TABİAT KANUNU
TABİAT KANUNU
Tabiî olaylar arasında
bulunan ve tümevarım metoduyla genelleştirilen, değişmez ilişkiler ve oranlara
verilen ad. Daha açık bir ifadeyle, tabiat kanunu, neden denilen bir olayla
sonuç denilen bir sonraki olay arasında bulunan değişmez ve zorunlu ilişkiyi
bildiren bir ifade, bir önermedir.
İki olay veya olaylar
arasındaki değişmez bağlantıyı gösteren tabiat kanunu, günümüzün anlayışına
uygun olarak, “iki veya daha fazla ‘değişen’ arasındaki bağıntıyı
gösteren bir fonksiyon kavramından başka bir şey değildir” şeklinde de
tarif edilmeye çalışılır. Tarifte yer alan bu oran ve ilişkiler, ilk
zamanlarda, insan şuurundan tamamen bağımsız ve objektif olarak tabiat
olaylarında içkin (mündemiç) bir şekilde düşünülmekteydi. Antikçağ Yunan
filozoflarının tabiriyle, insanın koyduğuna karşı tabiî olarak konulmuş olan
bu kanunlar ta ilkçağdaki düşünürlerce sezilmişti. Yunanlılar tabiattaki bu
şaşmaz düzeni uyum (narmonia), nizam ve kanun deyimiyle ifade etmişlerdir.
Tabiattaki bu şaşmaz düzen ve ilkelerin, ilk zamanlarda, yüksek bir kanun koyucu
olan Tann’nın iradesiyle tabiata empoze edildiğine inanılmıştı. Bu şaşmaz
tabiat ilkeleri İslâm tabiat anlayışında “Sünnetul-lah” adıyla da
anılır. Gerçekten de Baü’da XVI. ve XVII. yüzyıla kadar her tabiat kanunu
Allah’ın bir emri olarak telakki edilirdi. XVIII. yüzyıldan itibaren bu
kanunları tabiatın bizzat kendisinin koyduğu fikri J. J. Rousseau tarafından
işlenmiştir, XIX. asırda ise tabiat kanunlarını bulmak ve ortaya çıkarmak
işini; bilginler, pozitif tabiat bilimi araştırıcıları üzerlerine almışlardır.
Bu da, şu demektir: Tabiat kanunu kavramı yavaş yavaş tabiatın İtaat ettiği
ilâhî bir kaide olmak fikrinden uzaklaştırarak olaylar arasındaki değişmez
bağıntı fikrine yönelmektedir. Tabiatta bir takım kanunlar var demek, tabiat
bu kanunlara itaat eder demektir ki, bu günkü anlayışta, tabiatın bizzat itaat
ettiği ve kendi bünyesinde mevcut kabul edilen herhangi bir kanun yoktur. Çünkü
bunlara göre tabiat kanunları; diğer bir ifadeyle deney ürünü kanunlar; ancak
insan zihninde ve fizik kitaplarında vardır. Tabiat olayları arasında böyle
bağlantılar olduğunu keşfeden zihindir.
İlk zamanlar, tamamen
niteliğe ait olan tabiattaki bu bağıntılar, kanunlar; gittikçe matematiksel bir
şekil almıştır. Bu gün ise bilim adamlarının, tecrübî bilimlerde aradıkları
şeyler tamamen niceldir; sayılarla ifade edilen bağlantılardır. Hatta bilimler
ilerledikçe; kanun kavramı, iki veya daha çok “değişen” arasındaki
matematiksel bağıntıya; yani fonksiyonel kavramlara doğru gitmektedir.
Bilimlerin iyice geliştikleri devirlerde ise tabiat kanunlarının esasını teşkil
eden neden-sonuç kavramı da daha az kullanılır olmuştur. İki veya daha fazla
olay arasındaki değişmez bağıntı olarak nitelendirilen tabiat kanunları
aslında tabiattaki düzenin esasını teşkil eden birer “neden-sonuç”
ilişkisidir. Bu nedensellik ilişkisi, birbiri ardınca meydana gelen iki olay
arasında kurulur. Meselâ ısı ile suyun kaynaması olayını ele alalım. Isıya A,
kaynamaya da B diyelim. Burada A ile B arasındaki ilişki değişmez ve
zorunludur. Çünkü A olayı var olunca, sonuç olarak mutlaka B olayı da meydana
gelir; A ile B’nin oranlan da sabittir; zira B’nin meydana gelebilmesi için
mutlaka A’nın belirli bir dereceye yükselmesi gerekmektedir. Biri diğerinin
nedeni olan olaylar ardarda gelir. Bunlardan, önce gelen olaya felsefe ve
mantık dilinde neden (cause), nedenden sonra gelen olaya da sonuç (eser,
effet) denir. Her neden, önce meydana gelen, değişmez ve belirli bîr olaydır;
neden ile sonuç aynı cins ve nitelikte olaylardır; neden sonuçta devam eder.
Yani ısı, yine ısınma ile ilgili kaynamayı meydana getirir. Çünkü tabiatta aynı
nedenler, aynı şartlar altında daima aynı sonuçlan meydana getirirler.
Tabiatı açıklamak için kullanılan bu neden arama işine nedensellik
(determinizm) denilir. Buna göre tabiatta olup biten “her şeyin bir nedeni
vardır, tabiatta nedensiz bir şey meydana gelmez. Belirli nedenler belirli hal
ve şartlar altında daima aynı sonuçlan verirler”. Determinizm, tabiatta,
deney dışı kalan metafizik türünden nedenler tanımaz. Olayların nedenlerini
yine olaylar içinde arar; fakat tabiat olayları zaman ve mekânda o kadar çok
ve çeşitlidir ki, birbiri ardından meydana gelen iki olay arasında mutlaka
neden-sonuç ilişkisi vardır demek çoğu kere büyük yanlışlıklara sebep
olabilmektedir. Meselâ güneş veya ay tutulduğu bir anda, herhangi bir yerde
Ölüm, kaza gibi bir olay meydana gelse, güneş veya ay tutulması ile bu Ölüm
veya kaza arasında bir nedensellik ilişkisi kurmak yanlış olur. Yine kulak
çınlaması, göz seğirmesi, baykuş Ötmesi vb. olaylar felâketin sebebi değildir;
çünkü pek seyrek olarak meydana gelen bu tesadüfler, deneylemelerle
gerçeklenemez-ler. Bunlar arasında böyle bir neden-sonuç ilişkisinin varlğını
söyleyebilmek için, bu ilişkilerin her zaman ve her yerde bulunması, bunun da
gözlemler ve deneylerle ispatlanması gerekmektedir.
Tabiat olaylarında
neden-sonuç bağıntısını kurmak için, bazen birbiri ardınca gelme şartının da
yetersiz olduğu haller vardır. Meselâ, gece ile gündüz, mevsimler birbiri
arkasından görüldükleri halde, biri diğerinin neden ve sonucu değildir. Bazan
bir olayın nedeni kolayca fark edilmeyecek kadar küçük ve uzak olabilir.
Meselâ gel-git olayının nedeninin ayın hareketi olması gibi. İşte bu tip
olaylar arasındaki gerçek neden-sonuç ilişkilerini kurabilmek için Francis
Bacon (1561-1626) Nowum Orgunum (Yeni Organon) adlı eserinde Var Cedveli, Yok
Cedveli, Derece ve Karşılaştırma Cedveli dediği üç kural ortaya koymuştur.
John Stuart Mili (1806-1873) ise Lojik Sistemi adlı eserinde Bacon’ın üç kuralı
yerine, neden-sonuç bağıntısını tesbit için “Uygunluk Kuralı”,
“Ayırım Kuralı”, “Beraber Değişmeler Kuralı” ve
“Tortu Kuralı” diye dört kuraldan istifade etmiştir.
Tümevarım (Induction)
denilen metodun birer safhası olan Bacon ve Mili kuralları bu metoda mutlak
bir kesinlik kazandırmamaktadır. Sadece “Birlikte Değişmeler”
metodu, doğrulukları rakamlarla gerçeklenen bir takım bağlantılar kurmamıza
yardım etmektedir ki, artık bunları tesadüfle yanyana gelmiş haller değil de,
tabiat kanunları olarak kabul etmek gerekmektedir. Neden-sonuç bağıntısı bazı
olaylar dünyasında o kadar karmaşıklaşmaktadır ki, burada tek neden yerine,
nedenler kümesi veya sonuçlar kümesi ortaya çıkmaktadır. Biyolojik, psikolojik
ve sosyolojik olaylar bu tip nedenlerle doludur. Bir de, pozitif tabiat bilimcilerinin
en büyük kurtarıcı diye bel bağladıkları Nedensellik tlkesi’ne David Hume’un
indirmiş olduğu darbe bu metoda olan güveni oldukça sarsmıştır. D. Hume
Rönesanstan sonra gelişen pozitif tabiat bilimlerinin dayandığı ve ayrıca
tabiat kanunlarının bulunması ve açıklanmasında kullanılan en temel ilkeyi,
sübjektif bir ilkeye dayandırıp, bir inanç haline getirmekle, deney
bilimleriyle ilgili bir şüpheyi de ortaya koymuştur. Çünkü ona göre
neden-sonuç ilişkisi, aslında bizim şuurumuzda meydana gelen tasavvurlar
arasındaki bir ilişkidir; bir çağırışım ilişkisidir, bir sübjektif ilişkidir.
Sanki biz olaylar arasında böyle bir ilişki varmış sanırız; fakat, biz bunu
yaparken, tasavvurlarımız arasındaki bir ilişkiyi sanki olaylar arasındaki
zaruri bir ilişki olarak düşünemeyiz. Sadece A olayını B olayının takip
ettiğine inanabiliriz. Yani tabiat insan zihnine bir takım ham malzeme
hazırlar;
bunlar, dağınık ve
düzensiz bilgilerdir. îşte insan zihni, bunları birleştirir, düzene sokar ve
olaylar arasında bazı ilişkiler kurarak onları anlaşılır hale getirir. Aslında
bu düzen tabiatta değil, insan zihnindedir.
Aslında bu anlayışın
kaynağını imam Gazalî’de daha kapsamlı bir şekilde görürüz. Gazalî’nin
“vesile-neden” olarak nitelendirdiği bu ilke, neden-sonuç
ilişkisinin mutlak olmadığını, tabiattaki olayların meydana gelişinde
neden-sonuç ilişkisini mutlak kabul ettiğimizde Allah’ın irade ve takdirine
sınır çizmiş olacağımızı belirtir. Çünkü evren, dünya ve tabiat yaratılmış olmaları
dolayısıyla Allah’ın irade ve takdirine bağlıdırlar, dolayısıyla bunlarda
meydana gelen hareketin, değişmenin veya oluşun, nedenlerin ve sonuçların
mutlak kabul edilmelerinin mantık açısından çelişik olduğu rahatça ileri
sürülebilir. Nitekim XX. yüzyılda fizik alanında başlayıp bilimlerin hemen
bütününde kabul edilen nisbilik ve izafilik, yani endeterminizm imam Gazalî’nin
çok önceden vukufiyetle ileri sürdüğü görüşleri ancak isbaüayabilmiştir.
Gazali “vesile-neden”, çağdaş ifadesiyle endeterminizm ilkesini Hz.
Peygamber’in; “Biz bir uykudayız, ölümle uyanıyoruz” mealindeki kutlu
sözünden hareketle ortaya koymuştur.
Kant’ın tabiriyle;
zihin kendi kanunlarını tabiata, nesnelere dikte eder. Bunun için de biz
tabiatta değişmez bir düzenin olduğunu sanırız. Tabiatta mutlak bir determinizm
ve mekanizm olduğuna inanan bilim adamları, ki bunlardan birisi Fransız
fizikçisi Lapla-ce, yüzyıllar sonra âlemin herhangi bir yerinde ne olacağını
tayin etmenin mümkün olacağını ileri sürüyorlardı. Bu düşünce, önceleri pozitif
tabiat bilimlerinde hakim
oldu. Her şeyin bilimle
çözülebileceğine inanan Ernest Renan, daha sonra, bu düşüncenin din, ahlâk,
sanat ve diğer manevî değerlere de uygulanabileceğini iddia etmeye başladı.
Yani dinin, ahlâk ve sanatın da tabiat bilimlerinin ilke ve kanunlarıyla kurulabileceğini
ileri sürdü. Bu iddialara karşılık, Fransız filozofu Emile Boutroux, ahlâk ve
değerler sahasında zorunsuzluğun hakim olduğunu göstermek için işe tabiat bilimlerinden
hareketle başlamış ve tabiatta zorunsuzluğun (contingence) hakim olduğunu
ispat için uğraşmıştır. O, “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu
Hakkında” adlı çalışmasında tabiat kanunlarının zorunlu olamıyacağım,
kendi yapılarında böyle bir şeyin olmadığını, fert ve toplum hayatını buna
dayandırmanın mümkün olmadığını ilerisürmüştür. Yine o, tabiat kanunlarının
zorlayıcı olamıyacağım ve bunların insanın değerler sahasına (din, inanç,
sanat, ahlâk vb.) müdahale ettirilemiyeceğini savunmuştur. Boutroux’yu P.
Duhem, L. Coutu-rat, G. Milhaud, H. Bcrgson gibi filozoflar, fizikçi ve tabiat
bilimcileri takip etmiştir.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, tabiat kanunları, varlıkların, tabiatın içine konulmuş ve
yerleştirilmiş ilkeler değildir. Tabiat kanunu, olayların meydana gelişine, nizam
ve intizamına göre, bilim adamının yorumundan ve kafasında onu formülleştirmesinden
ibarettir. Bu sebeple, maddî âlemde olaylar arasında bir neden-sonuç ilişkisi
vardır; ama bu tamamen görünürde meydana gelen ve maddenin bünyesinde temelli
değişiklikler yapan olayları kimya inceler, ve insanlar âlemine yükseldikçe,
değerler sahasına gidildikçe determinizm ortadan kalkar; zorunluluk yerini
tamamen zorunsuzluğa bırakır. Alman fizikçisi W.
Heisenberg de
mikrofizikte atomun iç yapısının bir belirsizlik ortaya koyduğunu söylemektedir.
Diğer bir ifadeyle, atomların iç yapısında bîr Endetermİnizm vardı. Bout-roux
ise bu endeterminizmi biyolojik âlem ve diğer varlık alanlarına da teşmil
etmektedir.
Böylece tabiat kanunu
olarak nitelendirdiğimiz tabiat olayları arasındaki belirli ve değişmez gibi
görünen nisbî ilişkiler üç şekilde karşımıza çıkmaktadır 1- Belli olaylarda
geçerli ve sadece o olaylara has kanunlar, 2- Daha çok sayıda varlık sahasını
açıklamada geçerli kanunlar, 3- Bütün olaylarda geçerli evrensel kanunlar
(Sünne-tullah). Tabiat kanunları bunlardan sadece birinci gruptakiler için
geçerlidir; her olayı açıklayamazlar. Tabiat olaylarını ve diğer bütün
hadiseleri tabiat kanununun esasını meydana getiren determinizm ile açıklamaya
çalışan birçok görüş inkarcılığa gitmiş, birçok değerleri yok saymıştır. Böyle
bir düşünce ise varlıkları açıklamaktan ziyade, açık olanlarını da inkâr
etmektir. İnkâr ise en kolay ve en kısır bir çözüm yoludur.
Hüsamettin ERDEM
Bk. Tabiat, Tabiat
Bilimleri, Tabiat Felsefesi.