Kimdir

Aziz Anselmus kimdir? Hayatı, düşüncesi ve eserleri

Anselmus kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1033 – 1109) İtalyan tanrıbilimci. İnanç sorunları­na us ilkelerine dayanarak çözüm aramış, Tanrı’nın varlığını varlıkbilim yöntemiyle ve Aristoteles mantı­ğına dayanarak kanıtlamaya çalış­mıştır. Piemonte yakınlarındaki Aosta’da doğdu. 21 Nisan U09’da başpiskopos olarak bulunduğu Canterbury’de öldü. Soylu ve varlıklı bir ailedendi. İnançlarına, geleneklerine çok bağlı olan annesi Ermenberga’nın etkisiyle bir manastıra kapandı, babası­nın karşı çıkışı üzerine manastırdan ayrıldı. Gençliği­nin büyük bir bölümünü değişik işlerde çalışmakla geçirdi. Fransa’ya gitti, sonra Normandiya’da Saint Marie Kilisesi’ne girerek, bütün çalışmalarını din konuları üzerinde yoğunlaştırdı. Burada önce keşiş (1060), sonra duacı ve papaz oldu (1078). Kısa bir süre içinde, bilgisinin genişliği, dm sorunlarını çözmede uyguladığı yöntem ile üne kavuştu, başpapazlığa yükseltildi. Piskoposluk seçimlerinde kralın yetkileri­ne karşı çıktığı, Papa III. Gregorios’un görüşlerini savunduğu için önce Kral II. William’ın, sonra da I. Henry’nin buyruğu ile sürgüne gönderildi. Daha sonra ölünceye değin kalacağı Canterbury başpisko­posluğuna atandı.

Felsefeye Augustinus’un credo ut intelligam (an­lamak için inanıyorum) önermesini yeni bir yorum­dan geçirmekle giren Ansclmus çağının ünlü adcı (nominalist) tanrıbilimcisi Roscelinus’la yaptığı tartış­malarla büyük ilgi topladı. Tanrıbilim sorunlarına us ilkelerine dayanan, ancak ustan önce inanın gerektiği­ni ileri süren bir yöntemle çözüm aradı. Bu yöntem Aristoteles mantığından kaynaklanan, kavramlar ara­sında kurulan bağlantıya dayanan bir çalışma biçimi­dir. Anselmus bu yöntemde Platon’un ortaya attığı kavramlardan yararlandı. Dinle felsefenin bu kavram­lardan beslenen bir düşünme yöntemiyle uzlaşabile­ceği görüşünü savundu.

Anselmus’a göre, felsefe bir tanrıbilimdir; onun başlıca konusu Tanrı varlığının kanıtlanmasıdır. Tanrı varlığının kanıtlanmasını erek edinmeyen, işe ondan başlamayan bir düşüncenin olumlu sonuca varma olanağı yoktur. Felsefe alanına giren, çözüm bekleyen bütün sorunların kaynağı ve öncülü, Tanrı varlığıdır. Tanrı biri özü, öteki nitelikleri bakımından iki ayrı sorunu içerir. Bu sorunlar, kavramlarla dile getirilirse dc, gerçek birer varlığı kapsar. Bu gerçek varlık Tanrı’dır. Ancak Tanrı konusunda düşünmeye başla­mak için inan (iman) gereklidir. İnan düşünmenin başlangıcı değil ereğidir. Tanrı varlığına inanmadan Tanrı’yı, niteliklerini düşünmek çelişmeye düşmektir. İnanmak anlamayı sağlar, bu nedenle “anlamak için inanıyorum” önermesi geçerlidir.

İnanmak, üzerinde durulan konunun anlaşılması için ilk ışık kaynağıdır, sorunun çözülmesinde başlıca etkendir. En gerçek, en yüce varlık Tanrı olduğun­dan, anlamak için inanmak Tanrı’ya bağlanmaktır, Tanrı varlığının kesinliğini benimsemektir. Kişi inandığı sürece bilmeye, anlamaya çalışır, varlık sorunları­nın içerdiği gerçeği kavramak ister. Bilgiye yükselmek için önce inanmak gereklidir; bu gereklilik de varlığın özünü ilgilendiren bir olgudur. Sorunlara yaklaşma­da, sorunların çözülmesi için gerekli bilgiyi edinmede tek yol inanmaktır, bu nedenle inan bilgiden önce gelir, inanmayan kimsenin başarabileceği bir iş olma­dığı gibi varabileceği bir erek de yoktur, inanmakla erek birbirini gerektirir, biri olmadan öteki olamaz. İnansız erek, ereksiz inan bir çelişkidir.

Tanrı önsüz-sonsuz bir varlıktır. “Varlık” kavra­mı önce Tanrı için geçerlidir; nesnelerin varlığı do­laylıdır, sonradır. Tanrı ile varlık, var olmak birbirini gerektirir, biri olmadan öteki olamaz; biri düşünül­meden öteki düşünülemez. Tanrı salt varlıktır, salt varlık olan Tanrı a se et per se (kendiliğinden ve kendisinde vardır). Tanrı’nın varlığı, özü gereği, kendinden başka bir varlığı gerektirmez, o yalnız kendi kendisiyle vardır. Tanrı evrenden önce vardı, bütün varlıklar tanrısal anlakta (zihinde) öncel olarak bulunuyordu. Bu durum tanrısal bilginin de sonsuz­luğunu, tanrısal varlıkla birlikte olduğunu gösterir. Tanrı’nın düşünme yeteneğinde önceden bulunma­yan, tanrısal bellekte yeri olmayan bir nesnenin varlığı­nı düşünmek saçmadır. Tanrı bütün yetkinliklerin kaynağıdır, onun yüce varlığı bütün yetkinliklerle donatılmıştır. Bu yetkinlikler de sonradan kazanılmış nitelikler değil, tanrısal özle birliktedir. Bu nedenle Tanrı iyiliğin, yüceliğin, doğruluğun, güzelliğin, bil­geliğin, yetkinliğin kendisidir. Bunları nitelik olarak düşünürüz, ancak gerçekte, bunlar nitelik değil, tanrısal özün, tanrısal varlığın bütünündedir.

Tanrı zaman ve uzayla da bağımlı değildir, onların üstündedir. Tanrı kavramı en yetkin^ varlığı (ens perfecüssimum) içerir. Tanrı’nın varolmadığını düşünmek ise en yetkin varlığın bulunmadığını ileri sürmektir. Bu durumda Tanrı kavramı ile Tanrı varlığı birbiriyle çelişir. Tanrı kavramının yüklemi, Tanrı varlığının dışına itilir, böylece Tanrı “en yetkin varlık” olmaktan çıkar, oysa Tanrı kavramının içeriği “en yetkin varlık”tır.

Anselmus, Tanrı’nın varlığını, düşünülebilen “en yetkin varlık” kavramı ile bağlantılı kılarak kanıtla­maya çalıştı. Bu kanıtlama türüne “varlıkbilimsel kanıtlama” dendi. Bu kanıtlamanın kaynağı da Platon’ un kavramları (idea) gerçek varlık olarak niteleyen kuramıdır. Anselmus bu kuramdan yola çıkarak, ona yeni bir yorum getirmiş ve Tanrı en üstün gerçek varlıktır (ens realissimum) demiştir. Tanrı kendi kendinin nedenidir; kendi kendinin nedeni olması dolayısıyla gerekli olarak vardır, varolmaktan başka bir durum Tanrı için söz konusu olamaz. Tanrı evrenin, evreni dolduran varlık türlerinin de tek ve gerekli nedenidir. Bu nedene göre varolmak Tanrı’da olmak, Tanrı olmak varolmaktır. Tanrı’da bulunan nitelikler insanlarda, öteki varlıklarda ‘bulunanlara benzemez. Tanrısal nitelikler tanrısal varlıkla özdeş­tir. Tanrı dışında kalan varlıklarda bulunan nitelikler ise o nesnenin varlığı ile özdeş değildir. Tanrısal nitelikler, gerçekte, tektir.

Tanrı ile insan arasındaki bağlantının ortaya çıktığı olaylardan biri de “günah” sorunudur. Bu sorun Anselmus’un Cur Deus Homo (“insanın Tanrı­sallığı”) adlı yapıtında en ince ayrıntılarına dek işlenmiştir. İnsan, yaratıldığı ilk dönemde, ağır bir suç işlemiştir. Bu suç Tanrı’ya karşıdır. Böyle büyük bir suçun bağışlanması insanı aşar. Tanrı’nın yüceliğine, büyüklüğüne karşı işlenen bu suçu ancak Tanrı, kendi varlığında, özünü küçük düşürmeden bir eylemde bulunarak bağışlayabilir. İşlenen suçun, büyüklüğü nedeniyle gene yüce bir varlıktan öc alınarak bağış­lanması gerekir. Bunu düşünen Tanrı, İsa’nın varlı­ğında insan biçimine girmiş, suçun büyüklüğüyle orantılı olarak, tanrısal bir varlığa dönüşen İsa sonsuz acılar çekerek, insanlığı kurtarmıştır. Tanrı’nın, İsa’nın varlığında, insan biçimine girmesiyle kendi yüceliğine yaraşır bir eylemde bulunduğu, böylece kurtuluş sorununun çözüldüğü ileri sürüldü. Anselmus, İsa’ nın Tanrı ile olan özdeşliği ya da benzerliği sorunu­nu, “günah” olayını ortaya atarak sonuca bağladığı görüşünü savundu. Ona göre İsa gerçeğin, doğrulu­ğun kendisidir. Kendini gerçeğe ve doğruluğa adayan­lar İsa için can verenlerdir. Ancak, onun, tek varlık olarak Tanrı’yı tanıması, Tanrı dışında bir varlık görmek istememesi varlık birliği inancına eğilim duyduğunu göstermiştir. Kimi felsefe tarihçileri, An­selmus’un kilisenin baskısından çekinerek, varlık birliği görüşünü açıklığa kavuşturmadığı kanısındadırlar.

Anselmus’a göre, duyular bireysel varlıkları algı­lar, tümelleri algılamak, kavramak yalnız usun başarı­sıdır. Tümeller bireyleri aşan birer varlık olduğundan duyularla algılanamaz. Tümel kavramlar gerçek varlık­lardır. İnsan, çevresini kuşatan niteliklerden yola çıkarak salt ve tanrısal nitelikleri kavrama olanağı bulabilir. Bunu başarabilmek için önce inanmak gerekir.

Evren yaratılmıştır, yoktan varedilmiştır (exnihilo). Evreni dolduran bütün varlık türleri de yaratılmıştır. Ancak, bu yaratılış eylemi kimi bilgele­rin sandığı gibi değildir. Bütün varlık türleri, daha önce, tanrısal anlakta düşünce olarak vardı. Yaratılış bu düşünce niteliği taşıyan varlıkların tanrısal özden dışa taşarak biçimlenmesi, görünüş alanına çıkması­dır. Tanrı, engin bilgisiyle, yüce istenciyle neyi yaratacağını biliyordu, yaratılanlar onun düşünme yeteneğinde gerçek biçimlerini almıştı. Tek varlık Tanrı olduğundan, “yaratılmış varlık” da Tanrı dü­şüncesinden çıkan varlık olabilir. Tanrı “salt varlık” olduğundan bütün varolan nesnelerde onun bulun­ması doğaldır. Bir nesnenin varlığı salt varlık dışında gerçekleşemez. Bütün varolan nesneler bu salt varlığa katılmaları nedeniyle vardır. Varolmak bu salt varlığa katılmaktır. Salt varlık olan Tanrı, kendi özü gereği, yaratmadan edemez, yaratmak tanrısal varlığın bir gereksinimidir.

Ahlak sorunlarının işlenmesinde de başlıca yön­tem bu “salt varlık”la bağlantı kurmak, ondan yola çıkmaktır. Tanrı “salt iyi”dir, “salt doğru”dur, “salt değer”dir. Bu nedenle bu tanrısal nitelikler olmadan “iyi olan”,”doğru olan”,”değerli olan”dan söz edile­mez, bunlar düşünülemez.

Anselmus, De Fide Trinitatis (“Üçlemeye Bağlı­lık Üstüne”) adlı yapıtında bilgi sorununu ele almıştır. Bilgi salt usla sağlanır, salt us ise “salt varlık” olan Tanrı’dan kaynaklanır. Bilmek eylemi, nesneleri kavramlarının örgüsü içinde, düşünerek sonuca var­maktır. Kavramsal bilgi bize nesnenin kendini verir. Bu durum, nesnenin kavramıyla varolması sonucu­dur. Bilginin kesinliği, doğruluğu yargının içeriğine bağlıdır, bilgiyi oluşturan da doğru yargılardır. Bir yargının doğruluğu ise varılan sonuçla bağlantılıdır. Yargının doğruluğunu gösteren başka bir özellik de içerdiği konuyla olan uygunluğudur. Doğru yargının içerdiği konuyla olan bağlantısı özne ile nesne arasın­da bir uyumun bulunduğunu kanıtlar. Gerçek bilgi Hıristiyanlık’ın özündedir, onun özünü kavrayan gerçek bilginin kaynağına varır. Bu kaynağa inanla (iman) gidilir, kesin bilgiyi aramadan önce inanın eksiksiz olması, bütün kuşkuların üstünde olması gerekir. Evrenin, evreni dolduran ve çevremizi kuşa­tan varlıkların anlaşılması başka türlü olamaz. Nite­kim, inanmayan bir kimsenin anlayabileceği bir konu da olamayacaktır. Dinle ilgili sorunlarda inan, bu evrenin anlaşılmasında deneyin işini görür. Sesi hiç bir zaman işitmemiş olan bir sağır-dilsizin, ses konu­sunda açık bilgisi de olamaz. Bu nedenle inanmamak görmemektir, görmemek ise anlamamaktır. Öyleyse inana varmak için düşünmüyoruz, anlamak için inanıyoruz.

Hıristiyan dininin anladığı Tanrı’yı yadsıma olanağı yoktur. Tanrı’yı yadsıyan bir kimsenin, bütün düşünme gücünü kullanarak en yetkin bir varlık tasarlaması kaçınılmazdır. İnsan ne yapsa düşünme yeteneği en yetkin bir varlığı tasarlayacaktır. Bu durumda kişi kendi kendisiyle çelişkiye, düşer. En yetkin varlığın bulunduğunu düşünmeden edemeyen kişinin, en yetkin varlık olan Tanrı’yı tanımaması yalnız Hıristiyan dininin ilkeleriyle değil us kuralla­rıyla da bağdaşmaz. Anselmus Proslogium (“Sunuş”) adlı yapıtında bu düşüncelerini açıklarken, kilise büyükleri gibi katı bir görüşe bağlanmamış, usu inanla uzlaştırmaya çalışırken sağlıklı bir düşünme Evren eyleminin içine girmiştir.

Anselmus, gerçeklik konusunda, Platon’un idea Gerçeklik öğretisinden kaynaklanan bir görüşü savunmuş, bu öğretiye yeni bir yorum getirmiştir. Özellikle Monologium’da ileri sürdüğü düşünceler, Platon’un öğreti­sine değişik bir açıdan baktığını kanıtlar. Tanrı konusundaki düşünceleri Platon’un özel bir açıklanışı niteliğindedir. De Veritate’de (“Gerçek Üstüne”) bütün gerçeklerin Tanrı varlığında yoğunlaştığını, birliğe ulaştığını açıklamış, çoklukta tekliğin bulundu­ğunu ortaya atmıştır. Bu düşünce, bize çokluk biçiminde görülen nesnelerin Tanrı varlığında birliğe ulaştığını, tek varlığa dönüştüğünü, gerçekte yalnız Tanrı’nın varolduğunu bildirir.

Anselmus, düşüncelerini belli konular üzerinde yoğunlaştırırken, kimi sorunların çözümünde Tanrı kayrasının gereğini de ileri sürdü. Ancak bu kayranın ne yolla sağlanabileceğini açıklığa kavuşturmadı. Kişi­nin düşünme özgürlüğü, istenç özgürlüğü gibi sorun­lara değindi, bunlarla ilgili çözümleri Augustinus’tan kaynaklanan bir yöntemle araştırdı. Görüşlerinin açıklamşında daha çok usa vurmaya dayanan bir tümevarımı benimsedi. Aquino’lu Thomas ile D’Ailly bu kanıtlama yöntemine karşı çıktılar.

Anselmus’un çağındaki yaygın etkisi ölümünden sonra da yüzyıllar boyunca sürdü. Özellikle kilise çevrelerinde, düşüncelerinin genişliği, tanrıbilim so­runlarına getirdiği yeni çözüm yöntemiyle başvurulan başlıca kaynaklardan biri oldu; kendisine İkinci Augustinus adı verildi. 1494’te büyük bir törenle, Hıristiyan ermişleri arasına alındı; Canterbury’li St. Anselm olarak anılmaya ve ölüm günü olan 21 Nisan’da adına tören düzenlenmeye başlandı. Onun uyguladığı yöntemi, daha sonra, Descartes geliştire­rek matematik sorunlarına uyguladı. Tanrıbilim so­runlarının çözümünde, nesnelerin nitelenmesinde kavramlara verdiği önem nedeniyle, kimi felsefe çevrelerinde, adcılığın (nominalizm) kurucuları ara­sında sayıldı.

Anselmus’un tanrıbilim anlayışında, özellikle “çoklukta birlik” düşüncesinde Yeni-Platonculuk ve İslam düşünürlerinin etkileri açıktır. İslam düşünce­sinden ne yolla yararlandığı kesinlikle bilinmiyorsa da, bu kaynağın Orta Çağ’da Arapça’dan Latince’ye yapılan çevirilerle ilgili olduğu bellidir. Tanrı’nın bütün nesnelerde görünüş alanına çıkması varlık türlerinin çokluğunu sağlar. Gerçekte varolan birdir, o da Tanrı’dır; çokluk bir görünüştür. Bu düşünce Yeni-Platonculuk’un varlık anlayışını dile getirir. 8. yy ortalarından sonra tasavvuf akımı da bu görüşü benimsemiş, İslam ülkelerinde hızla yayılmasını sağ­lamıştır.

Anselmus Eserleri

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 6. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

Aziz Anselmus kimdir? Hayatı, düşüncesi ve eserleri: Aziz Anselmus  (1033-1109), Ortaçağ düşüncesinin  fakat özellikle de erken Skolastiğin, Patristik felsefenin  büyük  filozofu  Aziz  Augustinus’un  adıyla,  “ikinci  Augustinus”  diye  anılan  en  önemli filozofudur.  Bununla  birlikte,  Anselmus  yalnızca  Ortaçağ  felsefesinin  değil  fakat  bütün  bir  felsefe tarihinin, adı  çok  sıklıkla  anılan, önemli  filozoflarından başında gelir. Anselmus ’a bu yaygın  şöhreti kazandıran şey  ise hiç kuşku yok ki onun Tanrının varoluşuyla  ilgili ünlü “ontolojik argümanı” veya “delili” bulan kişi olmasıdır. Başka bir deyişle, Anselmus adı, onun söz konusu a priori kanıtına bu adı veren ünlü Alman  filozofu  Immanuel Kant’tan beri ontolojik kanıtla  adeta özdeşleşmiştir. Felsefenin birçok karmaşık ve zorlu problemini kendi bünyesinde bir araya getiren  argüman, Aquinalı Thomas, Hume  ve  Kant  tarafından  reddedilirken,  Descartes,  Spinoza  ve  Leibniz  gibi  rasyonalist  filozoflar tarafından benimsenip sıklıkla kullanılmıştır.

A  priori  bir  kanıt  olan  ontolojik  delilinden  de  kolaylıkla  çıkartılacağı  üzere,  çağının antientelektüalizmine büyük bir güçle karşı çıkan Anselmus, şu halde ikinci olarak Hıristiyan imanına ilişkin  rasyonel  bir  analizin  kuşkuya  ve  dini  kuşkuculuğa  yol  açmak  bir  yana,  imanı  anlamak bakımından  yerine getirilmesi  gereken  zorunlu  bir  ödev olduğunu öne  sürdüğü  için önem  taşır.  İşte, onun  bu  iddiası  12.  ve  13.  yüzyılların  Yüksek  Skolastiğinin  en  ciddi  harekete  geçirici  gücü  olup çıkmıştır.

(a) İnanç-Akıl ilişkisine Dair Görüşleri

Aziz Anselmus,  inançla akıl veya otoriteyle  felsefe  arasındaki  ilişki  söz konusu olduğunda, önce iman  ile  aklı  birbirleriyle  asla  karıştırılmamaları  ve  her  birinin  fonksiyonları  ayrı  olduğu  için birbirlerinin yerine hiçbir  şekilde  ikame  edilmemeleri gereken  iki ayrı alan olarak öne sürer. Bundan sonra da  akıl  karşısında  inanç  ya  da  imana,  felsefe ya da bilgi  karşısında  da  otoriteye  öncelik verir. Çünkü Anselmus ’a göre,  insanın  en yüksek hakikati bilebilmesi,  bütün hakikatlerin  kaynağı olan  en üstün ve en yüce hakikatin varlığını anlayabilmesi için araştırmaya imanla başlaması gerekir. Başka bir deyişle,  imanın  öğrettiği  şeyin  nedenini  sormadan  önce,  inanmak  zorunluluğu  bulunmaktadır. Yapılması  gereken  şey,  o  halde  aklın  argümanlarına  veya  tartışmalarına  müracaat  etmeden  önce, otoritenin gizlerine iman etmek ve daha sonra da inanılanları anlamaya ve temellendirmeye çalışmaktır. Buna göre, o kendisine iman edilen şeyleri, onların doğruluğunu ya da inanılırlığını aklın sınaması yoluyla tespit etme anlamında, kanıtlamaya çalışıyor değildir. O varolan inançlarını bir veri kabul edip temele  alarak,  onları  akıl  aracılığıyla  açımlamaya  çalışmakta,  vahyedilen  hakikatın  anlamını, içerimlerini, doğruluğu ve makuliyetini gözler önüne serme amacı gütmektedir. Nitekim o bu  tavrını, “İnanmak  için  anlamaya  çalışıyorum”  deyişinin  ve  tavrının  tam  karşısında  yer  alan,  ünlü  credo  ut intelligam [anlamak için inanıyorum] deyişiyle anlatmak istemiştir.

Ona  göre,  insanın  elinde  iki  bilgi kaynağı vardır: Akıl  ve  iman. Aziz Anselmus, diyalektikçilere karşı, önce  sağlam bir  şekilde  imana ulaşmak gerektiğini  söyler ve dolayısıyla da Kutsal Metinlerin diyalektiğe tabi tutulmasına itiraz eder. İman, insan için başlangıç noktasıdır. Anlayabilme yeteneği ve aklının  yorumlayabildiği  hakikat,  insana  vahiy  tarafından  verilmiştir;  inanmak  için  anlamaya  gayret etmeyiz, anlayabilmek için inanırız. Kısacası, akıl veya idrak imanı gerektirir.

Demek  ki Anselmus ’a  göre,  insan  önce  inanmalı,  iman  etmeli,  kendisini  Tanrıya  teslim  etmeli; sonra  da  bilgi  yolunda,  Tanrının  tuttuğu  ışık  altında,  ilerlemeye  çalışmalıdır.  Başka  bir  deyişle, Anselmus,  imanla  akıl  arasında  öncelik  ilişkisinin  doğru  kurulması  gerektiğini öne  sürmüştür. Buna göre, bir  insanda önce akıl ve anlama çabası geldiğinde, bu, o kişinin  imanı olmadığı anlamına gelir; insanın anlama çabası vermesi, anlamaya çalışması, onun  inanmamasından kaynaklanır. Buna karşın, önce iman gelirse, akıl onu zorunlulukla tamamlar; yani, insan inandığı sürece, zorunlulukla anlamaya, öğrenmeye çalışır çünkü inanmayanlar hiçbir amaca ulaşamazken, yalnızca inananlar anlayabilirler. Şu halde, önce  iman gelir,  insan mensubu olduğu  dinin  temel  inanç  ve  gizlerini otorite  temeli üzerinde kabul  eder.  Ama  insanda  bir  de  bu  dini  hakikat  ve  gizler  üzerinde  durup  onları  anlamaya  çalışma eğilimi  vardır.  Anselmus,  imanın  giz  ve  hakikatlerini,  onlardan  kuşku  duyduğu  için  kanıtlamaya kalkışmamıştır.  Başka  bir  deyişle  onun  amacı,  kuşkunun  darbeleri  altında  yıkılabilecek  olan  dini hakikatleri  sağlam  bir  biçimde  inşa  etmekten  çok,  kendisinin  önceden  iman  etmiş  olduğu, doğruluklarından  yana  tümüyle  ikna  olmuş  bulunduğu  giz  ve  doğruları  anlaşılır  hale  getirmek olmuştur.  Dahası,  o,  dinin  özel  gizler  alanının  aklı  tümüyle  dışta  bıraktığını  hiç  düşünmemiştir.

Anselmus, aklı dini konulara bu kadar çok karıştırdığı  için eleştirilmiş olmakla birlikte,  teoloji ya da ilâhiyatın bilimsel bir disiplin haline gelişine önemli ölçüde katkı yapmış ve bu  tavrıyla 13.  yüzyılın filozoflarına örnek olmuştur.

(b) Ontolojik Argüman

Birkaç Tanrı delili olan Anselmus ’un en meşhur argümanı, ünlü ontolojik argümandır. Bu argüman bütünüyle a priori ve rasyonel bir argümandır. Argümanın hareket noktası, “yetkin varlık” olarak Tanrı kavramı ya da idesidir. Anselmus ’un ünlü ontolojik delili, duyusal dünyaya ilişkin bir gözlemden yola çıkmayan, deneyimsel bir yönü bulunmayan  fakat doğrudan doğruya  “Tanrı” kavramının analizinden hareket edip, Tanrının varoluşunu bu analizden çıkarmaya çalışan bir kanıttır.

Anselmus argümanında, “Tanrı” ile neyi anlatmak istediğimizi sorar. Tanrı, ona göre, kendisinden daha büyük  ya  da  yetkini  düşünülemeyen  veya  tasarlanamayan  varlıktır.  İnsanda,  böyle bir yetkin varlık fikri ya da  idesi vardır. Hatta Anselmus ’a göre, bu  fikir, Tanrının var olmadığını  söyleyen bir budalada  dahi  vardır.  Tanrı  idesi  ya  da  fikrinin  bir  budalada  dahi  bulunduğunu  söyleyen  Aziz Anselmus, daha sonra onun yalnızca zihnimizde olan bir kavram mı olduğunu sorar. Acaba Tanrı bir ide ya da kavram olarak zihnimizde olduktan başka, zihnimizin dışında bir dış gerçekliğe de tekabül etmez mi? Birinci şıkkın geçerli olduğunu, Tanrının yalnızca zihnimizde, bir ide ya da kavram olarak var olduğunu kabul edelim. Bu durumda, ona göre, tam bir çıkmaza düşeriz çünkü hem ideal ve hem de reel olarak, yani hem zihinde ve hem de zihnin dışında var olan bir şey, yalnızca zihinde, bir kavram olarak var olandan kesinlikle daha yetkin olacaktır. Oysa Tanrı, “kendisinden daha yetkini  [büyüğü] düşünülemeyen varlık”  olarak tanımlanmıştır. Burada,  Tanrıya  zihinden  bağımsız,  zihin  dışında  bir varlık  izafe  etmezsek,  bu  tanıma  kesinlikle  ters  düşeriz,  yani  mantıksal  bir  çelişki  içinde  kalırız. Bundan  dolayı,  “Tanrı  hem  zihinde  bir  kavram  olarak  ve  hem  de  zihin  dışında  vardır”  demek zorundayız.

Argüman, mantıksal bir sıra ve düzen içinde ve tüm adımlarıyla, yeniden şu şekilde kurulabilir:

(1) Tanrıyla, kendisinden daha büyüğü ya da daha doğrusu daha yetkini düşünülemeyen Varlığı anlatmak istiyoruz.

(2) Varsayalım  ki  kendisinden  daha  yetkini  tasarlanamayan Varlık,  gerçekte  var  olmasın. Bununla  birlikte,

(3)  böyle  bir Varlığın  var  olduğu  düşünülebilir. Buna  göre,

(4) Kendisinden  daha yetkini  tasarlanamayan Varlık, gerçekten var olursa,  salt zihinde kavram olarak var olan kendisinden daha  yetkini  tasarlanamayan Varlıktan  [yani,  salt  düşüncede  varolan  en  yetkin  varlığa  kıyasla]  daha yetkin olur.

3. ve 4. öncüllerden hareketle, (5) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık’tan daha yetkin bir  varlığı  tasarlamak  kesinlikle mümkündür.  (5) nolu önerme  çelişiktir; bu durumda,  argüman Aziz Anselmus ’u istediği sonuca ulaşır: Öyleyse, (6) Kendisinden daha yetkini tasarlanamayan Varlık, yani Tanrı, gerçekten de varolur.

(c) Tarziye Teorisi

Tümeller  söz  konusu  olduğunda,  nominalizmi  şiddetle  eleştiren  ve  realist  bir  bakış  açısı benimseyen Anselmus ’a göre, tümeller gerçek olup, zihinden bağımsız bir varoluşa sahiptirler; bir sınıf meydana getiren  tikeller,  somut  nesneler  ise  somut bir birlik meydana  getirirler. Tümellerle ilgili bu görüş, Anselmus ’a  doğallıkla Kutsal Üçleme  öğretisini  felsefi  bir  temel  üzerinde  ifade  etme  imkânı vermiştir.

Aynı  şekilde  ünlü  Tarziye  teorisi  ya  da  Anselmus ’un  cisimleşme  dogmasını,  yani  Tanrının  İsa kılığında  cisimleşerek  insan  bedenine  bürünmesini  akıl  yoluyla  açıklama  çabası  da  onun  Hıristiyan inancını felsefeyle temellendirme çabasının başka bir örneğini meydana getirir. Nitekim onun, Ortaçağ feodal düzeninde, bir  suçtan dolayı zarar gören kişinin  toplumsal konumuna göre,  suçluya  yol açtığı zararı  ödettirme  kuralından  esinlenmiş  ve  Tanrı  ile  insanı  bu  ilişkinin  iki  tarafı  olarak kavramsallaştırmış  olan  Tarziye  teorisine  göre,  cisimleşmenin  zorunluluğu,  kurtarmanın zorunluluğundan doğar. Anselmus ’un gözünde, insanın ilk günah olarak bildiğimiz suçu, Tanrıya karşı işlenmiş  bir  suçtur.  Tanrı  bu  suçu,  iyiliğine  rağmen,  şeref  ve  adaletinden  fedakârlık  etmeden bağışlayamaz.

Öte  yandan,  hakaret  gören  şerefinin  intikamını,  Tanrı  insanlardan  alamaz  çünkü  günah  sonsuz büyük bir günah olduğundan sonsuz büyük bir karşılık  ister. Yani ya  insanlığı  yok etmek ya da ona cehennemin  sonsuz  azaplarını  yüklemek  gerekecektir. Ancak  her  iki  durumda  da  yaratmanın  amacı olan, yaratıkların mutluluğu elde edilmemiş olacak ve yaratanın şerefi tehlikeye düşecektir. Tanrı için şerefine  zarar  getirmeden  bundan  kurtulmanın  tek  bir  yolu  vardır:  Tanrı  insanın  yerine  bu  kefareti ödeyecek, yani  insanı  insan olmak suretiyle kurtaracaktır. Tanrı, böylelikle İsa’da insan olmuş ve İsa, insanın yerine azap çekmiştir.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

İlgili Makaleler