Kimdir

Sulhi Dölek kimdir? hayatı ve eserleri

Sulhi Dölek kimdir? hayatı ve eserleri: İstanbul’un Fatih semtinde doğan Sulhi Dölek, 1962 yılında girdiği Deniz Lisesi’nden 1969’da Deniz Subayı olarak çıktı. Aynı yıl Akbaba dergisinde mizah ya­zıları, Varlık’ta denemeleri yayımlanmaya başladı. 1969’da, tek perdelik bir oyunu da yayımlandı. 1971-1975 yıllarında, Michigan Üniversitesinde, “Gemi Yapımı ve Makine” dal­larında master yapmak için Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilen Sulhi Dölek, ilk romanı “Korugan’ıABD’de yazmıştır.

Yurda dönünce, Denizcilik ve yazarlığı bir arada sürdürmüştür. 1988 yılında emekli olan Sulhi Dölek, artık “sadece yazar olmağa, karar verdiğin? söylemektedir. Şimdi, Devekuşu Kabare Ajansı’nın da sahibidir.

Sulhi Dölek ’in eserleri şunlardır:

Romanları: Korugan (1975), Geç Başlayan Yargılama (1980), Kiracı (1982), Tes­lim Ol Küçük (1988), Truva Katırı (1991), Kirpi (1997).

Hikâyelerini: Vidalar (1983), Balığın Şarkısı (1990), Aynalar (1994) adlı kitap­larda toplayan Sulhi Dölek inceleme ve röportajlarını, “İçimizdeki Yasakçı” (1990) adıy­la yayımlamıştır. Yazar ayrıca Yeşil Bayır, Gülyüzlü Tarlalar, Arkadaşım Dede, Üçüncü Kattaki At, Hayvanlar Alfabesi (1995) adlarıyla çocuk kitapları da yayım­lamıştır.

Sulhi Dölek Romanlarına Genel Bakış

Birçok hikâyeler ve’’altı roman yazmış olan Sulhi Dölek, hikâye-roman ayırımı tanımıyor. Eserlerinin hepsini de aynı yöntemle yazdığını açıklayan yazar, hikâ­ye ile roman arasında olsa olsa teknik farkı bulunabileceğini söylüyor. Bu sebep­le, hikâye ve roman yazımını, bugüne dek yan yana sürdürmüştür.

Sulhi Dölek ’in hikâyelerinde ve romanlarında, mizahlı bir anlatım hemen dikkati çekiyor. Aziz Nesin’de, Rıfat Ilgaz’da görülen, Marksizme dayalı sınıf kavgası ve hiciv mizahı değildir onunki. İçi dışı ümitsizlik dolu kara mizah da değildir. Fazla derinliği olan Bernard Shaw mizahından da başkadır. Belki en fazla (kendisi­nin de hayranlık beslediği) Mark Twain ve Eugene O’Neil mizahlarına yaklaşır. Onun çoğu yazılarındaki mizah, olaylara, kişilere, iddia ve sözlere, daha güldürü­cü açılardan bakmak şeklinde nitelenebilir.

Kitaplarında “güldürme” hemen göze çarpan bir özellik olduğu için Sulhi Dölek ’le her konuşan, hemen bu konuyu sormuştur. Yazarın kendi mizahına getirdiği açıklamalar bir röportajında şöyledir:

Gülmeceyi, ayrı bir edebiyat türü gibi alabilir miyiz?

“- Bence gülmece amaç değil, araçtır. Her yazın türünde kullanılabilecek olan bir teknik, değişik bir bakış açısıdır. İnsan toplumuna özgü çelişki ve tutarsızlık­ların dile getirilmesinde etkin bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz. Benim bu yön­deki çabalarımın amacı ise, yazınsal tadı feda etmeksizin “gülen düşünce”nin ve kimi zaman doğrudan doğruya gülmenin tadını da okura sunmaktır.

“- Gülmeceyle içli dışlı olmanızın “güldürmeyen” yapıtlar vermenizi engelle­mediğini görüyorum. Örneğin “Geç Başlayan Yargılama” romanınızı okurken biç gülmemiş, üstelik de burukluk duymuştum. Gülmece yazan olarak tanınmak okura “ömür boyu gülücük” sağlamak anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ama gülme­ce ile açıp bir arada bulabilmek çelişki mi, yoksa gülmecenin doğasında mı var?

Gülmece ile acının bir arada bulunması çelişki değildir. Üstelik yalnızca gülmecenin doğasında değil, hayatın kendisinde vardır bu özellik. “Mizahın kay­nağı acılardır” diyor Mark Twain. “Cennette gülmece yoktur.” Gülmece doğada da yoktur. Ama eğer ön plânda insanı konu ediniyorsak, duygularımızın çoğu za­man karmaşık olduğunu, örneğin katkısız sevinç ya da katkısız üzüncün yaşantı­mızda ancak tek bir yürek vuruşundan daha bile kısa sürdüğünü bilmeliyiz. (Var­lık, sayı: 909, Haziran 1983)

“Yazdıklarımda gülünç olanla hüzünlü olanı bir arada yakalamaya çalışırım. Yanlışlıklan ön plâna çıkarışım belki bu yüzden. Bu yanlışlıklan düzeltecek reçe­teleri sunma çabasında hiç olmadım. Bu, romancının işi değil.

Hayatla mizahın iç içe olduğuna inanıyorum. Acının bulunduğu her yerde mi­zah da bulunmak zorunda. Gülebilmemiz, ister küçük bir gülümseme, ister gürül­tülü kahkahalar biçiminde olsun, son savunma mekanizmalarımızdan biri değil mi? ‘Cennette mizah yoktur’ demiş Mark Twain. Belki şöyle çevirebilirim bunu: Siz bana kusursuz bir toplum gösterin, ben de size mizahtan uzak hayatlar göste­reyim.”

Sulhi Dölek’in konuşmalarında sık sık değindiği ve uyguladığı başka bir özel­lik de “ürperme, hayret, şaşkınlık”tır. Toplumumuzda şaşırtıcı, ürpertici şeylerin pek çok olduğunu, değişmelerimizin dengesizlik içinde, âdeta yuvarlanarak veya sürüklenerek yapıldığını düşünürsek, yazan mizaha zorlayan husus daha iyi an­laşılır.

Aynı konuşmalarında, konu kişi ve düşüncelerinde görülen bu “ürperme” ve hayretler konusunun her romanında bulunduğunu söylüyor. “Şaşkınlık ürkeklik teması, hikâyelerimde de egemen” diyerek şunları da ekliyor:

“…Ülkemizin insanının şaşkınlığı yakından ilgilendiriyor beni. Bu insan düşü­nen bir insan ama, tam bir yerlere vardığını sanırken ellerinin boş kaldığını gö­rüyor. Denetleyemediği “bir düşte yaşarmışçasına şaşkın. Çelişkileri görüyor, on­dan şaşırıyor. “Dobra dobra” söylenen yalanlan dinliyor, şaşkınlığı büyüyor. Bir yandan bilim ve teknolojideki inanılmaz atılımların günlük yaşamına çok çabuk girdiğini görüyor, öte yandan birtakım temel sorunlarının sittin sene çözümlene­mediğini görüyor. Nasıl şaşırmasın? Çıkar ilişkileri karmakarışık, duygu ilişkile­ri karmakarışık, değer yargılan karmakarışık…” (Varlık, sayı: 973, Eylül 1988) Sulhi Dölek, “Geçiş dönemi” hiç bitmeyen Türk insanının, devamlı “kimlik bunalımı” içinde yaşadığını söylüyor. “ Teslim 01 Küçük’ romanının kahramanı Ali, sürekli bu arayışın içindedir. Toplumdaki değişmeler, olgular, kişilerimizin iç dünyalarında bir başka biçimde cereyan etmektedir:

“-Yapıtlarımdaki şaşkınlığın başlıca kaynağı tutarsızlıklar. Özellikle de kişile­rin ve kurumların bürünmek istedikleri kimlikle gerçek kimlikleri arasındaki tu­tarsızlık.

-’’Buna çelişki de diyebilir miyiz?”

-Elbette. Mizah ise bu tutarsızlığı yansıtmak için en elverişli araç.” (Gösteri, Mayıs 1983)

Belki Türk insanının içine çöreklenen korkuyu, inanç, iman ve kültürdeki si­linme ve yozlaşmayı bütün bunlardan (özellikle okumuşlarda) doğan sancıyı, sa­mimiyetsizlik ve şahsiyetsizliği dile getirmek isteyen Sulhi Dölek, bu çalkantıyı aynı za­manda, insanoğlunun “iç yüzü dış yüzü” gibi beşerî ruh hâllerine de oturtmak is­tiyor. Türk Edebiyatı dergisi adına, Süheyla Derindere ile yaptığı bir konuşmada, romanlarının derin bir tarafını, ustaca dile getiriyor

“- Efendim, eserlerinizde bir ikilik söz konusu? Yani kahramanlarınızın bir olay karşısında, açıkça söylemek istedikleri başka, ama konuşmaları başka. Bu söylemek istediklerini söyleyememelerinin sebepleri nelerdir?”

–   “Bu yalnızca romandaki kahramanlar için geçerli değil, bizler için de var. Et­li – canlı insanlar için de var. Kendimize sakladığımız bir dünyamız daha var. Bu samimî içten olduğunu söyleyen kimseler için de söz konusudur. Her şeyimizi, her düşüncemizi en yakınlarımıza dahi açıklayamayız. Benim amacım eserlerim­de bunu dile getirmektir. Bunu eğer başarabiliyorsam sevinirim.”

Sulhi Dölek, Derindere ile bu mülâkatında, romancılığı ve kişiliği hakkında başka açıklamalar da yapıyor. Yazılarında ve yaptığı başka konuşmalarında, bu sözleri­ni pekiştiren bölümler var.

Sulhi Dölek ’in, üslûp yapma kaygısı yok. Sonra “anlaşılmamak” için, cümlele­rini ve Türkçe söz düzenini alt üst eden “modem”lerden de değil. Hikâye ve ro­manları, rahat Türkçesi dolayısıyla bir içimde okunan yazar, bu yaptığının şuurundadır, şöyle söylüyor:

“Kitaplarımın çok okunmasını istiyorum. Ben yazayım da ister anlasınlar, is­ter anlamasınlar, diyenlerden değilim. Zaten anlaşılmaz olmayı erdem saymıyo­rum… Romanlarımın okuyucuyu sarması konusuna da çok önem veriyorum.”

Dilin anlaşılmayı sağlayan bir araç olduğunu söyleyen Sulhi Dölek, dil ile aşın oy­nanmasından yana değildir. Nitekim:

“Edebiyatı hiçbir zaman salt dil sorunu olarak düşünmedim. Dil ulaşılacak he­def ya da amaç değil, duygu ve düşüncelerimizi başkalarına iletmemizi sağlayan bir araçtır. Dili doğru ve düzgün kullanmak, kendine özgü bir söyleyiş biçimi oluşturmak; zaten yazar olmanın temel koşullandır. Edebiyat, kimilerinin dediği gibi bir dil serüveni falan değildir. O dille kimin hangi serüvenlerini anlattığınız- dır önemli olan. Gerisi bir çuval boş lâkırdıdır. İçerik ve öz yoksunluğunu, söz­cükleri geveleyerek maskeleme çabasıdır” diyor. (Varlık, sayı: 972, Eylül 1988) Sulhi Dölek, “Arıtmacılık, uydurmacılık” tartışmasında da orta yolu tutmuş görünü­yor: “Dilin sadeleşmesinden yanayım ama bu konuda bağnaz değilim. Yani, yer­leşmiş bir sözcük, Arapça ve Farsça da olsa, bunun yerine ille de Türkçesini ko­yacağım diye çabalamam. Ama, öbür taraftan güzel bir Türkçe sözcük varken tu­tup da ağdalı bir Arapça, Farsça sözcük kullanmak son derece anlamsızdır “Gerçekçilik” ve “Gözlem” konularında da Sulhi Dölek ’in tutumu değişiktir. Gerçekçilik ve gerçek zaten bir tane değildir. Sanatta, her yazara, çizere, yapıcı­ya, yontucuya göre değişen gerçekler olduğuna göre, gerçekçilik ve gözlem de, ancak sanatkârların bakışları, açıları, ruh hâlleri vs. araya konularak değerlendi­rilebilir. Bilinen görüşten hareketle, Sulhi Dölek, yer yer şunları konuşmaktadır: “Gerçekçilik başlığı altında bir temel akım düşünülmemeli ve her yazarın “ger­çekçilik” kavramı başka başka olduğu buna eklenmelidir. Ben gözlemlerimi ken­di mantık süzgecimden, kendi değerlerimden geçirerek işliyorum, böylelikle o gözlemlere yeni bir hayat buluyorum; yeniden yaşama geçiriyorum. Ayrıntıları ol­duğu gibi aktarmak yerine, izlenimleri, duygulan alıp aktarmayı tercih ediyorum, çünkü herkesin ayrıntıları farklı olabilir.”

“Müstehcenlik ve cinsellik” gibi terimlerle anlatılan çok defa belki müsteh­cenden (pornografik) de daha bayağıya kaçan ve maalesef bazı yeni romancılarda çok görülen konularda da Sulhi Dölek ’in söyledikleri vardır:

“- Efendim, müstehcenlik sizin eserlerinizde de yer yer belirginleşiyor… Evet, ‘hayatın gerçekleri’ deniliyor ama, bu kadar açık saçık olmasına gerek var mı? Daha edebî anlatımlar bulunamaz mı?”

–    “Ben, öyle olması gerektiği için yazıyorum. Hayatta ne kadar cinsellik varsa, romanlarda da o kadar olmalıdır. Bu konulan artık çocuklar da bildiklerinden, fazla çekinmemek lâzım…. Kaldı ki cinsellikten söz etmek, bizim değerlerimize ters düşmek anlamına gelmez… Korkular hep bizim kafamızda. Bundan altı yedi yüzyıl önce yazılmış eserlerde bile yoğun cinsellik vardır. “

Bunlar, elbette akla yatkın şeylerdir, aksini düşünen yoktur. Ancak müsteh­cenlik başka bir şeydir. Amaçlan edebiyattan ziyade, insanlardaki “hayvani içgü­düleri” kabartarak satışı çoğaltmak, bundan para kazanmaktır. Nitekim bu “şeh­vet avcılığını” yapanlar çoktur. Sulhi Dölek de daha sonra “pornografi” ile “erotik”in farkını düşünerek, şunları söylemiştir:

“Ama, şuna ben de karşıyım, sırf o konunun (cinsellik) üstüne gidilip ticareti yapılmak isteniliyorsa, bu zaten edebiyat sayılmaz. Ama hikâye akışının gerektir­diği kadar cinsellik olabilir.”

Sulhi Dölek, aynı konuşmada, “solcu veya sağcı bir yaza?’ denilmekten hoş­lanmadığını “sosyal demokrat” düşünüşe sahip olmakla beraber “militan bir sol­cu” olmadığını vurguluyor, “Ben halkın yazan olmak isterim.” diyen olabildiğine . çok kimse tarafından okunmak dileğinde olduğunu tekrarlayan Sulhi Dölek kendisine: “Solcuların yazarı veya avangard bir yazar’ denilmesini istemiyor.

Sulhi Dölek, çağdaşlığı anarşi ve yıkıcılıkla karıştıran bam kişilerin tersine, “aileye ve “evlilik”e karşı olmadığını özellikle açıklıyor. Ona göre: Daha iyisi konulma­dıkça ve yüzyıllardan beri konulamadığına göre aileye niçin karşı olunsun? Şöy­le devam ediyor:

“Ben anarşist bir düşüncede değilim.

-Tehlikeli görüşlerim yok M… Evlilik kurumun un kolay kolay yıkılacağını san­mıyorum. Her paylaşma, ya da deyim yerindeyse, her ortaklık gibi evlilik de kimi­lerine uyar, kimilerine uymaz. En azından uygar dünyada yüzlerce yıldır benim­sendiğine göre, çoğunluğa uyuyor. Ben de bu çoğunluğun içindeyim. Bir de yan­lış evlilikler ve doğru evlilikler var tabii…. Burda yanlış ya da doğru seçimler söz konusu…. Yanlış bir evliliğin insana hayatı zehir edebileceğinin farkındayım. Bu açıdan talihli sayıyorum kendimi. “İnsanlar evlenmeli” ya da “Evlenmemeli” türünden bir önyargım yok. Zaten her konuda toptancı yargılara karşıyım. ” (Varlık, sayı: 972,1988)

“Yazılarımı herkes okusun” diyen Sulhi Dölek, “Belki biraz da etkilensin” diye ilâve ediyor. Çünkü, onun roman-hikâye yazma amaçlan içinde, okuyucularına düşün­ce iletmek de vardır. Kendi deyişiyle “düzenli, serinkanlı duygularının yanısıra düşüncelere de önem veren” bir insandır. Bununla beraber şunları eklemektedir “Şimdi biri tutup bana falanca romanımda neyi anlatmak istediğimi sorsa, bu hiç hoşuma gitmez. O romanımda anlatmak istediklerimi, iki kapak arasında an­latıp bitirmişimdir çünkü.”

Süheyla Derindere’nin, eserlerinde din temalarını, inanç konularını işleyip iş­lemediğiyle ilgili somlarına, Sulhi Dölek ’in verdiği cevaplar ilgi çekicidir

-’’İnanca saygı gösterilmesi gerekir, ama inançsızlığa da saygı gösterilmelidir. Ben oldukça dindar bir ailenin çocuğuyum. Kendim dindar değilim, artık dinle bir bağlantım kalmadı. Ama neden insanlar Allah’a inanıyorlar? Neden oruç tu­tuyorlar gibi herhangi bir soru da aklıma gelmiyor. Onlar o şekilde huzurlular belki ben böyle. Onlar kadar huzurlu değilim. İnanca saygı gerektiğine bütün kal­bimle inanıyorum.”

Yine, “Eserlerinizin sonuç kısımları, birdenbire bitiveriyor. Bunun sebebini açıklar mısınız” sorusuna, “Bunu bilinçli olarak yaptığı” cevabını veriyor. Çünkü, diyor:

“Hayatta da belirli bir son yok, bir tek son var ölüm. Onun da öbür tarafını bil­mediğimiz için bize son gibi görünüyor. Günlük hayatımızda bile perde açıldı, perde kapandı gibi netlikler yok, son yok devam ediyor. Bir dönüm noktası var ama son yok”

-“Yayımlanmış üç romanınız van Korugan, Geç Başlayan Yargılama ve Kiracı. Üçü arasında genel çizgide bir benzerlikten söz edilebilir mi?”

– Üç romanımda da bir şaşkınlık, ürkeklik teması var. Öykülerimde de bu ege­men. Ama bu ortak yan dışmda elbette her romanın kişilerinden başlayarak ayrıl­dıkları yönler var. Korugan’ın kişisi bir çocuk. Meraklı, büyüklerin dünyasını iz­leyen, öğrenmeye, anlamaya çalışan, umutlu bir çocuk Vedat. Geç Başlayan Yar- gılama’nın kahramanı Serhan ise yetişkin, ama kitabın adından da anlaşılacağı gibi gecikmiş bir özeleştiri döneminde. Kendi sorunlarını çözümleyememiş olma­sı, toplum içinde, hatta yakın çevresinde karşılaştığı çıkmazlardan kurtulmasını olanaksızlaştırıyor. Oysa Kiracı’nın Kerim’i en azından kendi kendisiyle rahat. Kendini hayata, koşullara bırakmış. Ama bu bırakmıştık hatta edilgenlik hiç bek­lenmedik çıkışlar yapmasını da engelleyemiyor. Özetlersek, yukarda da belirtti­ğim gibi, roman kişilerinin gerçekliği, benim öznel gerçeklik dediğim şey oluyor. Daha doğrusu bunu, yazarın yansıttığı öznel gerçekliği, roman kişilerinin duru­mu, özellikleri, davranış biçimleri, dünyaya bakış açılan belirliyor. Bu da doğal. Çünkü daha işin başında onları seçen benim. Şunu da eklemekte yarar var: Bu, her zaman onlarla aynı düşüncede olduğum anlamına gelmiyor.’’ (Gösteri, 3 Ma­yıs 1983)

“Geç Başlayan Yargılama” romanı

Sıılhi Dölek’in, en çok akisler bırakan, kendisinin de beğendiğini ifade ettiği romanı ”Geç Başlayan Yargılama”dır. Bu eser üzerine Raşit Kerim’in eleştirisi (Edebiyat, 81, Eylül 1981) Celâl Özcan’ın “Geç Başlayan Yargılama” (Yazko Ede­biyat, Ağustos 1981), Afet Ilgaz’ın “Bir Yazar Bir Kitap” (Sesimiz, Mart 1981) adlı yazılan okunmalıdır.

Özeti: Serhan, gecekondu semtlerinde, güç şartlarda büyümüş, okumuş, bir fabrikada uzmanlık mevkiine yükselmiş bir kişidir. Fabrikadaki, işyerlerindeki hayatı, haksızlıkla mücadele, zayıf işçileri koruma şekillerinde geçen Serhan, aşağıya aldığımız bölümde de görüleceği üzre, zaman zaman geçmişi ile bugünü­nü kıyaslamakta, gördüğü çelişkilerden tedirgin olmaktadır.

Düşünceleri, bunalımları ve hareketleri dolayısıyla hem işyeri çevresiyle, hem evinde eşi, çocukları, annesi ve yakınları ile zaman zaman zıtlaşmakta olan Ser­han’ın asıl mücadelesi kendi içinde geçmektedir.

Ürperme, sıkıntı ve hayret, romanın tümünü doldurmaktadır. Öyle ki, bu üst bürokrat roman kahramanı, birçok çözümsüzlükler, çaresizlikler gerilimler içine düşmüştür. Bu sıkıntıları, kâh işyerine, kâh aile çevresine aktarmaktadır, bazen düşünmekte fakat konuşmamakta, bazen yarım yamalak konuşmakta, bazen da sözleri tepki ile karşılanmaktadır.

Son derece iyi bir insan olan eşi Semra, uzun katlanmalardan sonra, bir gün başkaldırır ve evi terkeder, Serhan’a tedirgin ve gururlu bir kadın olduğunu ilk defa göstererek, eşini büsbütün sıkıntılara sürükler. Semra’nın başkaldırış sebe­bi; önce “karısını aldatmak’ tasarıları ile başlayan Serhan’ın zamanla kansını gerçekten aldatmasıdır.

Serhan’a, son aylarda eski sevgilisinin kardeşi tarafından açılan telefonlar, onu büsbütün perişan etmektedir. Dengesiz kardeşin bu telefonları: “Kızkardeşini Serhan’ın öldürdüğü ve bunun intikamının alınacağı” merkezindedir. Hakikat­te eski sevgilisi ölmüş de değildir. Serhan bir “şantaj” karşısındadır. Ancak, üst üste gelen sıkıntı ve ürpermeler, bunların altında ezilen “Serhan”ı, hiç gerekli ol­mayan ve sebebi bulunmayan bir katilliğe kadar sürüklemiştir.

Genellikle sıkıntılı, psikolojik olayların, sosyal ve ferdî gerilimlere, bunalım­lara, açmazlara, yolsuzluk ve düzensizliklere dayandırıldığı bu romanda kişilerin ve dış dünyanın, üstün bir gözlem, tespit ve tasvir gücüyle anlatıldığı görülmek­tedir. Bu romana zaten Serhan’ın hayal ettikleri ile hayal kırıklıklarının, umduk­ları ile bulamadıklarının, yapmak istedikleri ile başaramadıklarının uzun bir an­latılışı gözüyle bakılabilir, bazen güldürücü, bazen düşündüren, fakat okunaklı bir üslûpla İstanbul hayatı ile Serhan’ın çevresindeki insanları, Sulhi Dölek ’in nasıl bir başarı ile anlattığını Afet Ilgadın bir yazısından okuyalım:

“Yazarın eleştiren ve çok ilginç “yaşantılar yakalayan gözleri sık sık sokak­larda, caddelerde, bir yakıt tankerinin üstünde, bir yeraltı kebapçısının pis masa­sında, gece yarısı yola çöp döken kadında, sel sularından tıkanmış bir yolda, ko­cası Almanya’ya gitmiş bir kadının evinde, Boğaz Köprü’sünde, işçi eğitim salo­nunda, sabaha karşı bir bekçinin anarşist sanarak vurduğu bir yaralı ve ailesi üs­tünde, gece kulübünde, yalnız yaşayan bir doktor kadının bebeklerle dolu evinde, bir mahalle kahvesinin pis salonunda dolaşıp duruyor. Bu geniş görünümün için­deki insanlar da bütün canlılıkları ve doğallıklarıyla yaşamanın çok sesliliğini oluşturuyorlar. Analar, kızkardeşler, abla ve yengeler, kayın babalar, kahvelerde oturan, vakit geçiren insanlar, mirasyediler, sarhoş işçiler, halk bilgesi davranış­lı servis sürücüleri, bir dairede ne yaptığı anlaşılmaz kırk yıllık Rüştü Bey’ler, Na­mık’lar, Orhan’lar, özverili resim öğretmeni Meral, Meral’in garip kişilikli ve romanda gizemli bir düğüm oluşturan kaçakçı kardeşi Muharrem…

Bu arada küçük insan ışıltıları: Terzi ağabey. Gururlu, alçak gönüllü, konfek­siyon endüstrisine karşı Don Kişotça direnen bir erdem örneği. Eldiven isteyen – ellerinin parçalanmasına karşı- ve sadece kendisine verildiği için, o bir çift eldi­veni gösterişsizce getirip geri veren bir işçi, toplumda yerlerini almak için dişe diş bir savaşı başlatan ya da bu savaşın eşiğinde olan yanlışlı doğrulu kadınlar: Doktor Leyla, Resim öğretmeni Meral, Semra…”

Sulhi Dölek de belki de en iyi romanı olarak “Geç Başlayan Yargılama”yı dü­şünmektedir. Yaptığı bir söyleşide bu kitabını, “Kiracı” romanıyla ve buradaki Serhan tipini de Kiracı’nın kahramanı Kerim Kocaman’la karşılaştırarak şunları söylemektedir:

Soru: – Kerim Kocaman’ın belirleyici özelliği edilgenliği bence. Minik omuzla­rına çöken yaşam sorumluluğuyla sürekli izliyor çevresini, kararsızlıkla sürükle­niyor. Bir kez etken olmaya çabalıyor, beceremediği (belki de başka türlüsünü ak­lına getiremediği) için yaşamıyla girişiyor bu işe. Yazan, Kerim Kocaman üzerine ne der acaba?

Cevap-. – “Kiracı”nın Kerim Kocaman’ını daha önceki romanım “Geç Başlayan Yargılama”nın Serhan’ından daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. (Bir parantez açıp burada iki romanın karşılaştırmasını yaptığımı anımsatayım. Roman olarak “Geç Başlayan Yargılama” bence “Kiracı”dan daha önemli. Yapı olarak daha sağ­lam. Daha uzun bir çalışmanın ürünü. Kısacası daha iyi bir roman, bana kalırsa.) Kerim de, Serhan da kusursuz insanlar değil, ikisinin de güçsüz ve tutarsız yan­ları var ama, olaylara bakış açılan değişik. Kerim Kocaman, soyadıyla çelişen küçültülmüşlüğüne karşın umutlarını toptan yitirmiş değil. En azından kendi ken­disiyle savaşmıyor. Çılgınca çıkışını yaparken bile içinde aydınlık bir köşe sakla­mayı başarıyor. Belki Kerim’i daha sevimli yapan da budur. Ayrıca, korkularının ve tutkularının bilincinde oluşu ve bunları alaya alabilmesi gibi özellikleri, Ke­rim’i tanıdığım birçok insandan daha saygın kılıyor gözümde. Kendilerini aşın ciddîye alan kişilere -ister gerçek, ister kurgusal olsunlar- pek yalanlık duyamıyo­rum.”

Soru: -“Kiracı” romanı hızlı bir değişimi ve bu değişimin getirdiği çelişkileri sergiliyor. Hızlı sanayileşme, birlikte getirdiği hızlı kentleşme, ayrılmaz parçası kültür erozyonu ve Tahir beyle Hacı bey araşma sıkışan nice Kerimler… Yine bu hızlı değişim, belki de Haçlı Seferleri dışında karşı karşıya gelmeleri olasılığı bu­lunmayan iki kişiyi akraba yapıyor. Kerim karşısında kurt kesilen bey, damadı Covanni bey karşısında eziliyor. İki çağı karşı karşıya getiren bu çelişkinin taraf­larından Hacı Hacı bey için söylenecek çok şey olsa gerek?

Cevap-. – Yukarda sözünü ettiğim kendini aşın ciddîye alan kişilerden biri de Hacı bey işte. Dünyanın ekseni olduğunu sanmıyorsa bile, büyük olasılıkla dün­yayı boynuzlarında taşıyan öküzle özdeşleşiyor. Evin sahibi olması, Kerim’in de sahibi olduğu kuruntusunu veriyor ona. Belki anlaşılması çok zor bir insan da de­ğil. Bir şeylerin “sahibi” olmak dışında bir değer, bir zenginlik kavramı tanıyama­mış ki. Bu yüzden “mülk”üne sımsıkı tutunmak zorunda. Elinden almaya kalkan yokken bile.” {Varlık, sayı: 909, Haziran 1983)

Geç Başlayan Yargılama’dan

…. Taşıtların koma sesleri ve motor gürültüleri tavanda yankılanıp çekiç gi­bi iniyordu başlara. Sidik kokusu. Beton duvarlardaki kararmış ıslaklıklar. Pisli­ğin her türü birikmiş merdivenlerin dibine. Bir yanda plâkçılar, bir yanda oyun­cakçılar. Basamakların ortalan daha şimdiden aşınıp çukurlaşmış. İşte İstanbul! Ne çok ayak var bu kentte! Sahanlıkta bir dilenci, dirsekten aşağısı olmayan ko­lunu bir övünceymiş gibi adamın burnuna uzatarak para istiyor. Yerde senli pis paçavranın üstünde elli kuruşlar, liralar. Çıkışta hıyar satan bir adam. Arabasının üstü ve çevresi soymuklarla kaplı. Havada hıyar kokusu. İşte yaz mevsimi! Bu adam günde kaç hıyar soyar ve satar? Ne kazanır? İşte geniş iş alanları!

Nesine gelirler bu kentin akın akın? Bunca kötü koşullara kendilerini koşa koşa attıklarına göre, gende bıraktıkları koşullan sen düşün. Elbet gelirler! Kim suçlayabilir onları? Yağsız pirinç çorbası yemeklerin en güzeli değil kuşkusuz. Ama pirinçsiz pirinç çorbasından daha iyi. Gelin kardeşler, gelin bacılar! Sofraya buyurun. Dört milyonu doyuran, beş milyona da yeter. Ekmek size gelmiyorsa, siz ekmeğe gelin.

Geçitin üstünde, kaldırımlardan yola taşıp taşıt bekleyen kalabalık. Biri durup biri kalkan sıkışık minibüsler. Karşıda görkemli Belediye Şarap. Yorgun ve dal­gın yüzlü kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar. Minibüslerden birine binebilmek için itişerek koşanlar. Yazın son una yaklaşılmasına karşın güneşten hiç bronzlaş- mamış yüzler, kollar.

Ne zor şey arabasızlık!

Semra’nın sözünü dinleyip arabayı ona bıraktığı için pişmanlık duydu Ser­han. Hem keşke Orhan’dan beni annemin evine kadar götürmesini isteseydim. Düzgün kılığı ve güneş gözlükleriyle kalabalığın içinde yadırgadı kendini. Hey, hey, ne oluyorsun? Bir zamanlar her gün yaptığın şey değil miydi bu senin? Mi­nibüslerde cendereye giren şu insanlardan biri olduğunu, duraklarda beklemek­ten dizleri yorulmuş bir delikanlı olduğunu unuttun mu? Bir kezinde sarsıntıdan midesi bulanan bir yaşlı adam üstüne küsmüştü da, ona bile kızamamıştın. Unut­tun mu?

Unutmamıştı. Daha doğrusu, unutmadığını sanıyordu. Güçlükleri kavram ola­rak anımsıyordu da, duygu olarak unutmuştu. Taşı bulmanın, sözgelimi, güçlüğü­nü anımsıyordu ama, insana neler çektirdiğini unutmuştu. Kuşkusuz ben sizden biriyim. Ama keşke arabayı Semra’ya vermeseydim. Gözlüklerini çıkartıp cebine yerleştirdi.

Güçsüz buluyordu kendini kalabalığın içinde. Oysa bu itme oyununu çok iyi becerirdi bir zamanlar. Aralardan yılan gibi süzülüp kendinden irileri, omuzlayarak içeri girebilmeyi, en az sıkışacağı köşeyi bulup yerleşmeyi. Çaptan düşmü­şüm artık. Kapıya saldıranlardan ürküp geri çekiliyorum.

Çevresindekilerin seline kapılıp binebildi gelen minibüslerden birine. Zaten taşıt, durmadan önce dolmuş sayıhrdı. Son binenlerle soluk alacak yer kalmamış­tı içerde. Kapı kapanmıyordu. Muavin basamağın üstünde gidiyor.

Arkada, sağ yandaydı Serhan. Kapının gerisindeki tekli koltuğun üstüne eğil­miş, başını sürgülü cama dayamış, aralıktan giren havayı soluyarak ve yandan bastıran ağırlığa karşı koyabilmek için koltuğun arkasına sıkı sıkı tutunarak. Koltukta oturan kadının elleri iri, kızarık ve soyuk soyuk Kerevizi andırır bir ko­ku yayıyor çevresine. Sol elini beceriksizce uzatarak sürgülü camı iyice açtı Ser­han.

Payına düşen aralıktan dışarıyı yarım yamalak görebiliyordu. Hiçbir kurala bağlı olmaksızın ilerlemeye çalışan taşıtlar, kaldırımların almadığı yayalar, dük­kân vitrinleri, bir parti merkezinin önündeki kalabalık, ortalığa saçılmış el-duyuruları, medrese duvarındaki kocaman yazılar, seçim afişleri. Bir yabancı, tüm bu kargaşaya bakarak olağanüstü bir şeylerin döndüğünü sanabilir. Ama her gün buradan geçen yüz binlerce kişi için olağanın tâ kendisi bunlar.

Bindiği taşıtın sağ ilerisinde giden kamyonun çamurluğundaki yazıyı güçlük­le okudu: “ Bir sevenim olsa tek, gam yemem kavuşmasam. ”

Kafasında yineledi sözleri. İçindeki umut, umutsuzluk, vazgeçiş, bekleyiş öğe­lerini seçip ayırmaya çalışarak. Bir yandan sözlerin yazarım anladığını sanıp bir yandan şaşıp kalarak. Taşıtların arkalarındaki bu yazılar toplum psikolojisiyle il­gilenenlere zengin bir kaynak olabilir, diye düşündü. Bu önemli konu savsaklan­mamak.

Kapıyı ağabeyinin kansı açtı. Yüzünden eksik etmediği gülüşü ve kucağından eksik etmediği bebeğiyle. Serhan’ın oğlu ve öteki çocuklar sofada boğuşuyorlar­dı. Evin içini yemek kokulan kaplamıştı.

“Hoşgeldin.”

“Hoşbulduk yenge. Nerede herkes ?”

“Sinan daha gelmedi Annemle kızlar bahçede. “

Ayakkabılarını çıkarmadan geçti taşlığı. Mutfağın demir kapısından arka bah­çeye çıktı. Çocuklar gürültüyle peşinden koştular.

Güneş batıyordu. Aralıklı bulut dizileri, mor renkli bir ateşle yanıyordu. Bah­çedeki masanın yırtık muşambasının üstünde bir çaydanlık ve boşalmış bardak­lar vardı.. Kadınlar ağızlarının tadını biliyorlar.

Annesinin elini, kızkardeşinin yanaklarını öptü. Semra’ya karşıdan el salla­makla yetindi. Tahta iskemleye oturur oturmaz bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi; karınca sürüsü gibi dizlerine tırmanan çocuklara aldırmadan. Annesiyle Semra birlikte atıldılar. “Yemekten önce yakma şunu!”

Ne yapsanız bu sigarayı içmekten alıkoyamazsınız beni.“Baban nerede?” .

“Doktordan çıktıktan sonra eski bir arkadaşına rastladık. ” diye anlattı Semra: “Buraya geleceğimizi unutuverdi. Çocuk gibi mutluydu. Alıp getirmeye kıyama­dım. Evde eski anılan tazeliyorlar şimdi. ”

Tazeliyorlardır. Benim içki şişelerimin dibine dan ekerek. Bir kez daha olma­mış mıydı buna benzer bir şey?

“Nasılsın anne?” Tüm sormak istediğim bu değil aslında. Miden nasıl? Böb­reklerin nasıl? Kolların ağrıyor mu? Çarpıntın var mı?

“Eksik olma oğlum, iyiyim.”

Onun da tüm söylemek istediği bu değil. Nasıl olabilir M? Yaşlılık. Dönüşü ol­mayan yol…

Beş yıl öncesinden daha güçsüzüm. Olgunlaşma tamamlanmadan bozulma ve çürüme başlıyor anne. Acı değil mi bu?

Çocuklar kucağımda kedi yavrulan gibi kıpır kıpır. Çocuklar, artık çocuk ol­madığımın habercisi. Genç olmadığımın da. Ne çok çocuk var bu evde!

Çocuklardan ikisi kız kardeşinindi. Üçü -Sabahat’ın kucağındakini de sayar­san- dört, ağabeyinin. Bir de benimki. Biraz susarsanız size bir öykü anlatırım.

“Neden sesin çıkmıyor senin?” diye sordu Semra. Kaşları hafifçe çatık, bakış- lan tasalı.

“Biraz yorgunum, ondandır.”

“Görmeyeli birkaç kilo almışsın, ” dedi Nihal. “Yanaklarının çukurları dolmuş. Gençleşmişsin de. ”

Bu kız hep böyle güzel şeyler söyler. İki çocuklu, kocasız kızkardeşim benim… Düğününde sarhoş olup şarkılar söylediğim kızkardeşim. Eski kocasından haber alıyor mu ki? Gelecekten neler bekliyor? Genç yaşında yalnızlığa tutsak olmuş kızkardeşim. Yalnızlık mı? Ev insan dolu. Bu tür yalnızlık değil dediğim.

Yengesi, kucağında bebeğiyle suskun ve güleç. Ne olursun böyle gülümsemekten vazgeç! Ve ne olursun bir şeyler söyle!’

“O iskemlede rahat edebiliyor musun? Bir minder getirsinler mi oğlum? “

Neden böylesine acımasızsınız dördünüz de? (Geç Başlayan Yargılama, s. 28-33)

Sulhi Dölek, romanları ile hikâyeleri arasında, “teknik başkalıktan” gayrı bir fark görmediğini belirtiyor. Ama bazı farklar vardır. Her hâlde, daha kısa yazmak mecburluğu ile ruh hâllerini, olay bütünlüğünü, çevre ayrıntılarından vermek is­tediği çizgileri, mizahı ve ironiyi, hikâyelerine daha yoğun olarak yerleştiriyor. Ayrıca mizah havalı hikâyelerine, daha bir sohbet sıcaklığı katıyor.

Aşağıya alacağım “Gecelerin Kezban”ı adlı hikâyesi, hem bir tip çizişi, hem re­alite izlenimleri ve tiyatro gibi değişen sahneler içinde Kezban’ın değişmeyen ka­derini verişi ile “modem” bir eser sayılabilir.

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler