst aşamada bulunan Tanrı’ya ulaşmanın son koşulu da Tanrı sevgisiyle kendinden geçiş, Tanrı’dan başka bir nesneyi düşünemeviştir.

Bonaventura, Tanrı’ya ulaştıran üç aşamalı vola karşılık, insan varlığında üç yetinin bulunduğunu ileri sürmüştür. Ona göre bu yetiler şunlardır: Tanrısal izleri, insanın dışında bulunan nesneleri algılamaya yarayan “duyarlık”, bu nesnelerin algılanışıyla onla­rın kaynağına varmayı, gelişmelerin artarda gelen dizisini kavramayı sağlayan “anlak” ve en üst aşamaya çıkaran, Tanrı’yı bütün görkemi, bilgeliği, arınmışlığı, salaklığı ve değişmeyen ölümsüz tözüyle görmeyi gerçekleştiren “us”.

Tanrı vardır ve bütün varlık türlerinin doruğun­da bulunur. Onun varlığı kendi özü gereğidir, kendi özünün tek koşulu varolmaktır. Bu nedenle Tanrı özü ile varolmak birbirini gerektirir. Biri olmadan öteki olamayacağı gibi, birini düşünmeden ötekim düşün­me olanağı da yoktur. Tanrı varlığının en açık kanıtı, “Tanrı kavramı”dır. Varolmayanın kavramı da ola­maz, kavramı olanın varolmadığı da düşünülemez. Felsefe tarihinde “ontolojik kanıtlama” denen bu yöntemi Bonaventura, kendi bulmamış, Anselmus’ tan almıştır.

Bonaventura bilgi sorununu Tanrı varlığıyla birlikte ele almış, bilgiyi tanrısal varlığı kavrama, bilme olarak nitelemiştir. Ona göre bilginin tek ereği Tanrı’dır. De Reductıone Artıum Theologıam adlı yapıtında bilginin kaynağını araştırırken “tanrısal ışm”ın gerçeğe ulaştırıcı tek ilke olduğunu öne sürmüştür. “Tanrısal ışın” insanın bilme eyleminde yol göstericisi, sorunları aydınlatmada en güvenilir kılavuzdur. Bu ışın insanın içine doğar, ruhunda belirir. Bu nedenle bilmek tanrısal ışınla aydınlanmaktır. Tek ereği Tanrı olan bilginin tek kaynağı da Tanrı’dır.

Evrende görülen bütün tek tek nesneler, tümel olanın, tanrısal evrende, tanrısal varlıkta bulunan “idealar”ın yansımalarıdır, insan bu tanrısal tümelin tikel yansımalarını görür, tanrısal ışın yardımıyla kavrar. Evren, Tanrı varlığının dışında değildir, onun­la birlik ve bütünlük içindedir. Evrenin ortaya çıkışı tanrısal özden bir ışık niteliğinde fışkırma (emanatio) biçiminde olmuştur. Bu fışkırma birdenbire değil, değişik aşamalarda gerçekleştiğinden, en yüce varlık olan Tanrı’dan en altta bulunan nesnelere dek basa­mak basamak iniş niteliğindedir. Bu nedenle her nesne, bulunduğu varlık aşamasına göre, tanrısal olanı, “idea”yı yansıtır.

Bonaventura, evrende bulunan nesnelerin kav­ranmasında, karşıtların önemini vurgulamıştır. Ona göre bir konunun anlaşılmasında olumluyla olumsu­zun birlikte düşünülmesi gerekir. Olumluyu tanımla­manın tek yolu olumsuzu gözönünde bulundurmak­tır. Yetkin, yetkin olmayanla, değişmeyen değişenle kavranabilir, tanımlanabilir, insanın düşünme, yargı­lama gibi mantıkla ilgili, anlayış gücüne özgü eylem­lerinde ıkı karşıt durumun birlikte görülmesi gerekir.

Bu durum iyilik, güzellik, yücelik, olgunluk, erdem, bilgelik, doğruluk gibi konularda da geçerlidir.

Özdek, varlığın temelini biçimlendirir, biçime varlığın temelini yerleştirir. Biçim de özdeğe öz kazandırır. Bu nedenle özdek-biçim bağlantısı bir varoluş koşuludur. Evrende “genel ruh” yoktur, her nesne kendi özel biçim ve eylemiyle dirilik kazanmış­tır. Her nesnenin ayrı bir biçimi olması, Tanrı’da bulunan yetkinliğin “ideal biçimi” yüzündendir.

“Idealar” yaratılmış değildir, Baba-Oğul gibi tanrısal özde vardır.

Bonaventura’ya göre ahlakın konusu mutluluk­tur. Mutluluk usla donatılmış her ruhun değişmez yazgısıdır. Ruh ölümsüz olduğundan mutluluğun tadına varmıştır. Ölümlü olan bir varlıkta böyle bir özellik bulunamaz, insan gövdesi ölümlüdür, ona değer kazandıran ruh ölümsüzdür. Ote yandan, insan bütün eylemlerinden dolayı, Tanrı katında sorumlu­dur. iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı ceza olacaktır.

Bonaventura, tanrıbılim sorunlarına çözüm ara­mada, çağının Aristotelesçi anlayışına getirdiği yeni yorumlarla kendinden sonra gelenleri etkilemiş, özel­likle Yeni-Platonculuk akımının gelişmesinde, Hıris­tiyan düşüncesiyle bu akımın uzlaştırılma çalışmala­rında öncü olmuştur.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 18. cilt, Anadolu yayıncılık, 1984

İlgili Makaleler