Kimdir

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Hayatı ve eserleri

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Hayatı ve eserleri: 1906-1954 Adapazan’nda doğdu. Bu şehrin tanınmış, varlıklı bir ailesinden geliyordu. Babası Mehmet Faik, ticaretle uğraşıyordu. Annesi Makbule Hanım, Sait Faik’e ömrü boyunca maddî, manevî destek olmuş, onu ekmek gailesinden ve hızlı bir yıkımdan kurtarmıştır.

Sait Faik orta öğrenimini İstanbul ve Bursa liselerinde tamamladı. İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne iki yıl devam ettikten sonra Ekonomi tahsili için İsviçre’ye yollandı. Fakat, okul öğreniminden sıkılıyordu. Kendi deyişiyle: “gezmek ve eğ­lenmek için” Fransa’nın Grenoble şehrine geçti. Üç yıl orada kaldı ve hiçbir dip­loma almadan 1935’te yurda döndü.

Babasının isteğiyle ticarete başladıysa da bu işten hoşlanmadı. Halıcıoğlu Er­meni Yetim Mektebi’ndeki öğretmenliğinden bir papazın aksiliği üzerine ayrıldı. Haber gazetesinde yaptığı Adliye muhabirliği işini de sürdüremedi. 1939’da baba­sının ölümü ile büsbütün başıboş bir yaşamaya geçti. Meşhur olduktan sonra bi­le, hikâyelerinden pek az para kazandığı için hep aile servetinden yedi içti.

1935’ten sonraki hayatı hemen tamamiyle İstanbul’da geçmiştir. Yazın Burgaz Adası’ndaki (şimdi müze olan) köşkte, kışın Şişli’deki apartmanda oturan Sait Fa­ik bu ilgi çekici şehrin her köşe bucağını gezip dolaşmış, her türlü insanıyla içli dışlı olmuştur.

Fazla içki, uykusuzluk ve bohem hayatı onu şiddetle sarsmıştı. 1948’de siroz teşhisi konarak, sıkı bir perhize mecbur edildi. Yazar, buna beş altı yıl katlandıy- sa da son yıl, perhizi bozduğu için şiddetli krizler geçirmeğe başladı.

Ünlü Amerikan Hikayecisinin adına kurulmuş olan Mark Twain Demeği 1953’te, çağdaş edebiyata yaptığı hizmetlerden ötürü, onu şeref üyeliğine seçti. Yazar, bu şerefi örnek bir alçak gönüllülük ile karşıladı.

11 Mayıs 1954’te ölen Sait Faik Zincirlikuyu’daki Yeni Mezarlığa gömülmüş­tür.

Ondan sekiz yıl sonra annesi de bütün mülkünü Darüşşafaka’ya bağışlayarak öldü. Muhterem ananın aşağıda özetlenen iki vasiyetini, Darüşşafaka ilgilileri ye­rine getirdiler:

a) Hikayecinin Burgaz’da oturduğu köşk, Sait Faik Müzesi haline konuldu.

b)  Her yıl çıkacak en iyi hikâye’lere verilmek üzere bir Sait Faik Armağanı fo­nu ayrıldı.

Kişiliği

Şüphesiz her sanatçının huy ve mizacı eserlerine yansımıştır. Fakat bilhassa Sait Faik’in yaşayışı ve karakteri bilinmeden hikâyeleri hakkıyla anlaşılmaz. Çünkü hemen bütün yazılan mizacından, benliğinden ibarettir. Üslûp, konu, çev­re ve kişiler, pek az sanatçıda, Sait Faik kadar kendi olmuştur. Bütün hikâyeleri samimî kişiliğinin verimidir. Her olaya mizacının açısından bakmış, anlattığı ki­şilerle kendisini ayırt etmek imkânsız olmuştur. Öfkeleri, sevinçleri ve başıboş yaşayışı eserlerine olduğu gibi geçmiştir.

Sait Faik, okul yıllarından başlayarak, toplumun töre ve kuralları ile çatışma halinde görülüyor. Düzenli öğretimden hoşlanmadığı gibi, aile ve meslek kayıtla­rını da sevmemiştir. Ticarette, gazetecilikte, öğretmenlikte kalamayıp aylak gez­meye yönelmiştir. Küçüklükten edindiği alışkanlıklar yüzünden ev bark sahibi olamamıştır. Kararsız ruhundan, yazılan gibi tavırlarına, giyimine ve yaşayışına da bir çözüklük sinmiştir.

Hastalığına siroz teşhisi konuncaya kadar fena halde içiyor, kötü sarhoş olu­yor, sabahlara kadar uykusuz, izbelerde, sokaklarda, meyhanelerde, batakhane­lerde dolaşıyordu. Sağlığı gibi zamanım ve kabiliyetini de harcıyordu. Bile bile küfürlü, argo konuşuyor, “rahatça söğemeyeceği” kimselerle bulunmak bile iste­miyordu. Sinirleniyor, yersiz kavgalar çıkarıyordu. Çocuk gibi küsüyor, sonra unutuyor, herkesi seviyordu. Bunu kendisi de sezerek hikâyelerine geçiriyordu.

“Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan anı- mak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak vel­hasıl bir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben, böyle hayattan zevk alırım, Buna yaşamak derim.” (Bir anketten)

Meyhaneden çıktım. Şimdi ahşap evlerin son ışıklarını seyir için bir kanepe­ye oturdum. Saat kim bilir kaçtı? Ortalık yalandan bir ağardı geçti. Canım bir yağ­mur yağmasını istiyordu. Bütün kahveler, meyhaneler kapandı… Evet bir yağmur yağsın istiyorum. Camlardan düşüncelerimizin resmini, haritasını çizerek aksın, şıkır şıkır dökülsün. Ayakkabılarımı elime alayım, paçalarımı sıvayayım. ” (Şehrâyin)

Bununla birlikte, ekmeğini taştan çıkaran çalışkan kişileri hep sevmiş, öv­müş, hikâyelerine kahraman yapmıştır. Kendisi “bir baltaya sap” olamamanın acısı ile evlenip yuva kurma, “bir işe yarama” isteğini pek derinden duymuştur.

“Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu… Niyetim yazı yazmak bile değildi, balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü si­garası içecektim. Kaybettiğim her şeyi: İnsanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saflığı, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile, bir temiz hayatın içinde hayran, üzgün ve mahçup, ölümü bekleyecektim.”

Ancak, bu pejmürde yaşayışın derinliğinde olgun bir insan ruhu taşıyordu. Kural tanımaz hayatı ile Batılı değil, tam bir Doğulu kalender idi. İyiliğe hayran,

kötülüğe düşman, kendine göre hür yaşamak isteyen bir rind örneğiydi. Haksız­lıklara karşı dolu bir isyan içinde, tabiata, hayvanlara ve yoksul tabakanın iyi in­sanlarına sığmıyordu. 1948-1954 arasında bilhassa balıkçılarla ahbaplık ediyor­du. Bir boyacıya, bostancı yamağına, kahveci çırağına gösterdiği dostluğu, hikâ­yelerine hayran geçinen aydınlardan esirgiyordu. Çünkü Ahmet Haşim gibi Sait de okumuşları iddialı ve yapmacık buluyordu. Oysa gösterişten tiksinir, merasim-‘ den ve sıra-saygı gözetmekten sıkılırdı: Aydınlarla uzun konuşmaz, tartışmalara girmez, onlara gönülden bağlanamazdı.

Bu derviş-meşrep sanatçı hiç kimsenin keyfi için yazmadı. Bir görüşün propa­gandasını yapmadı. Kimseyi övmedi ve hiçbir menfaate kulluk etmeyen, yakışır bir gururla yaşadı. Kendi içindeki hakikatleri kaleme aldı. Doğru ile güzeli dün­yaya yaymak istedi. Ona göre sanatçı:

“Değişik bir yaratık olarak görünmemeli, insanlar içinde bir insan olduğunu unutmamalı” idi. Hiçbir haksızlığa ve kötülüğe razı olmamalıydı ve bilhassa rol yapmamalıydı. Halktan ayrılıp onun üstünde görünmek ve imkânlarını kötü kul­lanmak isteyen sözde aydın kalabalığı, ona zindan duvarları gibi görünürdü. Da­ha çocukken, babasının yaptırdığı bir “Bahriyeli” esvabını yoksul arkadaşlarım giyemiyor, diye çıkarıp atmıştı.

Derin bir kültürü var denemezdi. Ancak sevdiği şeyleri hemen öğrenir, benim­serdi. Sırf bilgi edinmek için okuduğunu gören olmamıştı. Uzun eserlerden ve klâsik kitaplardan sıkıldığını söylüyordu. Her şeyi gibi kültürü de disiplinsizdi. Ama sözgelişi, balık adlarının 200 tanesini bir çırpıda sayardı. Balıkların hayat ve tabiatlarına ait sayısız kitap okumuş, bunları hikâyelerinde kullanmıştı.

Sait Faik’in kendisi zaten romanlık bir kişidir. Nitekim bütün hikâyelerinin asıl kahramanı kendisidir.

Küskündür, gariptir, sık sık bunalımlar geçirir, yalnızlığı sever, günlerce dost­larından kaçıp kaybolur. Kimi zaman çok karamsar görünse de bu hâl hayran ol­duğu bir manzara, bir davranış karşısında hemen dağılır. Sıkıntısı yaşama hırsın­dan ileri gelir.

Bunalışlarının bir sebebi de hastalığı ve kadınların tavırlarından doğan yılgın­lığı idi. Dolayısiyle her şeyi oluruna bırakıyor, hayatı bir oyalanma sayıyordu. Son yıllarda ölümü bir musallat-fikir haline sokmuş olarak kuşku içinde yaşıyordu. Alemdağında Var Bir Yılan gibi hikâyelerinde bu yalnızlık işe yaramazlık, lüzum­suzluk, saçmalık duygularını Soyutçu’lar gibi timsaller ardına gizleyerek anlat­maktadır.

Fikirleri

Sait Faik, bir düşünce veya doktrini esas tutan yazarlardan değildir. Onun şa­irane hikâyelerinde duygular ve duyular önemlidir. Birdenbire gelen nefretleri, hayranlıkları, sevgileri ve gelgeç düşünüşleri kaleme almıştır. Hayata doktrin açı­sından bakmamış, bakanları da kınamıştır. Hikâyelerinde açık bir ideoloji ve te­melli fikirler görülmez..

Pek tabii olarak, hakkı yenilen zavallı kimseleri savunur. Vurguncu, sömürü­cü takımından tiksinir ama basit insanların, ekmek kavgalarından çok sevgileri, sevinçleri, kederleri, iç dünyaları üstünde durur. Sınıf kavgası yapmaksızın in­sanları değerlendirir. Sosyal hayatı mantıktan çok, hislerin süzgecinden geçirir. Bu bakımdan toplumcu gerçekçilere karşıdır. Yaşar Nabi, şunu yazıyor:

“Son zamanlarda yok aktif realizm, yok sosyal realizm gibi boş lâflarla ortalığı karıştıranlara da fena tutulur olmuştu. Realist hikâyeyi babam da yazar, diyor­du. Sürrealizme doğru kaymasına biraz da dava hikâyeciliği çığırtkanlarının tah­rikleri sebep olmuştur.

Sait Faik’in büyük düşmanı zalimlerdir

“Dünyada hiçbir şeyden zalimlikten iğrendiğim kadar iğrenmedim. İnsanoğ­lunun en büyük savaşı zalimliğe karşı açılmalı. İnsanoğlu her şeyden evvel, için­deki bu kıskançlıklardan, bu ahlâksızlıklardan daha pis şeyi, doğuşunda bile var­sa söküp atmalıdır. ”

Zaten hikâye yazmaktan maksadı, daha iyi bir dünya hazırlamaktır “Edebî eserler, insanı yeni ve mesut, başka, iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye, kurma­ğa yardım, etmiyorlarsa neye yarar?” Çünkü, ona göre insan, ancak “iyi ve haklı bir dünyada insanlık şerefini kazanabilir. Öyle bir dünya, yalansız, riyasız bir dünya”dır.

“Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey!” diye düşünür. Bu yüzden insa­noğlunun (ferdin) hürriyetini sınırlayan bütün yasaklarla mücadele eder. Çünkü insan bir vücut değil, nüfus kütüğünde bir isim değil büyük bir şeydir. Üstünde düşünülmeye, sevilmeye değer. Sait Faik, insanın iyiliği, kötülüğü, zayıfların ıstı­rap çekmeleri üstüne çok şey yazıp söylemiştir. Her insanın gönlünde bir arslan yattığına inandığı için onu sadece bir mide meselesi ve ekmek kavgacısı olarak düşünemez.

Son hikâyelerinde, kötümserliği arttıkça, hayatın abes, lüzumsuz, anlamsız, hedefsiz olduğu temalarına da yönelmiştir.

Sait Faik bir de sanatçının düşünce hürriyeti üstünde durmuştur:

“Sanatçının düşüncesi sınırlanamaz. Şu karşıki sandalı görüyor musunuz? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatlan yolunsa artık uçabilirler mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse, kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün ma­nasını kaybeder. ”

Türler

Sait Faik şiir, röportaj, roman ve hikâye türlerinde eserler yazmış, fakat büyük ününü hikâyedeki başarısıyla sağlamıştır. 1940 sonrası Türk hikâyeciliğinin öbür türlere üstün bir gelişme göstermesi Sait Faik’in varlığıyla olmuştur.

Şiirlerini Şimdi Sevişme Vakti (1953) adlı kitapta toplamıştır. Hikâyelerinde bile “şair” olan Sait Faik, bu şiirlerde içli, hevesli, hayran ruhunu, içini kemiren gizli ıstırabı, fantezi ve hayâl dünyasını daha çıplak şekilde ortaya koymuştur. Bu şiirlerdeki biçimce dağınık ve gevşek dokulu mısraları, çok defa hikâye parçala­rından ayırt edemeyiz. Ancak, içlerinde çok kalabalık insanlar bulunması, deği­şik ve bazen açık saçık yaşama sahneleri, teferruata yönelmiş dikkatler, taze bu­luşlar, benzetmeler ve kolay ifade edilmiş duygular ile bu şiirlerin ayn bir lezzeti olduğu söylenebilir.

İki romanı vardır: Birtakım İnsanlar (1952) (bu eser 1944’te Medar-ı Maişet Mo­toru adıyla basılmıştı), Kayıp Aranıyor (1953). Bu romanlar birbirleriyle az ilintili küçük hikâyeler topluluğuna benzer. Çünkü, Sait Faik hikayecidir. Roman, uzun bir sabır, geniş bir zaman, biraz da düşünürlük ve plân kuruculuk işidir. Sait Fa­ik ise, hayatın bazı anlarını şiirli bir tarzda vermeyi seven, sabırsız, ihmalci bir ya­zardır. Hikâyelerinin çoğunu, san defterler üstüne karalamış, sonra dönüp oku­maya düzeltmeğe bile yanaşmamıştır. Kaldı ki o, hisleriyle yaşar ve onları yazar, roman bir plân ve mantık ister. O geçerli mantıktan hoşlanmaz. Bunun için Sait Faik’in romanları, uzatılmış ve birbirine eklenmiş hikâyeler hissini vermektedir.

Röportajları ölümünden sonra Mahkeme Kapısı (1956) adlı kitapta toplanmış­tır. Birazı Tüneldeki Çocuk kitabına da alman bu röportajlar yapı ve anlatım yön­leriyle hikâyelerine benzer.

Hikâyeciliği

Sait Faik’in ilk hikâyesi 1926’da Bursa Lisesi’nde öğrenciyken yazdığı İpekli Mendil’dir. Başlangıçta Sadri Ertem ve Kenan Hulûsi tarzlarım izleyerek sağlam konulu, gerçekçi hikâyeler yazmış, fakat bilhassa 1938’den sonra kendi çığırını açarak, Türk hikâyeciliğinde büyük değişmeler yapmıştır. Hikâye kitapları şun­lardır Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), Alemdağında Var Bir Yılan (1954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955).

Bu eserler 1970’te Uyguner tarafından sekiz cilt halinde bastırılmıştır. Bunla­ra ek: 9: Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat (1977), 10: Açık Hava Oteli (1980), 11: Müthiş Bir Tren (1981), 12: Yaşamak Hırsı, 13: Şimdi Sevişme Vakti (şiirler tek­rar), 14: Sevgiliye Mektup (1987), 15: Bitmemiş Senfoni (1989), kitapları çıkarıl­mıştır.

Sait Faik’in Türk hikâyeciliğindeki yerini iyi anlamak için 1940’a kadar süren ve bugün bazı yazıcılarda devam eden hikâye tarzını kısaca hatırlamak gerekir. (Bk. Türk Edebiyatı, Cilt I, s. 551)

Çehov tarzına yönelen M. Ş. Esendal’ı saymazsak o zamana kadarki başlıca hi­kayecilerimiz olan Halit Ziya, Ömer Seyfeddin, Refik Halit Karay vb. Maupassant tarzını benimsemişlerdir. Başka birtakım hikayeciler, kökleri Emile Zola Naturaliaroine dayanan sosyal gerçekçilik yolunu tutturmuşlardır. Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kemal Tahir vb. Bu kolun başlıca temsilcileridir.

Her iki tarzda hikâyeler, düzenli bir olay etrafında kurulan, serim, düğüm ve çözüm noktalan belirli küçük bir romanı andırmaktadır.

Muhteva yönünden ise bu hikâyeler, düşünceye, nükteye ve bazen şaşırtıcılığa dayanırlar. Duygular mübalâğayla anlatılır, fazlaca tahlil yapılır. Sonuncularda ise bazı doktrinler savunulur, kimi zümreler övülür veya yerilir, okuyucuya yol gösterilerek telkin yapılmak istenilir.

Her iki tarzda, daha çok toplumun veya kişilerin dış yüzleri söz konusudur. Sı­nıf, zümre çekişmeleri, savaş hatıraları, vatan ve fazilet telkinleri aşk ve ekmek serüvenleri hikâye edilmiştir.

Sait Faik, 1938 yıllarına kadar, ama kişiliğini yitirmeksizin o tarzlara bağlı kal­mış, sonra kendi çığırını açmıştır. (1940’tan sonra da düzenli konular, olaylar üs­tüne kurulmuş birkaç hikâyesi vardır.) Yeni hikâyelerinin oluşunda Panait İstirati’den ve başka yazarlardan esintiler görülebilir. Kendisi şunu söylüyor

“Birçok yazıcı okudum, hepsinin tesirinde kaldım galiba. Ama beni kendine alıştıran Andre Gide olmuştur. Onun gibi hiç yazmadan Kafka’yı da severim. Comte de Lautreamont (1846-1870) en büyük dostumdur.”

Sait Faik, o güne kadar alışılmış bir yapısı, olayı ve tez’i bulunmayan bir yazı çeşidi getirerek hikâyeyi yeniledi. Röportaj, hatıra, hikâye ve şiiri birbirine karış­tırdı. Hikâye zannını veren anlık izlenimler, parça buçuk olaylar, ayak üstü söy­leşmeler, bir çevreye ışık gibi vuran veya bir kişinin ruhunu aydınlatan tasvirler, tahliller, çağrışımlar ile kendi iç âlemini tabiata, topluma yansıtarak yazdı. Sırf gözlem ile yetinmedi. İdeoloji’ye tez’e önem vermedi. Duygularıyla aldığı şeyleri, zengin çağrışımlar, hayaller, gizli arzular, dileklerle ve bilhassa şiirle yükledi. Günlük gerçeklerin, olayların ve görüşlerin âdeta izdüşümlerini yakalamaya ça­lıştı. Çıplak gerçeği rüyaya boğarak onların altındaki sim aradı. Bunun için: “Re­alist hikâyeyi babam da yazar” diyor, şunları da ekliyordu:

“Bugün eskiler diye adlandırılan yaşlı muharrirler ve sosyalist denil enler ha­yata, cemiyete yukardan bakarlardı. Hâlâ da öyledirler. Hayata karışmıyorlar. Yal­nız tepeden seslenerek cemiyeti düzeltmek sevdasın dalar. Bize gelince cemiyeti düzeltmek hususunda hiçbir iddiamız yok. Biz cemiyette, insanlarımızla birlikte aynı hayatı yaşamak istiyoruz. ”

Gerçekten Sait Faik, ancak yaşadığını yazmıştır. Yani, düşündüğünden fazla yaşadığını… Hayat içinde erittiği kişiliğini hiç ayıklamadan; bir davaya, estetik anlayışa veya zümreye ayarlamadan yazmıştır. Onun sanatı bir anlatış sanatıdır. Gördüklerini, sevdiklerini, acıma ve sevmelerini, çocukluk, gençlik, hastalık, günlerini yapmacığa ve hatta ustalığa özenmeksizin, şiirli bir dille anlatmıştır.

Hikâyelerinin kökü topluma bağlıdır, ancak insanlar arasında korku, nefret, isyan hisleri uyandırmaya çalışmaz. Onca, hikayecinin ödevi varsa, “daha güzel

bir dünya” hazırlamaktır. Bunun için her şeye sıcak bir sevgi ile bakar. Hayatın çirkin yanlarını, sefaleti bile şiirli bir aydınlık içinde görür, yaşamayı en kötü şartlar içinde bile sevdirmek ister.

Sait Faik için hikâye yazmak bir “boşalmak’tır.

O, “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanların arasında sakin ölümü bek­leyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem-ka­ğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemimi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” diyor.

Hikâyelerini sanki bir cezbe içinde, önüne gelen her yerde, gözden geçirme­den, denetlemeden, sıcağı sıcağına yazıp bırakmıştır. Son hikâyelerinde (bilhas­sa Alemdağında Var bir Yılan) bunalım ve sayıklamaları biraz daha yüze çıkar. Gerçeği, semboller, alegoriler içine saklar, alt şuur dünyasını konuşturur. Sürre- alizm’e yönelir. Söyleşmeleri bir iç konuşma, yalnız adamın kendi kendine ko­nuşmaları haline döner. İçe itilmiş arzulan anlatan bu hikâyelerinde 1955 sonra­sı “Soyutçular” denilen grubun bunalım hikâyelerine öncülük etmektedir. Biraz da Kafka çığırını izlemektedir.

Yine bazı hikâyelerinde dünyaya, insanlara, bir martının, bir Dülger Balığının gözüyle bakar. Istırabını onlar vasıtasiyle anlatır. Bunlar, onda ilk defa görülen “postmodern” eğilimlerdir.

Kişiler

Sait Faik’in hikâye ve roman kişileri, İstanbul’un ve dünyanın her yerinde rastlanabilen orta ve alt tabaka insanlandır. Kendi deyişiyle “birtakım insanlar”dır. Düşüp kalktığı, selâmlaştığı, ansızın gördüğü, ilgi çeker bulup sokulduğu, sohbet ettiği kimselerdir: Balıkçılar, bahçıvanlar, dondurmacı, ekmekçi çırakları, boş gezenler, işsiz aktörler, fahişeler, Rum kızları, fal bakıcı çingeneler, Rum meyhaneciler, papaz efendiler, garsonlar, kahveciler, toplum çarkının dışa attığı adamlar, iskele hamalları vb…

Buna karşılık aydın erkek ve kadınlara, kibar insanlara pek iyi gözle bakmaz: “Kibar zümreyi hiç sevmem ben. Bana öyle gelir ki onlar yaşamaktan hiç zevk al­mazlar. Yaşamaktan zevk alanları severim ben. ” Der.

Dolaşırken, durup otururken dikkati hep insanlar üzerindedir. Bursa’daki ço­cukluk izlenimlerinde bile bunu görürüz. Kendisi özellikle açıklar.                                                  •

“Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum… En çok zevki kasa­banın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. Ka­yalara, dağlara, baharın ve yabanî kokuların rüzgârla beraber dolaştığı tepelere tırmanıp büyük çoban çocuklarıyla konuştum. Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum. Onların sefaleti ile kederlendim, saadetleri ile coş- t um… Mahalle kahvesinde yirmi lira maaşlı posta müvezzüeri, dostsuz mütekait­ler, zebun ve sessiz kahvecilerle altıkol iskambil oynadım. Dünya benimdi.

Fransa’nın Grenoble’ündeki dikkat konulan da farklı değildir.

“Nehir kenarındaki setlerin üzerine tünemiş sarhoş işsizler, şarap şişelerini, amatör balıkçı, ihtiyar Fransız’ların pos bıyıklarına doğru kahramanca uzatırlar­dı… Gündüzleri esmer, kısa boylu delikanlıların boyunlarındaki al mor fularlarla gezindiği sokaklarda, akşam üstleri bir Kule dibi, yahut bir Kumkapı hali peyda olur, yalnız geceleyin, bu tekin olmayan mahallede bıçaklı âşıklar dolaşır zannedilirdi.”

Bir dostu, Sait Faik’e:

“-Şu deniz kenarlarından, Rumlardan, balıkçılardan, talihsizliklerden kendini kurtarsana!” demişti. Sait:

“-İstanbul’da yaşıyorum… Ve İstanbul bu saydıklarındır. ” cevabını verdi. Ya­şar Nabi, onun Beyoğlu gece hayatını tâ batakhanelerine kadar nasıl tanıdığını şöyle anlatıyor:

“İstanbul gece hayatının en âdi ve bayağı kademelerini evi gibi tanırdı… Her­kesi tanıyor, her garson veya zevk kızıyla merhabalaşıyor. Onlarla şakalaşmasını, kendini kimseye yadırgatmamasını biliyordu… Kadın ve drog ticaretinin profes­yonel elemanları arasında sadece insanları daha yakından tanımak arzusunun verdiği bir merakla dolaşıyordu.”

Anlattığı bu kişileri sever, onları asla küçümsemez. Kuru bir gözlemci gibi davranmaz, âdeta ruhlanna katılır. “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” Di­yen Yunus Emre gibi o da, önüne çıkan her kişiyi önemser, “Romanlık” bir kişi gibi ele alır. Onlara serüvenler yakıştırır. Sihirli, zengin masalımsı bir hava içine sokar. Araya kattığı şiir ve efsane büyüsüyle alelade insanları başka türlü göste­rir.

Esasta, bütün bu hikâyelerin kahramanı kendisidir. Çünkü o kişilerin yerine geçer, onları kendi gibi arzulatır, kendi gibi düşündürür, kendi zengin diliyle ko­nuşturur, duygulandırır. Onları suçlarken ya da beğenirken, aslında kendi nefsi­ni yargılıyor gibidir.

Kendini ve bütün kişilerini, insanoğlunun anlatılması için tutamak yapmakta­dır. Kimi zaman sembollerle, çok kez açıktan açığa eğri, doğru, sapık veya fazilet­li her türlü insan dileğini hikâye etmektedir. Zaman ve mekânda değişmeyen in­sanoğlunu, gündelik zevkler, iyilikler, fenalıklar arasında bulup ortaya koymak­tadır. Yarattığı kişilerin havasına girerek, yılgınlık, üzüntü, tasa, hınç, sevgi, hak­sızlık, bencillik, ölüm korkusu, kıskançlık… Velhasıl insanoğluna ait ne ki varsa hepsini hikâyelerine koymaktadır.

Kişileri anlatırken uzun tasvir ve tahlillere gitmez. Onları bir an, bir tavır, bir durum veya davranış içinde tespit eder. Bir çift sözü, hoşlanışları, gülüşleri, hırçınlıkları ile ruh derinliklerini keşfe çalışır.

Sait Faik’te kadın kahramanlar azdır. Olanlar da alt tabakalardan sokak yos- malan, ucuz kadınlar, sur-dışı çingeneleri yahut işçi kızlardır.

En Sevdiği kahramanları çocuklar ile hayvanlar, bir de garipliği ve acayipliği olanlardır. Yaşlı insanlarda bile çocuksu bir taraf bulduğu zaman sevinir. Onları düşte görülmüş birer masal adamı farzeder. Çocuklan niçin sevdiğini şöyle anlat­maktadır

“İnsanlar büyüdükleri zaman iğrenç oluyorlar. Ruh ve beden safiyetini yalnız çocuklarda buluyorum. Hele erkek çocuğun mütemadiyen arayan, her şeyi merak eden ayna gibi pırıl pırıl zekâsı bana tarif edemeyeceğim bir sevinç veriyor.”

Çevre

Sait Faik’in hikâye ve romanlarında şehir olarak Adapazarı, Bursa, Grenoble ve İstanbul, yani yaşadığı, iyi tanıdığı çevreler vardır. Taşra ve Grenoble, 1935- 1940 arası yazdığı hikâyelerde görülür. Adapazarı ve Sakarya boyu, çocukluk hâ­tırası olan hikâyelerini çevreler. Bursa ve Grenoble (biraz da Marsilya) ilk genç­lik, talebelik hatıralarını saklar.

„ Fakat asıl en güzel hikâyeleri İstanbul’da geçenlerdir. Merakı yüzünden işsiz güçsüz dolaştığı İstanbul semtleri, akla gelmedik köşe bucaklarıyla hikâyelerini doldurmaktadır. Beyoğlu, Burgaz Adası, köprü, Galata, Balıkpazarı, Kuledibi, Sur dışı insanları, deniz üstünde balık avcıları, Yüksek kaldırım, Tünel vb. hikâyecimizin en çok dolaştığı ve andığı çevrelerdir. Buralardaki meyhaneleri, kahveleri, parkları, tarlaları, sokakları, postahane, cadde, işkembeci, iskele, sabahçı kahve­si, bar gibi yerleri, yaşanan hayatları, sohbetleri, eğlenceleriyle eserlerine koy­muştur.

İstanbul’u anlatması, her köşesine sokulacak kadar iyi tanımasından ileri ge­lir. Bu sebepten, köyü ve köylüyü, Anadolu’da anlatmayıp Anadolu halkım da İs­tanbul içinde gördüğü şekilde yazmıştır. Bu konuda:

“Ama ne yapayım, der. Anadolu ve Anadolu insanına dair çok az şey biliyo­rum. Bilmediğim şeye burnumu sokamam ki…”

Sait Faik kişilere olduğu gibi çevreye de bir şair gözüyle bakar. Çirkinlikleri göstermek istemez. Sanki bir ruh ışığı, büyülü bir masal perdesi altında tutmak ister. Ortalığı kendi fantezisi ile değiştirip güzelleştirir. Karartıcı realizme kaç- maktansa güzel köşelerden devşirilmiş yeni bir dünya kurar.

Arkadaşı Orhan Veli gibi o da dünyaya sanki hayran olmak için gelmiştir. Sa­de tabiata değil sokaklara, ışıklara, deniz balıklarına, köpeğin rengine, çocukların güzelliğine de hayrandır. Çevreye başkalarının ve hikâye kişilerinin gözleriy­le bakmayı ve onlar hesabına hayran olmayı da bilir. Hikâyeci Tank Buğra’ya an­lattıklarım bu yönden değerlendirmek gerekiyor

“Bayılırdı İstiklâl Caddesi’nin bu saatlerine. Renkli neon lâmbaları karşısında trenden yeni inmiş bir kur’a, neferi gibi heyecanlanabiliyordu.

– Nesi var bayılacak? Derdim. O da:

– Sizin ovadan ilk defa İstanbul’a gelmiş birini düşün. Bu kalabalık, bu güzel kadınlar, şık adamlar, lokantalar, pınl pırıl vitrinler, renkli ışıklar… Adamcağız, masalda yaşıyormuş gibi olur. ”

Üslûp

Sait Faik’in hikâye üslûbunda göze çarpan birinci özellik, konuşur gibiliktir. Tahkiye, tasvir, söyleşme ve hitap gibi dört anlatım çeşidinde konuşuyor hissini vermektedir. Kenar mahalleden, bohem çevrelerden ve argo’dan da faydalanarak İstanbul halk şivesine dayanan canlı bir anlatım bulmuştur. Ona kadar, yazı dilin­de görülmeyen birçok kelime ve deyimleri kullanmıştır. Ancak şunu belirtelim ki, ondan önce gelen (Hüseyin Rahmi) ve çağdaşı olan (Orhan Kemal) bazı yazar­lar gibi “daha gerçek olur” düşüncesiyle şive taklidi yapmamıştır. Kişilerini özel şiveleriyle konuşturduğu hikâyeler birkaçı geçmez.

Üslûp bu yazarın kişiğinden süzülür. “Üslûp insanın kendisidir” fikrine, en iyi misal olacaklardan birisi de Sait Faik’tir. Bütün perişan, işsiz hayatını, kitabîlikten sakınan tavrını, bilgiçlikten nefretini, ıstırabını ve insanlığım bu üslûpta top­lanmış görürüz. Özentiye kapılmaksızın Türk dilini gerçekten beşerî bir anlatışa yükselttiği olmuştur.

Hakkıyla değerlendirdiği iki çift halk sözü ile bazen bir duygular âlemi yaşat­mıştır. Buna karşılık “nesrin matematik disiplininden hoşlanmaz. Hayatta ve ya­zıda hiçbir kuraldan hoşlanmadığı gibi.

Üslûbu yalınkat değildir, bol mecazlıdır ve bunların çoğu yenidir. Ama yapma­cıktan ve fazla süsten kaçar. Kalıplaşmış cümle yapısını kırıp, açık ve sıcak bir söyleyiş bulmuştur. Kelime hâzinesi, zengindir. Hele balığa ve denize ait kelime ve terimlerin binini bir çırpıda yazabilir. Üslûbunda nükteye, zekâ oyunlarına ve mizaha düşkünlüğü yoktur, bazen açık şekilde alaycı ve çok defa hicivci olduğu dikkati çeker.

Hikâyelerini bir kahve köşesinde, bir kırda çömelerek veya vapur güvertesin­de “iki ayağı bir pabuçta iken” saman kâğıdından sarı defterler üstüne “çırpıştırdığı”nı belirten Sait Faik, hiç de güzel yazmak tasası çekmemiştir. Bu yüzden, ba­şı sonu birbirini tutmaz düşük cümleleri de çoktur. Noktalama işaretlerini rastgele serpiştirmiştir. Öylesine düzensiz bir sanatçının can sıcaklığında hikâyeler ya­zabilmesi, ancak kendisindeki pek üstün kabiliyeti göstermektedir.

O, “Sahici sanatkâr ancak coştuğu zaman, ancak güzeli bulduğu zaman yazar. Yalnız keşfettiği zaman… Yoksa kendi görüşlerini ortaya sürmek için vesile ara­dığı zaman değil. ” der.

Aslında bu sözler, bir hikayeciden çok şaire yaraşır. Nitekim, bir anın, bir göz­lemin, tabiat veya insan güzelliğinin coşkunluğu ile yazan Sait Faik, heyecanlan ile hayranlığı ile duygulu sözleri ile bir şairdir. Onun hikâyelerini şiir gibi ezber­leyenler bile olmuştur.

Okunacak Eserler

Alangu, Tahir : Sait Faik İçin, 1956.

Alangu, Tahir : Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt 2,1964.

Balaban, Memduh : Sait Faik Üzerine, Varlık, sayı: 624-625.

Kutlu, Musa : Sait Faik’in Hikâye Dünyası, 1968.

Seçilmiş Hikâyeler

Dergisi               : Sait Faik İçin Özel Sayı,

Nisan 1954.

Taş, Fahri          : Sait Faik Abasıyanık, 1988.

Uyguner, Muzaffer : Sait Faik Abasıyanık 1964.

Uygun er, Muzaffer : Sait Faik’in Hayatı, 1959.

Yenilik Dergisi : Sait Faik Abasıyanık Özel Sayısı, 6 Haziran 1954. Yücebaş, Hilmi : Bütün Cepheleriyle Sait Faik,1964.

Sait Faik’ten Şiirler

 

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ

Çıplak heykeller yapmalıyım.

Çırılçıplak heykeller

Nefis rüyalarınız için

Ey önümden geçen ak sakallı kasketli

Yırtık mintanından adaleleri gözüken

Dilenci

Sana önce

Şiirlerin tadını

Aşkların tadını

Kitaplardan tattırmalıyım

Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden…

Söylemeliyim,

Yok.. Yok. meydanlarda bağırmalıyım,

Bu küçük

Güllerin buram buram tüttüğü

Anadolu şehri kahvesinde

Kiraz mevsiminin

Sevişme vakti olduğunu

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım

Baygınlık getiren şiirler

Kiraz mevsimi, kiraz

Küfelerle dolu pazar.

Zambaklar geçiriyor bir kadın Bir kadm bir bakraç yoğurt götürüyor Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı O biçimsiz Bizans şarkısı Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem Nasıl etsem, nasıl yapsam da Meydanlarda bağırsam Sokak başlarında sazımı çalsam Anlatsam şu kiraz mevsiminin Para kazanmak mevsimi değil Sevişme vakti olduğunu…

(Şimdi Sevişme Vakti)

YEİS

Akşam üstleri geliyor Tam insanlar işten çıkarken Salkım salkım tramvaylardan Bir güzel çocuk yüzüyle gülümsüyor Namussuz, akşam üstleri geliyor

Neremden yakalıyor; bilmiyorum Ben tam sevmeğe hazırlanırken On altı yaşındaki sevgilimi.

Elini elimle tutmak

Yirmi dört saatte bir

Sıcak bir lâf dinlemek isterken…

Rezil… Tam o saatlerde geliyor!

(Şimdi Sevişme Vakti)


BİR MASA

Bize bir masa ayır Yanakimu Aleksandra’m mızıka çalsın Aleksandra’mla benim için Siyaha çalar parmaklariyle Bir masa Üstü çiçeksiz Örtüsü gazeteden

Şarabı aşktan Hem hülyadan

Güftesi bayağı şarkılar Adi havalar

Meyhane acı zeytinyağı koksun Sen hoşnut ol Yanakimu

(Şimdi Sevişme Vakti)

Sait Faik’ten Hikâyeler

Menekşeli Vadi

İstanbul civarında bir bahçenin sahibi olan Bayram, bir gün çiçek satmak mak­sadıyla Beyoğlu’na gitmiş ve oranın zevklerine kapılarak yedi yıl evine uğramamış­tır. Bayram, bilet satıcılığı, arabacılık gibi işler yapmış, içkiye ve sefahata düşmüş­tür. Yedi sene sonra, bu hayattan bıktığı bir gün evine, karısının, iki çocuğunun, ana ve babasının yanma dönmek özleyişi duyar ve döner. Burada anlatılan “Menek­şeli Vadi” şimdi gökdelenler, dev beton binalar semti olan Mecidiyeköy’dür.

Kapı açıldı. Sarı saçlı bir kız çocuğu, çil mavi gözlerini Bayram’ın yüzüne ap­talca dikti. Sonra pırıl pırıl parlayan mavi gözler bana döndü, beni de süzdü. Ka­pı üstümüze örtüldü.

-Hırsız geldi anne!.. Vallahi hırsız, billahi hırsız!..

Başörtüsü ağzına bağlı, bembeyaz alınlı, siyah gözlü bir kadın, hayretle büyü­yen gözlerle karşımızdaydı. Evvelâ öyle, uzun uzun bakakaldı. Sonra başörtüsünü ağzından çekti, geri geri çekildi.

-Buyurun efendim, dedi.

İçeriye girdik. Önümüze hemence bir merdiven çıktı. On adım çıktık çıkma­dık, bir oda kapısının önünde idik. İçeriye girdik. Şimdi sac sobalı bir odadaydık. Odanın içinde keskin bir çocuk kokusu ile ıhlamur çiçeği kokusu vardı. Sedirin üzerine oturduk. Ortaya, yerden yapma, tahtadan bir yemek sofrası getirildi. Üs­tüne kırmızısı yer yer parlayan bakır bir sini kondu. Sinin üstünde turşu, peynir, reçel; katı pişmiş altı yumurta vardı. Oturduk, hepsini konuşmadan yedik. Küçük bir erkek çocuk, biz yemek yerken kapıyı açtı, bize baktı; kaçtı. Küçük kız hizmet etti. Saçları arkadan sımsıkı bağlanmış, şimdi alnı da gözükmeyen bir genç ka­dın, yemek bittikten sonra, sessizce birkaç defa girip çıkarak her şeyi topladı. Bir yükün kapağını açtı. İki yatak serdi. Çıktı. Sonra kahve getirdiler. Hiç konuşma­dan yattık. Sanki birbirimize darılmış gibi göz göze gelemiyor, surat ediyorduk.

Sabahleyin uyandığım zaman, Bayram’ı pencerenin önünde cigara içer bul­dum. Sedirde yanma oturdum. Dışarıya baktım. Önümde sis içinde bir bahçe uza­nıyordu. Kenarda yarısı cam, yansı hasır örtülü “ser” gibi bir şey vardı. Pencere­yi açtım. Güzel bir menekşe kokusu burnuma doldu. Hava ılık ılıktı. Sonra sis, ağır ağır açıldı. Gözümün önüne bir bostan serildi. Lahanalar, çiçekler, mayda­nozlar, salatalar şaha kalkmıştı. Öncelerde çiçeklerin arasında başka bahçeler, başka yamrı yumru binalar gözüküyordu. Her taraf aynı nebat, aynı hayvan, aynı çarpık ve birbirinden epey uzak binalarla doluydu. Menekşe, her taraf menekşe kokuyordu. Yolun tam ortasından şarıl şarıl bir de dere akıyordu. Akşam eve ge-, lirken, bu derenin içinden mi geçmiştik? Ayaklarım bile ıslanmamıştı.

İhtiyar bir adam yanımıza geldi. Bayram:

-Babam! Dedi.

Geceden ben ilk defa konuşmağa başlamıştık. Adam bana:

-Hoşgeldin oğlum! Dedi.

Sonra ihtiyar bir kadın süt getirdi. İhtiyar adama:

Pazara gidecek misin? Arabayı hazırlayayım mı? dedi.

Adam Bayram’a baktı. Bayram:

-Ben gideceğim pazara, anne! Dedi.

Yalnız ihtiyar kadın, buruşuk yanağına düşmeye hazırlanan damlayı yeniyle sildi. Başka hiç kimse bu dönüşten heyecanlanmadı gibi geldi bana.

Arabaya lâhana, pırasa, kırmızı turp; ıspanak yüklenmişti. Bindik. Küçük kız çocuğu koca koca bir demet menekşe getirip bana verdi. Rengi ayva gibi sapsan kesilmiş bir kadın, kucağında kerevizlerle koştu. Onları arabaya attı. Bayram’a yüzünü yerden kaldırmadan baktı. Ben de Bayram ’a baktım. Bayram, oralı bile ol­madı. Kadın arabanın arkasından epey zaman, araba kayboluncaya kadar baktı. Bayram araba köşeyi dönmeden ayağa kalktı. Kırbacını havada, beyaz beygirin üstünde, sonra arkasına dönüp kendisine bakmakta olan kadına doğru şaklattı. Kadının koşa koşa eve kaçtığını görmeğe zaman kalmadan köşeyi dönmüş, evi gözden kaybetmiştik.

Hâlâ menekşe kokuyordu. Kereviz kokusu da, ne keskin, ne güzeldi! Nereye ineceğimizi kestiremiyor, sormağa da dilim varmıyordu.

Bir pazar yerinde arabadan atladık. Bayram’ın etrafını madrabazlar sardı.

-Askerden döndün mü? Seni öldü sandık be Bayram!., diyorlardı.

-Ben gidiyorum Bayram! Dedim.

-Uğra bazı! Dedi.

Birtakım yollardan geçtim. Yokuş indim, yokuş çıktım, yine indim; kendimi Ortaköy’de buldum.

Menekşeli vadiye bir seneye yakın gidemedim. Bir gün arayayım dedim, bula­madım. Geçen sene, soğuk bir şubat gününde birkaç arkadaş, Mecidiyeköy taraf­larında bir lâhana tarlasına düştük. Önümüzde manzarası, derinliği, garipliği bi­zi kendine çeken bir vadi açılıyordu. Yumuşak bir toprağa basınca nerede oldu­ğumu anladım. Yumuşak toprağa koşa koşa indik. Vadi öyle ılık, öyle ılıktı ki! Bu­ram buram menekşe kokuyordu. Derenin kenarından yürüdük Bayram, bahçede kazma ile salataları çapalıyordu. Karısı eğilmiş, galiba ebegümeci topluyordu. Bayram, beni tanıyamadı. Ben de kendimi tanıtmadım.

Bahçenin kenarından geçerek yukarıya, Arnavutköy’ü tepelerine doğru yürür­ken burnumuza hâlâ menekşe kokusu geliyordu. Altımızda bir mayıs gününü bı­rakarak şubat aymı yukarda kamçı gibi bizi bekler bulduk.

(Lüzumsuz Adam, 1977, s. 182-185)

Sinağrit Baba

“Cehennem Nişanı”nda beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos. Deni­ze kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor.

Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı ka­yaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi? Sinağrit Baba döner mi av­dan. Pınl pırıl, eleğimsağma rengi pullariyle ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kra­lı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı Mm bilir. Altını, zümrütü, incisi, mercanı, sedefi lâcivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, ace­le mi ediyordur.

Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü bo­yunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar sey­retmiştir. Sinağrit Baba, ne oltalar koparmıştır.

Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos”un bir sırtı renksiz, yapışkan ve para­zitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisi mi muhteşem bir sofra­ya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki baş­ka dünyada yaşayan bir akıllı mahlûka kendini teslim etmeli.

Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur; kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet fukaradır ama, kibirli değildir. Sinağ­rit Baba fukaralıkta gururu sever. Öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı “Hasan”dır. Geç.. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insandan hoşlanır. Bir başka oltaya başvurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edep­sizdir; külhanîdir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba. Geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit Baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya baş vurma­ya değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit Baba iğ­neden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis oltasını hızla topladı.

-Vay anasını be Nikoli, dedi, iğneyi dümdüz etti.

Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğuyle sarsmakta olan sinağrit Baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvelâ sarhoştu. Sonra ah­lâksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti; hiç kıskanç değildi. Fukara idi. Kibirli idi de. Sinağrit Baba kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini be­ğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura benzeyen şey, yerinde, vaktin­de bir gurur; o da değil, insanoğlunun insanlığından, tâ saçının dibinden oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gu­rur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fır döndüsünden alıp gidemezdi.

Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.

Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lâcivert âlem içinde hafifçe yaka- mozlanan oltalarla, cıvalı zokalardan aydınlanan saray meydanını seyrediyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fe­ner vardı. Öteki kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarıya çıkarlar- km dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarı ki dünyayı görmeğe bir türlü ka­rar veremiyorlardı. Sinağrit Baba’ya büyüyen gözleriyle “Bizi kurtar şu lanetleme­den ” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu mu idi, tamamdı. Ama hiç birini kurtaramıyor hareketsiz duru­yordu. Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister hava, ister kara, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat âleminde olsun bir kişinin akü ile hiçbir şeyin halledilemeye­ceğim bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarma­nın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri za­man bu hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa gidip Sinağrit Baba ol­tayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?..

O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da ya­kalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit Baba büyük gözleriyle kendi­sini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba etrafı kırmm, içi aydınlık siyah göz­leriyle bir daha baktı, bir daha baktı. Birdenbire ürperdi Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bilemediği­miz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye ka­dar hiç imtihan geçilmemişti. Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinağrit Babanın is­tediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cö­mertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tâbi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisi idi. Kimdi, ne idi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama, bel­ki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana ka­dar bir defa bile, bir imtihana bile sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna ka­dar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölme­den evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnın­da okuyordu. Bu adam, o kadar talihli idi ki, daha iki yüzlülüğünü kendi kendisi­ne bile, duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanırmıydı? Sinağrit Baba hıramdan tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzım açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini, böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında piş­man ve mağlûp verdi. (Mahalle Kahvesi, 1954)

Tür k Ülkesi

Gazinonun birinde Semiramis cazı, ötekinde meşhur tenor Atina radyosundan Andon Çamakis ve arkadaşları, gitarist Lambo refakatinde. Kulüpte yemekli dans, kotyon ve sürprizler. Sahada gece basketbol maçı, Paradisos’ta mehtap eğ­lencesi: İndos’ta dans müsabakası…

Bir yaz gecesi, bir cumartesi akşamı, bir sayfiye yeri: Ilık mı ılık, yıldızlı mı yıl­dızlı, durgun mu durgun.

Arasıra çamdan, fundadan, defne ve zeytinden, denizden ve karanlıktan; köşk bahçelerinin havuzundan çıkma, yerli otlak bir lüfer balığının dibinde geziniriy­le fiske fiske denizden fırlama, öldürürcesine serin, gebertircesine kokulu, kim olursa olsun; ne olursa olsun bir mahlûk dudaklarına muhtaç bir insanın ruh ha­lini kamçılayan, bir rüzgâr… Denizdeki sandalda gramofon, balıkçı kahvesinde oparlör, genç kız ve oğlan ağızlarında ıslık, her şarkıda bir Maria ve Marika… Bir garip tabiat zevki ve insan zevksizliği ile uçup giden bir gemiye benzeyen bir ada…

Bu kadar anasının gözü bir gecede yalnızdım.

O Türkçe tangolar yokmu iğreniyorum. O Rumca Zehra’lı, Aspasya’lı, sagapolu ve kardiyalı şeyler yok mu pöff… O Amerikanca inek böğürtülü kunduracı, kun­duracı diye haykıran raspalar yok mu… öööö, bööö…

Şöyle iki dişe dokunan, ciğere işleyen söz işitsem, şöyle tatlı, basit; mütevazı sözleri yine öyle tatlı; basitçe ifade eden bir musiki, bir nağme duysam yok mu…

Ağustos gecesinin yıldızlarını dakikada bir kaydıran gök, fısıldayan ağaçlar, havlayan köpekler; balıkçının çektiği küreğin şıpırtısı bu oparlördeki adilikleri yadırgamışlar da daha peşten, daha derinden, daha sessiz kayıyor yıldız; balıkçı­nın çektiği küreğin sudan çıktıktan sonra düşürdüğü damlaların sesi duyulmu­yor, altında oturduğum ağaç durmuş, tıkamış kulaklarım, büzülmüş kabuğuna hissetmemek için. Nerdeler ağustos böcekleri? Nerde, soğuk fenerlerini takmış uçuşan o ateş böcekleri?

Rakı, şarap ve biraların karşısında, neon ışıkların altında peçete, çatal, İsta­koz, buz, buz kabı, dekolte, sahte pembe inci, hakikî pırlanta, pudranın koku, pı­rıltı ve lezzeti içinde altında eğleniyor; yuvarlak kadınları ile yuvarlacık pınl pı­rıl, refah içinde bir takım traşlı erkekler eğleniyorlar.

Gazinoların camı ve perdesi dışında balıkçı aileleri de bu yuvarlak ve zengin velinimetlerinin eğlentisine dışardan da olsa, seyir ile olsa katıldıkları için mem­nunlar.

Bir Balıkçı karısı ötekine:

-Aspasya, bak sizin kiracılara…

Kiracılar şimdi birdenbire kıpkırmızı yanan ışıkların altında veryansın ediyor­lar sambayı.

Yol boyunca bu kadar taşkın, bu kadar kendine has, bu kadar mahsus zevkten adım adım uzaklaşırken bir yapı yerine düştüm. Yapı bir kenarda putrelleri, de­mir telleri, beton sütunlan ile şimdilik bir garip harabe halinde. Köşeye tahtadan, küçücük bir kulübe yapmışlar. Bekâr işçilerin gece barınmaları için herhalde dı­şardan küçücük, şirin ama penceresiz bir yapı. İçerisini sonradan gördüm. Üstüste karanlık ve dar kerevetler koymuşlar, koğuş haline getirmişler. İçerde pence­resiz; dört köşe odanın içine otuz beş kişiyi yığıvermişler. Bereket ki kocaman bir kapısı var. İçerdeki ter ve insan kokusuna dışarının yaz gecesi su gibi girip çıkı­yor. Bu yapının önüne gelince bir ağlama sesi duydum. Arasıra sessizce “Yaşa, va­rol âşık!” diyen sessiz sesler işittim. Çömeldim. Dinledim. Âşık hep yaylanın ve ıs­sız dağın insanının kelimelerini söylüyordu. Yâr, diyordu. Kaza kader, diyordu. Merhaba; diyordu. Ölü diyordu. Vardım, diyordu. Zeval diyordu. Dağ ses verdi, di­yordu. Issız, diyordu. Gurbet, diyordu. Tevrat, Zebur Kur’ân, İncil, diyordu.

Bir aralık dışardan birinin kafasını tahta kulübenin yüzüne yaslayıp, gece ya­rısından sonra ıssız bir yerde mehtap seyreder gibi dalmış gitmiş bir adamın gel­diğini mi âşığa haber verdiler, bilmem. Belki de âşık kendi kendisine bana hitap eder gibi konuşuyordu. Belki de kitapların bile düşman edemiyeceği bir insanlık olabileceğini önce hesap edemedi. Bir dinsiz insan olarak dinleyemeyeceğimi, sezemeyeceğimi sandığı insanlığıma söylermiş gibi:

-Tevrat ile, İncil ile, Zebur ile, Kur’ân ile geldin ise merhaba, dedi. Aynı kita­bın bile insanları birbirine düşman ettiğini bilmiyorlar mıydı? Bir kitapsızın in­sanlık duygularıyla âşıkı ve âşıkların meclisini sambalara, rampa, raspalara, rum­balara değişmeyeceğini bilmiyorlar mıydı? Yeni dünyaların, yeni zevklerin, yeni hususî olmayan eğlencelerin düşmansızlıklardan doğacağını bilenler penceresiz kulübenin içinde incecik bir tek telden yeni dünyalar, yeni zevkler, yeni duygular pazarını top kumaşlar gibi açmışlardı. Dinle duyduklarını bir dinsizin dinlediği­ni ve duyduğunu da sezmiş gibi, sereserpe, bile bilmeye; alaturka, tek telden ko­nuşan âşık bir aralık kızmış gibi yaptı.

-Kitapsıza merhaba, dedi.

İçim sevinçle doldu. Yakın kahveciye içerde kaç kişi olduklarını sordum. Otuz beş kişi, dedi. Ya, dedim, ayrılıyordum. Orta boylu, tıknaz, topal yapı sahibi ar­kamdan seslendi:

– Ne yapacaktın sayılarını? dedi.

Hiç, sordum, dedim.

Söyle, söyle hele?

– Birer gazoz ısmarlayacaktım da…

– Sana tuzluya oturur, dedi.

Kahveciye döndü, emretti.

– Götür onlara otuz beş gazoz, dedi.

– Var ol Mehmet Bey, dedim. Yapında âşık parmağı var; zeval görmez, dedim.

–  Geçen akşam ben de dinledim, dedi. Güzel okuyor, güzel çalıyor oğlan, ço­banmış, okumak yazmak bilmezmiş…

– Biz biliyor muyuz? Mehmet Bey, dedim.

– Bilir geçiniyoruz a, dedi.

Rakısını kadehine doldurdu. Erzurumlu Ermeni kahveci oparlörü açtı. Pis tango:

Kıskanç değilim fakat Başkalarına bakma Beni çıldırtacaksın diye haykırmağa başladı.

Gittim bir ağaç altına oturdum. Balıkçı küreğinin şıpırtısını duymağa başla­mıştım. Arada bir sazın sesi de geliyordu. Sırtımı verdiğim ağaç da kımıldamağa başlamıştı.

Nasıl oldu bilmem, birdenbire sanki bir uçaktan bütün bir Türk ülkesini bir anda kavramışım gibi oldum. Ne sabahleyin okuduğum pis gazete, ne hocasını öl­düren kavruk delikanlı, açıkçası şu İstanbul, daha doğrusu şehir denen bina ve insan, iş güç, politika, gazete, tiyatro, sinema, radyo, dedikodu âleminden öte bir başka Türk varlığını yaşayan variığımın ölünceye kadar benimle beraber olacak ruhumla duydum. Bu, o yüz bin satan gazetelerin, âdi romanların, çirkin ve meş­hur sesli radyo hanendelerinin, ümitsiz gününü gün etmeye çalışan politikacıla­rın gürültüsünden sezilmeyen bir musiki gibi bir şeydi. Aman yarabbi, ne güzel­di bu Türk sesi! Aman yarabbi, neler söylemiyordu! Dağ, yayla, kır, orman, aç, has­ta, bakımsız, bilgisiz, cahil bir kalabalık şeklinde gösterilmek istendiği zaman öy­le olan insanların bulunduğu memleketti. Ama orada sesler, vardı M, hakikat de­nilen şeyin belki de aslı o seslerdi. Birdenbire akşam oluyor, keder basıyor, bilgi­siz, cahil, aç ve hasta adam ormanın kenarındaki çimenlere oturuyor ve kara ko- yununa meçhul bir sevgiliden kavalıyla söz açıyordu. Bu sözde bilgi, bu sözde…

(Ne söylesem boş, ne söylesem anlatamam artık, iyisi susayım, bitireyim hikâ­yemi). (Son Kuşlar, 1965, s.103-108)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Adapazarı’nda doğdu (1906). İlköğrenimini doğduğu kentte, Rehber-i Terakki adlı özel okulda, ortaöğrenimini Bursa Erkek Lisesi’nde tamamla­dı (1928). Bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu (1928-30). Bitirmeden ayrıldı. Üç yıl kadar da Grenoble’de (Fransa) edebiyat öğrenimi gördü. Yurda dönünce babası­nın Yağ iskelesi’nde kurduğu ticarethanede çalıştı, işin gerektirdiği koşul­lara uyamadı. Birkaç ders dönemi Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulu’nda Türkçe grup dersleri okuttu. Kısa bir süre de Haber gazetesinde adliye mu­habirliği yaptı (1942) bıraktı. Annesi Makbule Hanım’ın olanakları içinde yaşamaya razı olarak kendini edebiyata verdi. Yaşamının kalan yıllarını Burgaz Adası’nda geçirdi. Amerika’daki “Mark Twain Derneği’ne fahri üye” seçildi (1953). Siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da öldü (11 Mayıs 1954). Ölümünden sonra annesinin Dârüşşafaka Cemiyeti’ne bağışladığı, Burgaz Adası’ndaki evi, bu kurum tarafından Sait Faik Müze­si yapıldı (11 Mayıs 1964) ve adına bir armağan kondu.

Sait Faik’in ilk öyküsü, Milliyet gazetesinin sanat sayfasında çıkmıştı. Sonraki ürünlerini Varlık (1934-35 yıllarında 11 öykü) ve Ağaç (1936) der­gilerinde yayımladı. Yeni edebiyat hareketinin mücadele evrelerinde önem­li yerleri olan Servet-i Fünun, Ses-Yeni Ses (1939-40), Sokak (1940), işte (1944), Yürüyüş (1942-44), Gün (1946), Yaprak (1949-50), Yenilik (1952-54) dergilerinde de yazdı. 1940’ta Şahmerdan kitabında yer alan “Çelme” adlı öyküsünden dolayı Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılandı. Beraat etti. 1944’te, yıllar sonra Bir Takım İnsanlar adıyla yeniden çıkan, Medan Maişet Motoru adlı romanı toplatıldı.

Sanatı

Sait Faik’in sanatında ilk aşama olarak sayabileceğimiz Semaver, Sarnıç, Şahmerdan kitaplarını oluşturan öyküler 1934-39 yıllarının ürünleridir, ilk kitaba aldığı öykülerin çoğunluğu Varlık dergisinde çıkmıştır. Aralarında ipekli Mendil (15 Nisan 1934), Bohça (15 Ocak 1934), Semaver (1 Nisan 1935), Düğün Gecesi (1 Ekim 1934) gibi daha başlangıç evresinde, sanatçı kişiliğini ortaya koyan yapıtlar vardır.

Yapısal yönden, geleneksel öykü anlayışının geçerli olduğunu söyleyebi­leceğimiz bu yıllarda Reşat Nuri, yaşama bakışı, kişileri ve konumları; olaylara sıkı sıkıya bağlılığı ve tekniğiyle Ömer Seyfettin öyküsünün sınır­ları içindedir. Sadri Ertem, anlatım yönünden beğeni rengini bulamamış; Halit Ziya, F. Celalettin -dönemin genç kuşaklarını etkilemesi söz konusu olamayacak- eski ve “roman özeti” niteliğindeki ürünleriyle, çağdaşlaşma süreci içinde kendini kavramaya başlayan insandan uzak kalmışlardır.

Semaver’i oluşturan öykülere etki gücü kazandıran, özünde çağdaş insana özgü bakış açısı, bilgi genişliği, birey ve toplum anlayışı ve bu öze ilişkin de­ğerleri sanat öğeleriyle özümleme gücüdür. Öykücülüğünün ilk evresinde Sait Faik’i kendinden öncekilerden ayıran bu özellikleri şöyle somutlayabiliriz:

1) Toplumdan soyutlanmayan insanın doğadan da soyutlanmaması;

2) Geleneksel olay öyküsünün genellikle zorunlu bıraktığı tehlikelerden uzak kalarak, kişilerle olay arasında doğal, yerinde ve kuşku uyandırmayan bir­liktelikler yaratması;

3) Toplumun değişik tabakalarındaki insanların (ka­saba eşrafının, küçük burjuvaların, balıkçıların) yanı sıra kendiliğinden sı­nıf olma düzeyindeki emekçilerin, birey olarak, yaşamın gerçekliği içinde verilmesi.

Ali semaveri, içinde ne ızdırap ne grev, ne de kaza olan bir fabrika­ya benzetirdi. Kıymettar elleri, salep fincanlarını kucaklayan burun­ları nezleli, kafaları grevli, ıztıraplı, pirinç bir semaver gibi tüten, sa­rışın ameleler…

“Semaver” öyküsünde okuduğumuz bu çok kısa bölümlerde “kıymettar eller, fabrika, patron, kafaları grevli, kaza, ıztırap” sözcükleri yarattığı çağ­rışımlarla, toplumsal olguları düşünmemize etken olurlar. Öte yandan top­lumun dışavuran özelliklerini ortam çizimlerinde yansıtmaya özen gösterir Sait Faik. Bu nedenle kent, kasaba, köy, deniz kıyısı “motif” olmaktan çı­kar, toplumsal olguyu düşüncemizde geliştirmemize yardım eden öğelerden biri durumuna gelir.

Kişilerin iç dünyalarıysa Sait Faik öyküsünde rastlantıyla yansıtılıyor gi­bidir. Sanatçı kimi üç beş sözcük, kimi bir iki satırla kişiliğin şiirini koyar ortaya. Usumuzda genişleyerek yeni boyutlar kazanan bu yansımalar yer yer kapitalizmin değiştirdiği ve değiştiremediği insana özgü simgeler taşı­maktadır. Yer yer insanlarının yazgılarına sinmiş durumların dramatik öğeleriyle donanmıştır.

Hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı. Şimdi bana öyle geliyor ki, sanki yüzüme bir gün bir gece baktı.

(Bir Define Arayıcısı, Semaver)

Yirmi beş otuz yaşlarında gözüküyordu. Yalnız gözlerinde büyük, korkak, acele bir şeyler vardı.

(Bir Takım İnsanlar, Şahmerdan)

Bu durum Semaver çıktığında, hiç kuşkusuz edebiyatımızın bilirkişilerin­den biri olan, Sabahattin Eyuboğlu’yu bile şaşırtmıştır. Diyor ki Eyuboğlu: Benim ilk aldığım intiba hikâyelerdeki tenhalıktır. Gerek şahıs az­lığı, gerek hadise azlığı ve gerek teferruat azlığı. Bu tenhalık intibaını veren şey tiplerin, hadiselerin ve teferruatın çok silik olmasıdır. (Kültür Haftası, sayı 14, 15 Nisan 1936).

Oysa kişilerin, olayların, ayrıntıların dengede tutulması Sait Faik öyküsü­nün başlıca ve “roman özeti” anlayışından kurtulma özellikleri sayılmalıdır.

Böyle bir ortamda Sait Faik’in ilk üç öykü kitabında yer yer kendiliğin­den sınıf olma düzeyindeki emekçiler, yaşamın gerçekliği içinde çıkar kar­şımıza. Sait Faik işçi sınıfının bireylerini getirirken de daha önce belirtiği- miz konum özelliklerinden saptırmaz öyküsünü. Amacı emek-sermaye çe­lişkisini yansıtmak değil, sermayenin değiştirdiği insana ilişkin durumları vermektir. “Semaver”, “İpekli Mendil”, “Şahmerdan”, “Çöpçü Ahmet”, “Bir Takım İnsanlar”, “Beyaz Pantolon” gibi öykülerinde kişiler konumla­rı, duyarlıkları, düşünüş biçimleri, yaşadıkları durumlar karşısındaki dav­ranışlarıyla tek parti döneminin insanlarıdırlar.

Sait Faik’in 1940-52 yılları arasında çıkan Lüzumsuz Adam, Havada Bulut, Mahalle Kahvesi, Havuz Başı, Son Kuşlar adlı yapıtlarını oluşturan öyküler temelde öncekilerle aynı özellikleri taşırlar. Belirgin değişiklik, bu döneminde sanatçının içtenlikle kendisiyle hesaplaşmayı göze almasıdır. Birçok öyküsünde kendine ilişkin sorunları, bunalımları, duyarlıkları, aç­maza düşmeleri ortaya koyarken toplumsal görünüşün biriktirdiği öfkeyi de gizlemez Sait Faik. Bu onun çarpık gelişmelerin yarattığı sahteliklerin, çirkinliklerin üstüne yürüyüş biçimidir; başkaldırısıdır.

İkinci Dünya Savaşı’mn yarattığı bunalımların oluşturduğu, sınıf değiş­tirme isterisine tutulmuş azgın bir orta tabaka ile kendine güveni artan bur­juvazinin çirkinleştirdiği toplum, sanatçının gözünde görülüp geçilen bir tablo olmaktan çıkmıştır artık. Umut ve tepki… Kuşağının öteki kimi sa­natçıları gibi onun da yazgısı olarak görünmektedir. Nedir ki bu iki kayna­ğı öykü kişilerine uyarlamaya çalışarak yapaylığa düşmez. Daha 1936 ta­rihlerini taşıyan “Bir Kıyının Dört Hikâyesi”nde (ilkin, Varlık dergisi, 15 Şubat 1936) “Adanın muhtekir ve obur esnafı” olarak nitelediği alışveriş erbabı üzerinde simgelenen kesime başkaldırı, özellikle 1940’tan sonraki yapıtlarında kimi ince yergi, kimi küfür, kimi açık eleştiri olarak görünür. Kapitalistleşmenin alabildiğine hızlandığı sürecin insanı, kafasındaki insan kavramıyla çeliştikçe huysuzlanır; ancak egemen güçlerin silinip yok olaca­ğı bir dünya özlemine tutunmaya çalışarak rahat eder.

Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mes’ut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya. Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulun­madığı… Pardon efendim… Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bu­lunmadığı bir dünya…

Sevilmeye layık küçücük kızların orospu olmadığı, geceleri hacı­ağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıkla otellere götüremediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar, haya, hayat, gece gündüz satılmadığı bir dünya… Muhabbet tellallarının günde otuz lira kazanmadığı bir dünya… So­kaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya. Kafanın, kolun çalışabil­diği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye selahiyetler kıvra­nan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyeleyebildiği bir dünya…

Ay Işığı Havada Bulut öyküsündeki bu özlem, bir yanı ile düzenin eleş­tirisidir. Bunu, “Çarşıya İnemem”, “On Milyonerle On Metresi”, “İnsan Gibi Bir Şey”, “Huy”, “Söyledim Durdum” gibi öykülerinde de değişik söyleyişlerle görebiliriz.

Öte yandan bozuk düzenin, yaşamını ve ahlakını çarpıtıp bozduğu ta­bandaki insanlar, Sait Faik öyküsünde haksızlık, iyilik kötülük kavramla­rına bağlı bir atmosfer içinde verilmişlerdir. Kuşkusuz açık bir değer ölçü­sü olarak belirmez bu durum. Sanatçı, tabana en yakın kesimdeki insanla­rın yaşamlarını etkileyen olumsuzlukları işlerken, yer yer kendine özgü vur­gulara başvurur. Toplumsal olguya dikkati çekmek ister. Bu tür öykülerin­de kişileri yaşamlarının önemli kesitlerini anlatarak somutlamaya çalışır­ken, geleneksel öykü örgüsüne yaklaşır. Olayı da etkisizleştirmez, aksine belirginleştirir; kişinin yaşamına bağlar.

Olayı da kişiyi de gözlemci olarak -dışardan- izlemediğini, birlikte ya­şadığım sezinleriz. Bu nedenle, bu tür öykülerinin en güzellerinden biri olan “Kestaneci Dostum”da (ilkin, Yürüyüş dergisi, sayı 11, 5 Aralık 1942) ge­lişmiş bir algılama yeteneğinin yarattığı etkilerle karşılaşırız. Bu aynı za­manda dramatiğin de kaynağı olarak görünür.

Düzenin, ahlak yönünden yiyip bitirdiği insanlara da yer yer öfkelenme­sine karşılık, çarpıtıp bozamadığı kişilere derin, şairce sevgisi, hayranlığı vardır Sait Faik’in, “Baba-Oğul”, “Karanfiller ve Domates Suyu”, “Hal­laç”, “Gün Ola Harman Ola” öykülerinde görebiliriz bunu. Bu iyi kalmış insanlarla yaşam gücü buluyor gibi sevinçli ve iyimserdir. Özellikle “Gün Ola Harman Ola” öyküsünde bu sevgi ve iyimserlik coşkuya dönüşür.

Şu saatte dünya yüzünde yaşayan kiminle tanışmak istersin deseler, bir parçacık bile düşünmem. Dünya bir yana, Mercan Usta bir yana.

Mercan Ustanın evini, çocuklarını, kaşık düşmanını, perdelerini, sedirlerini, ismini bilmediğim, meraktan çatladığım isimleri şiir dolu aletlerini… Mercan Usta bir yana, dünya bir yana.

İki kadehçik rakı Mercan Usta ile. Mercan Usta ile bir yer iskemle­sinde, bir ceviz ağacı altında bir öğle sohbeti… Mercan Usta ile her­halde şu saatte kapamış olduğu dükkânında balıklar, canavarlar, çar­kıfelekler, beyazterelerini, makkaplarını, hele ellerini, hele ellerini..

Sait Faik öyküsünün önemli bir özelliği de kendisine ilişkin duyguların, değişmelerin, ağaçlarla, kuşlarla, denizle yaşama özleminin ağır basması­dır. Savaşın iki yönlü etkisinin söz konusu olduğu bu evrede okumuş orta tabaka karanlığı, karaborsayı, sefaleti görmüş; en önemlisi yıllarca tek par­ti, sıkıyönetim koşullarında yaşamak zorunda kalmıştı. Kişinin iç dün­yasında ağırlığını duyuran bu etkiler, aynı zamanda insanlığını köreltme tehlikesi taşıyordu. Sait Faik, bu sorunlar karmaşasında özellikle haklılık, haksızlık kavramlarına bağlı doğrularından sapmayarak, açmazda kilitlen- memeye çalışarak, insansallığı köreltme tehlikesi taşıyan bir şeyin uzağında kalmaya baktı. Ayakta durmak gücünü yitireceğini anladığı zaman uzak­laşması, doğaya sığınması bu nedenle kaçmak değil, güç kazanmak biçi­minde yorumlanabilir. Uzaklaştığı zamanların öykülerinde çiçek, ağaç, bö­cek, kuş, balık, deniz genellikle yalnızlık giderme araçları olarak görünmez çünkü. Ya evrenselliğin güzelliğiyle donanarak sömürü düzeyindeki pislik­lerin üstüne yürümekte kullanır onları. Ya da simgesel değerler kazandıra­rak. Adnan Binyazar’ın yerinde çözümlemelerle belirttiği gibi, “ezenle ezi­len arasındaki çelişkiyi güç dengesizliğini ortaya” koyarken yararlanır.

Bu tür öykülerinde kullandığı öğelerse, soyut tamlamalarla doğayı bire­yin bunalımlarıyla kirlenmiş bir aynaya çevirmez. Aksine, güzelliğin düşün­mesi izlenimini veren somut, dünyasal öğelerdir,

Halbuki sonbahar koca yemişleri, beyaz esmer bulutlan, yakma­yan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca in­sana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mes’ut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.

Hastalığının ilerlediği evrede ender olarak da, birkaç öyküsünde artık yaşamının sürecinden umudunu kesen kişinin, kendisini kurcalamaya baş­ladığı, “neden böyle oldum” acısına düştüğü, tadamadığı mutlulukların ağırlığı altında kaldığı söylenebilir.

Ölümünden iki ay önce yayımlanan Alemdağda Var Bir Yılan (1954) ki­tabındaki üç dört öyküde bu içtepkiler, yer yer kendini açıklamaya, yer yer de sürrealizme götürmüştür. Ama bu evresinde bile yalnızlık -1950-60 yı­llarında kimi şairlerde gördüğümüz gibi- bir felsefi bağlanma değildir Sait Faik’te. Aksine, boyun eğmek zorunda kaldığı bir acıyı yaşayan (öleceğini bilen) bir hastanın kişisel dramı içinde bile yakınma biçiminde görünür.

Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gel­sin. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçek­ler, böcekler, insanoğulları…

(“Hişt Hişt”, Alemdağda Var Bir Yılan, ilk bas. 1954)

Uzun Öyküleri

Sait Faik’in roman olarak yayımlanan üç yapıtı, Medarı Maişet Motoru (Bir Takım İnsanlar), Havada Bulut, Kayıp Aranıyor’un yapıları, boyutla­rı üzerinde durularak değişik görüşler ileri sürüldü. Sabri Esat Siyavuşgil, bu tür yapıtların tümünü birden “uzun hikâye”; Tahir Alangu, ilk ikisini “birbirlerine zayıf ilintilerle bağlı seri hikâyeler” olarak nitelediler. Konur Ertop Kayıp Aranıyor’un sanatçının öteki yapıtlarına göre “roman tekniği­ne daha uygun” gördüğünü yazdı.

Medarı Maişet Motoru, genel çizgileriyle öykü-röportaj havasında ayrı parçaların birleştirilmesinden oluşmuş görünür. Ali Rıza (Kondos), Melek (Ali Rıza’nın kızı) ve Hikmet’in (büyütmesi) serüvenlerine bağlı önemli olaylarla geliştirilir. Yazar, kişilerinin peşine düşerek İstanbul’un değişik semtlerini yansıtırken, Medarı Maişet Motoru’nun kaptanı Hikmet’in kim­liğinde deniz adamını vermeye çalışır. Bir yandan Burgaz, Hayırsızada, Kaşık adası; bir yandan Galata, köprüaltı gibi kesimleriyle İstanbul, romanının omurgasında önemli bir yer alır.

Havada Bulut; “Havada Bulut – Ay Işığı – Havada Bulut – Büyük Hülyalar Kuralım – Karides’çinin evi – Yorgiya’nın Mahallesi – Kurabiye – Korkunç Bir Pastahane – Eleni ile Katina – Falcı Matmazel Todori – Birinci Mektup – ikin­ci Mektup – Sonu” adlarını taşıyan on üç bölümden oluşur. Yazar daha çok bağımsız öyküler izlenimi veren bu parçaların sonlarına belirtici eklemler ko­yarak yenisine geçer. Böylece anlatıcı, her parçada, ayn ayrı kişileri sahneye çı­karmış olur. Bu özelliğiyle Havada Bulut’u roman sayma olanağı yoktur.

Kayıp Aranıyor’da belirleyici bir durum temel alınarak, belli kişilerin yaşamlarının bir kesiti, işlenmiştir. Belirleyici durum, Konsolos Vildan Be­yin okumuş, üç dört dil bilen kızının (Nevin) kocasından (Özdemir) uzak­laştığı evredeki duygusal değişimleridir. Romanın ilk kesimlerinde Nevin (1. bas. sf. 11) “serbest” bir kadın olarak çıkar karşımıza. Boyacısından ba­lıkçısına kadar genç, yaşlı erkeklerle ahbaplık ederken onların diliyle ko­nuşmasını, onlar gibi hareket etmesini seven “erkek gibi bir kız” kimliğin­de görünür. Nedir ki özünde, pek de doğal sayılamayacak duyarlıkları var­dır Nevin’in. Bu kadınca duyarlığı cinsel tatminsizlik mi oluşturmuştur, be­lirmez pek. Beliren şey, Nevin’in kocasıyla arasının açık olmadığı evrede bir otobüs biletçisinin gösterdiği yakınlıktan kural dışına çıkacak kadar etki­lendiğidir. Bu nedenle romanın başında Nevin’in geleneklere boş verişini, okumuş bir konsolos kızının “popülizm” eğilimi gibi yorumlarken, daha sonra her şeyi unutacak ölçüde cinsel dürtülerin etkisine kapılabilecek bir kişi olarak görürüz. Ama Sait Faik her iki durumda da Nevin’in kimliğini güzel koyar ortaya. “Kuvvetli vursana be Hurşit… Amma da hanım evladı imişsin…” biçiminde tümcelerle kabadayı ağzına özendirerek konuşturur. Nedir ki, öykücülüğü ağır bastığı için tipleştiremez onu. Özdemir’in silik kalmasına karşın balıkçı Cemal canlıdır, iyi konmuştur.

Kayıp Aranıyor’da yaşamın bir kesitini değil, başkişilerin yaşamlarının bir kesitini verir Sait Faik. Bu nedenle, romanda tek parti döneminin son yıllarından yansımalarla karşılaşmamız söz konusu değildir. Yalnız kimi okumuşları bir içki sofrasında birleştirmekle küçük burjuvazinin bir kesi­mini sergilediği ve “arabalı şair” in kimliğinde sahteciliğe karşı tepkisini bo­şalttığı söylenebilir.

Sait Faik’in “uzun hikâye” ya da “roman” olarak nitelenen yapıtların­da öykü yazarlığı alışkanlıklarından kurtulamadığında birleşilmiştir.

Sait Faik Duyarlığı

“Bir Zamanlar” (Yeni Ses, Aralık 1939) adlı şiirinde Sait Faik öyküsü­nün belirleyici öğelerinden yansımalar görüyoruz: “Ben hikâye yazarken / Kafamdaki insanlar balığa çıkarlardı…”

Bilinçaltını babasının Yemiş İskelesi’nde açtığı işyerinin kasa hesapları­na kaptırıp akşam eve dönünce yazmaya çabalamak elinden gelmedi Sait Faik’in: Duyarlığım sonuna kadar yaşamak isteyen bir kişiliği vardı çünkü. Belki en çok bu yönünden güç kazanmış, ikiyüzlülükten, yalancılıktan arı­narak, bireysel anlarında da uzlaşımcılığa düşmekten korunmuştu. Özgür­lük kavramına insansal sorumlulukların dışında, keyfince yaşama anlamı veren bir “avare” değildi. Duyarlığını, etkisi anca duyumsanacak, bir ko­ruma silahı gibi taşıyarak büyük kenti adım adım dolaşması, insanların iç dünyalarına ulaşma gereksinmesinden doğuyordu. On bir öyküde karşımı­za çıkardığı kadını, erkeği, çocuğu, ihtiyarı, yoksulu, tuzu kuruları ile 500’ü aşkın insan bu gereksinmenin ürünüdür.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, sanatının ilk evresi sayabileceğimiz 1934-35 yıllarında Varlık dergisinde yayımladığı on bir öyküden üçünü, “ipekli Mendil’i, “Semaver”i, “Bohça”yı anımsayalım. Bu üç öyküde de okuru içinden yakalayan duyarlık, kişileri anca sınıfsal konumları içinde al­ma sonucu ulaşabilen bir sevgi yakınlığını gösterir. Nedir ki, insanların tü­müne aynı sevgiyle sokulmaz Sait Faik, ikinci Dünya Savaşı’nın vurguncu­su, karaborsacısı, kapkaççısı ve palazlanmaya başlayan burjuvası karşısın­da, sömürüden, zorbalıktan arınmış bir düzen düşünüsüne bakarak hizaya gelmeye çalışan bir yazarın tavrı vardır. Kişileri sınıfsal özelliklerinin insan­larıdırlar. Bu özelliklerinden ötürü yer yer emek-hak-sömürü bağlamında, başkaldırırken görürüz onları.

Sömürüye, haksızlığa, zorbalığa dayanan bir düzenden ötürü… Sait Fa­ik’in yaşadığı dönemin belirgin özelliklerini simgeleyen tabandaki insanla­ra bakarken, duyarlığının bu temel düşünüyle hareket kazandığını söyleye­biliriz. Hastalar, işsizler, işinden olmuşlar, işçiler, balıkçı teknelerinde süngü ucunda yaşayanlar, yalnız kalmışlar, insandan sayılmayanlar, vücutları­nı satan kadınlar, Çöpçü Ahmetler Sait Faik duyarlığına sevilmeye hak ka­zanmış yanlarıyla yansırken çıkarcılar durumlarının pislikleri içinde verilir­ler. Denebilir ki egemen sınıftan kişiler karşısında genellemeler yaparak ço­ğulu düşündürmeye özen gösterir Sait Faik.

1951’lerde “Yeryüzü” dergisinin açtığı soruşturmaya verdiği yanıtta sa­natçının görevini belirtirken şöyle yazıyordu:

Sanatkârın hiç olmazsa bugünkü sanatkârın vazifesi, kendi yur­dunda işsizlikle, dilencilikle, haksızlıkla, istismarcılıkla mücadeledir.

Özellikle 1952’den önceki öykülerinde kimi saptama, sergileme; kimi çağrışım, duyumsama, kimi yergi yoluyla bu temel düşünüye bağlı kaldığı­nı görürüz. Bakarsınız, tek tümceyle, bakarsınız bir tamlamayla ya çıkarcı­lıkla savaşma ışığı yakar içimizde ya gelecek güzel günlere umut sevinci ışı­tır. Ya da ezilen bireyin yaşamından kesitler sergiler.

YAPITLARI:

Ölümünden sonra bütün ya­pıdan yeniden yayımlandı. 1970’ten başlayarak Sait Faik / Bütün Eserleri di­zisinde; Semaver / Sarnıç, Şahmerdan / Lüzumsuz Adam, Medarı Maişet Mo­toru, Mahalle Kahvesi / Havada Bulut, Kumpanya / Kayıp Aranıyor, Havuz- başı / Son Kuşlar, Alemdağda Var Bir Yılan / Az Şekerli, Tüneldeki Çocuk / Mahkeme Kapısı, Balıkçının Ölümü I Yaşasın Edebiyat, Açık Hava Oteli / Ko­nuşmalar / Mektuplar, Müthiş Bir Tren / Çeviriler / Uyarlamalar, Yaşamak Hırsı, Şimdi Sevişme Vakti (şiirler) (1986), Sevgiliye Mektup (1987), Bitmemiş Senfoni (1989) adlarıyla 15 kitapta toplandı. Sabri Esat Siyavuşgil tarafından seçilip Fransızcaya çevrilen 41 öyküsü Un Point Sur la Carte (1962) adıyla Milli Eğitim Bakanlığınca Hollanda’da yayımlandı.

KAYNAKLAR: Yenilik (Haziran 1954); T. Alangu, Sait Faik İçin (1956); Muzaffer Uyguner, Sait Faik Abasıyanık’ın Hayatı (1959) ve S. F. Abasıyanık’ın Hayatı, Sanatı, Eserleri (1964); Fikri Cantürk-Güven Kalafat, Varlık (15 Ağustos 1963); Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt 3 (1965); Ö. F. Toprak, Yön (13 Mayıs 1966); Vedat Günyol, Dile Gelse­ler (1966); Adnan Binyazar, Türk Dili, sayı 228 (1970); Mahmut Alptekin, Sa­it Faik (1974), Bir Öykü Ustası Sait Faik Abasıyanık (1976); Behçet Necatigil, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü (1971,1979); Refika Taner-Asım Bezirci, Seç­me Hikâyeler (1981); Fethi Naci, Bir Hikayeci: Sait Faik-Bir Romancı: Yaşar Kemal (1990); Sait Faik ve Biz (Hazırlayanlar: Necla Çandağ, Nihat Kayabaşı,

1990); Muzaffer Uyguner, Türk Dili Dergisi (Temmuz-Ağustos 1990)

Kaynak: Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın.

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: 23 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nin sonuncu sını­fında iken Bursa Lisesi’ne geçti, buradan mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bir süre        Köyde ona Kör Mustafa derlerdi. Bir eğitim gördü. Ekonomi öğrenimi için İsviçre’ye gitti. Kısa süre kaldı sonra Fransa’ya geçti. Üç yıl Fransa’da yaşadı.    Yurda dönüşte ticaretle uğraştı. Bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe grup dersleri öğretmenliği yaptı.                 Öyküleriyle tanındı. Yaşamını Burgaz Ada’daki köşklerinde annesi ile geçirdi. Evlenmedi. 11 Mayıs 1954’te sirozdan öldü. Ölümünden sonra Burgaz Ada’daki evi müze haline getirildi. Adına “Sait Faik Hikaye Ödülü” oluşturuldu. Olayı temel              alan geleneksel öykü kalıplarını yıkarak Türk öykücülüğünde yeni bir çığır açtı. Şiirsel bir anlatım, gerçeği çeşitli durumla­rıyla görünür kılan bir gözlem ve izlenim gücüyle kendisinden sonraki öykücülere önderlik etti. Çağdaş edebiyata katkıla­rından dolayı Amerika’daki Uluslararası Mark Twain Derneği’nin onur üyeliğine seçildi.

 

Eserleri:

Kaynak: Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. Cilt, Hasan Latif SARIYÜCE, Nar yayınları, 2012

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Türk yazarı ve şairi (Adapazarı 1906-İstanbul 1954). Abasızoğullarından kereste tüccarı Mehmet Faik’in oğlu olan Sait Faik Abasıyanık, ilköğrenimini Adapazarı’nda tamamladı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra aile­si İstanbul’a yerleşince İstanbul Erkek Lisesi’ne veril­di. Onuncu sınıfta arkadaşlarıyla Arapça öğretmeni­ne yaptıkları bir şaka okuldan uzaklaştırılmalarına yol açtı ve lise öğrenimini Bursa’da tamamladı (1928). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne yazıldıysa da, aradığını bulamayıp ayrıldı ve babası­nın isteğiyle iktisat öğrenimi için Lozan’a gitti (1931). Orada da ancak on beş gün kalıp, Fran­sa’nın Grenoble kentine geçti ve Grenoble’da kal­dığı üç yıl süresinde öğrenimi bir yana bırakarak gönlünce yaşadı; babası tarafından geri çağrılınca da döndü (1935). Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulu’ndaki Türkçe öğretmenliğinden kısa süre sonra ayrı­lıp, babasının desteğiyle giriştiği fasulye tüccarlığı da iflasla sonuçlanınca, belli bir işle uğraşmadı. Haber gazetesinde bir ay süren adliye muhabirliği (1942) dışında, ölen babasının (1939) bıraktığı gelirle yaşa­yarak kendini yazarlığa adadı. Tutulduğu sirozdan kurtulamayarak öldü.

Lise yıllarında şiir ve öyküler yazmaya başlayan Sait Faik, Bursa Lisesi’nde kompozisyon ödevi ola­rak yazdığı ilk öyküsü İpekli Mendil edebiyat öğ­retmeninin övgüleriyle karşılanınca, ikinci öyküsü Zemberek’ ! yazdı. Uçurtmalar adlı ilk yazısı Milli­yet gazetesinde yayınlandı (9 Ocalo1929). 1934’te Varlık dergisinde yayınlanmaya başlayan öyküleriy­le hemen dikkati çekti; ilk şiirlerinin çoğunu da bu arada yayınladı.

Öykülerinin yanı sıra şiiri ikinci bir uğraş edinen Sait Faik, uzun öykü sayılabilecek iki roman ve öy­kü özelliği taşıyan elliyi aşkın röportaj da yazmış, 171 öyküsü ile 49 röportajı on üç kitapta toplanmış­tır (on Üçüncü kitabı Mahkeme Kapısı , Haber gaze­tesindeki röportajlarını kapsar). Basılmış onaltı kita­bı, ölümünden sonra önce Varlık (1965), sonra Bilgi yayınevleri tarafından sekiz kitapta toplanmış (1970), 1953’te ABD’deki Mark Twain Derneği ta­rafından, modern edebiyata hizmetlerinden ötürü onur üyeliği verilmiş, Burgazada’daki evi de müze haline getirilmiştir (1964). Öyküleri, Türkiye dışında yayınlanan birçok antolojiye alındığı gibi, 41 öykü­sünün Sabri Esat Siyavuşgil tarafından yapılan Fran­sızca çevirisi Hollanda’da basılmıştır (1962). ölü­münden sonra, anısını yaşatmak amacıyla annesi, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kurmuştur (1955).

Sait Faik’in öyküleri, konuları bakımından dört kü­mede toplanabilir: Çocukluk anıları ve Adapazarı- Bursa gözlemleri; Fransa yılları; İstanbul’un kenar semtleri ve yoksul insanlar; Adalar’da geçen günler ve balıkçılar. Bireysel duygulanımlasın, bilinçaltının, kişinin bunalımlarının ve yalnız adam psikolojisinin, kimi zaman gerçeküstücü bir anlatımla dile getirildi­ği öykülerini de ayrı bir kümede toplamak gerekir. Bu kümelendirme, öykücülüğünün evrimini de açık­lar. İlk öykülerinde gözlemci bir gerçekçilik görülür; ama bu gerçekçilik toplumcu bir tutum içermez; öznellik ağır basar. S. Faik, olaydan çok, bir duru­mun, anlık bir duygunun öykücüsüdür. Küçük insa­nın dünyasına eğilip, dramını yansıttığı sırada, insan ve doğa sevgisinin öyküye egemen olduğu görülür. Getirdiği biçim ve öz yeniliğiyle çağdaş Türk öykü­sünün doruklarından biri sayılmaktadır.

Öykü kitapları: Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahal­le Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1951), Son Kuşlar (1952), Alemdağda Var Bir Yılan (1954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955), Mahkeme Kapısı (1956).

Roman, şiir, deneme: Medar-ı Maişet Motoru (roman, 1944; sonradan Bir Takım İnsanlar adıyla, 1952), Havada Bulut (tornan, 1951), Kayıp Aranıyor (roman, 1953), Şimdi Sevişme Vakti (şiir, 1953), Ba­lıkçının Ölümü , Yaşasın Edebiyat (öykü, şiir, dene­me, 1977), Açıkhava 0fe//(1980).

KAYNAK: GROİLER İNTERNATİONAL ENCYCLOPEDİA, CİLT-1, 1993, DANBURY, CONNECTİCUT-İSTANBUL

Sait Faik Abasıyanık kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1906-1954) Türk öykücü. Gözleme dayanan ger­çekçi yaklaşımı, yalın dili ve anlatım tekniğindeki yenilikleriyle Türk öy­küsünün çağdaş sanat ortamına açıl­masına öncülük etmiştir. 23 Kasım 1906’da, Adapazarı’nda varlıklı bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. İlköğrenimine Adapazarı’nda Rehber-i Terakki Mektebi’nde baş­ladı. İki yıl Adapazarı İdadisi’nde okudu. Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesiyle ailesi 1922 yılında İstanbul’a taşındı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken Arapça hocasına yapılan tatsız bir şaka yüzünden sınıfın bütün öğrencileri farklı liselere dağıtılınca, o da Bursa Lisesi’ne gönderildi. Bu liseyi 1928’de iyi dereceyle bitirdi. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Türkoloji bölümüne iki yıl devam ettikten sonra babasının isteği üzerine iktisat öğrenimi için İsviçre’nin Lozan şehri­ne, oradan da Güneydoğu Fransa’da Grenoble’a gitti. Burada üç yıl düzensiz bir üniversiteli hayatı geçir­dikten sonra babası tarafından 1933’de geri çağırıldı.

Bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’nde Türkçe grup dersleri öğretmenliği yaptı. Babası yanı­na bir ortak vererek Yağ îskelesi’nde ona bir ticaret­hane açtıysa da bu deney Sait Faik’in beceriksizliği ve ortağının dürüst davranmaması yüzünden iflasla so­nuçlandı, ilk kitabı Semaver’i 1936’da yayımladı. Haber gazetesinde bir ay kadar adliye muhabirliği yaptı, ikinci kitabının çıktığı 1939 yılında babası öldü. Bundan böyle annesi ile kendisine miras kalan emlakin geliri ile başıboş bir hayat sürdü. Bir yandan da kalemiyle geçinmenin yollarım aradı. Yazları Burgaz adasındaki köşklerinde, kışları Şişli’deki apartmanlarında geçiren Sait Faik hiç evlenmedi. 1944 yılında Medar-ı Maişet Motoru adlı romanı hükümet tarafından toplatıldı. 1953 Mayısı’nda, modern edebi­yata hizmetlerinden dolayı, ABD’deki Uluslararası Mark Twain Derneği’nin onur üyeliğine seçildi. 11 Mayıs 1954’te, uzun zamandan beri çektiği siroz hastalığı nedeniyle, İstanbul’da kaldırıldığı klinikte bir iç kanama sonucu öldü.

Sait Faik ilk öykülerini 1936’da yayımladı. Bu Kültür tarih Türk edebiyatında, eğitimini Cumhuriyet’in ilk ortamı yıllarında görmüş olan kuşağın yazmaya başladığı yeni bir döneme rastlar. Yeni Türk edebiyatının temel sorunları, bir yanıyla kültüre, yani “Batılılaşma” sözcüğüyle özetlenebilecek bir doğrultuya, öteki yanıyla dile ilişkindir. Dilde yalınlaşma sorunu II. Meşrutiyet’ten beri Batılılaşma’nın türevi olarak ede­biyatta ağırlık kazanmıştır. Tek partili rejimin kültür çalışmasını Batıcılık doğrultusunda çözüme bağlamış olması ve bunun bir devlet politikası olarak somutluk kazanması, yeni yetişen yazarlara bir ölçüde belirli değerler sağlamıştır. Batıcılık sorununun bir tartışma olmaktan çıkması, dönemin yazarlarına bu kültürün değerlerini aynı kültür temeli üzerinde tartışma yolu­nu da açmış oluyordu.

Cumhuriyetle birlikte kimi yazarların devletten ve partiden bağımsız dergi ve yayınevi kurma çabala­rına da rastlanır. Batıcılık doğrultusunun değerlendi­rilmesi ise kaçınılmaz olarak çeşitli yorum farkları doğuruyordu. Örneğin, Batılılaşma’yı maddi, teknik bir kalkınma ve ilerleme yöntemi olarak görenlerle temel bireysel hak ve özgürlükleri kapsayan bir kültür bütünü olarak yorumlayanlar vardı. Daha da çeşitlendirilebilecek olan bu değerlendirme ve yorumlar Türk edebiyatına, yeni atılımların yapılabileceği elve­rişli bir ortam sağlıyordu.

Sait Faik, döneminin kültür ortamını ana çizgile­riyle paylaşan bir yazardır. Hem gelenekle hesaplaş­mayı, hem de dünya sistemi” içindeki sınıf esasına dayalı çatışma sorununu, düşünce merkezinden uzak tutmuştur. Ancak döneminin somut insan anlayışının çok ötesinde bir “insancıllık” arayışın­dan kaynaklanan kendi özgün yorumuyla, verili çerçeveyi kırmayı başarmıştır. Türk edebiyatındaki benzersiz yeri bu konuma bağlanabilir.

Sait Faik ilk yazdıklarından son yazdıklarına kadar (18 yıl) hep işçiler, balıkçılar, sefil çocuklar, yoksul ve çoğunlukla aylak insanları konu edinmiş, doğa karşısında izlenimci tutumunu elden bırakma­mıştır. İlk kitaplarında (Semaver, 1936; Sarnıç, 1939; Şahmerdan, 1940) sık sık bir “vakanüvis” edasıyla olayları kaydetmek tutumunu benimsemiştir. Denile­bilir ki, seçtiği yazı rengi daha fazlasını da gerektir­mez. Sevgilisine ipekli mendil almak için hırsızlık yapan çocuk, yoksulluk ve ilgisizlikten kocasının ölüsünü denize yuvarlamak zorunda kalan kadın, sevdiği kadını kaçırdığı halde ilişmeyen ama sonra genelevden getirip nikahlayan mahpus, yazarın gö­zünde üslup kaygılarını harekete getirmeyecek ölçüde “hikâye”dir. Ama ilk öykülerini izleyen çalışmaların­da öncekilere benzer olayları çok daha müdahaleci bir tutumla ele aldığı görülür. Bu metinlerde olay ustaca yalınlaştırılmış, ayrıntılardan arıtılmış ve yazılı olandan hiçbir cümlenin atılamayacağı ya da bir cümle bile eklenemeyeceği “saf” duruma indirgen­miştir.

Sait Faik’in üçüncü evresi onun teknik ve üslup bakımından yeni bir çığır açtığı dönemi kapsar. Bu döneminde uyguladığı anlatım tekniğinin gerçeküstücülerle bağlantısı olduğu çoğu kez dile getirilmiştir. Ancak felsefi anlamda Sait Faik’in gerçeküstücülerle bağlantısı yoktur. Onun “gerçekle benzeşirlik” çizgi­sinden ayrılarak olağandışı sahnelere yer verişi bir bilinçaltı boşalması değil, tam tersine başından beri sürdürdüğü öykü anlayışının vardığı gerekli bir nok­ta, bir tür biçimsel zorunluluktur.

Sıradan insanların vakanüvisliğinden olağanüstü izlenimciliğe giden gelişme, yazarın içinde bulunduğu toplumsal ortamla sıkıca ilişkilidir. 1936-1946 yılları tek parti yönetimi altında devlet kapitalizminin ve özel sermaye birikiminin güçlendirildiği yıllardır. Devletin kültür politikası Batılı değerlerin Türkiye’de temellendirilmesine yöneliktir. Söz konusu hedefler için gerekli ortam da hazırdır. Gerek Batılı yaşama biçimini uygulayacak varlıklı ailelerden oluşan bir toplumsal katman, gerekse Batılı tarzda bilgi aktarı­mını ateşli bir biçimde savunacak bir memurlar kesimi ülkede yeterli sayıda ve etkin durumdadır. Bu duru­mun, söz konusu günlerin Türk toplumunda baskının yerleşip kökleşmesinde kolaylık sağladığı söylenebilir. Uygulanan iktisat politikası, zoraki kültür değişimine ilişkin program ve II. Dünya Savaşı toplumun yoksul tabakaları için yaşama koşullarını alabildiğine güçleş­tirmiştir.

Sait Faik’in öykülerine konu seçtiği insanlar bu güçlüklerin içinde umutsuz bir çırpınışı yaşayan insanlardır. Yazar ailesinden ve eğitiminden gelen özellikler nedeniyle kendini hem yoksul insanların yaşama şartlarının iyileştirilmesinden, hem de yürür­lükteki baskı mekanizmasının sonuçlarından sorumlu tutar. Sait Faik’in babasının Kurtuluş Savaşı yıllarında Adapazarı’nda belediye reisliği yapmış ve memuriyet hayatını bırakıp ticarete atılarak bu alanda başarı kazanmış bir kimse oluşu bu açıdan dikkat çekicidir. Sait Faik’in kendisi de Kuvayı Milliye ruhuna sadık ve memurların “memleketi medeni, Avrupai hale getir­mek için” uğraştıkları inancını taşıyan kesimin bir üyesidir. Halka rağmen halkçılık bir bakıma o dönem aydınlarının ortak yazgısıdır. Tek parti yönetiminin iktisadi ve kültürel alandaki haksızlığı gözler önünde olsa da, haklılık yine o haksızlığı yürüten insanların ideolojisinde, tutumlarında aranmaktadır. Bu dönem edebiyatı da halka ve topluma yoğun bir ilginin yöneldiği bir edebiyat özelliği taşır. Nâzım Hikmet’in şiirlerinin, Sabahattin Ali’nin öykülerinin dikkat çek­tiği bir dönemi “şiire kasket giydiren” Garip akımı izler. Böylesi koşullar altında Sait Faik’in niçin halktan kişilerin yaşadığı olayları sıralamakla öykü kurmayı seçtiği kolayca anlaşılabilir. Bu insanların yaşamlarına dair notları yalnızca kaydetmek yeterince önemli, yeterince dikkat çekici ve anlam yüklü olabilmektedir.

İlk öykülerinde Sait Faik, sonuna kadar götüre­ceği insanın özüne ilişkin bir umudu sık sık dile getirse de karanlık tablolar, hatta boğucu bir atmos­fer yaratmaktan geri duramaz, çünkü yaşam zaten güvensiz ve karanlıktır. Ancak Sait Faik öyküsünün ortamı, yaşama sevincine daha çok yer veren, insanda güvenilmeye değer öğelerin daha göze batan bir biçimde sunulduğu yönde değişir. Bunun, Türkiye’de başlayan çok partili yaşam, savaş sonrasının siyasi genişlemesi ve halk kesimlerinin refah düzeyinde görülen iyileşmeyle bağlantısız olduğu düşünülemez. Öykülerin konusu yine yoksul, hatta sefil insanlardır ve hatta anılara dayalı olanları yine çoğunlukla tek parti döneminin olaylarıyla örülmüştür; ama yazarın ilk dönemine ait tutanak üslubu artık yok olmuştur. Art arda sıralanan olayların sayısı azalmış, öykülere inandırıcı ayrıntılar ve tutumlu duygu çözümlemeleri egemen olmuştur. Yazar ana sorunları üzerinde dü­şünmek için daha elverişli bir toplumsal çerçeveye sahiptir. Kahramanlarından birine eski bir asker kaputu giydirdiği için sorguya çekilen, hiçbir siyasi hedef göstermeyen romanı (Medar-ı Maişet Motoru) toplatılan yazar için yeni siyasi şartların önemi yadsınamaz.

Bu doğrultuda Sait Faik, Az Şekerli (1954), Alemdağda Var Bir Yılan (1954), kitaplarıyla ve bu yıllarda dergilerde yayımlanan öyküleriyle üçüncü dönemine girer. Biçim kaygısı ön sırayı almıştır. Çünkü ona göre biçimin bulunmadığı yerde güzellik yoktur. Soyut tasarımlar olarak kafamızda beliren düşüncelerin ancak gözle görülen biçim içinde gerçek anlamı ve değeri ortaya çıkar. Algılar ve düşünceler, onlara herhangi bir ayıraç kullanılmadığı, belli bir ölçüye vurulmadıkları için, bizim belki güzel sandığı­mız soyut tasarımlardan ibaret kalır. Öyleyse güzel bulduğumuz şeyi ayrıca kendimiz güzel kılmak zo­rundayız. Bunu da kafa ve kol yorgunluğu ile, biçime verdiğimiz emekle, estetik uğruna sarf ettiğimiz özenle sağlayabiliriz. Sait Faik’in bu yaklaşımına dayanarak denilebilir ki onun son öykülerindeki olağandışı görünümler, gerçeküstücülerde rastlanılan denetimsiz bilinçaltı sondajları, rastlantıya dayalı arayış yöntemleri değil, bile isteye elde edilmiş ve işlenmiş biçimsel yapılardır. Daha doğru bir söyleyiş, Sait Faik’in ilk öykülerinden itibaren günlük yaşam içindeki olağandışıyı yakalayabilmek için belli bir öykü biçiminin peşinde olduğudur. Algının ve izleni­min gerçeği tanımada öncelik taşıdığı ve bununla birlikte gerçeğin de çok yüzü bulunduğu düşüncesi Sait Faik’te ilk öykülerinden sonunculara kadar ege­mendir. Düşle gerçeğin kesin sınırlarla birbirinden ayrıldığı doğru değildir: “Böyle bir vak’ayı rüyada da görsem yine başımdan geçmiş sayılır. Başımdan geçmemiş olsa içimden, rüyamdan, hülyamdan geçer miydi?”(Müthiş Bir Tren). Ne var ki bu düşünceye uygun biçimin gelişkin örneklerini ancak son öyküle­rinde verebilmiştir.

Sait Faik’in kullandığı dil, yarattığı tiplerin gün­lük diliyle kaynaşık olduğu kadar yaşadığı dönemin en anlaşılır ve ortalama Türkçe’sini de yansıtır. Çö­zümlemeye giriştiği zaman bile bir ölçüde savruk bir konuşma diline bağlı kalır. “Avantürye, alaminüt, fotografi, kurtizan” gibi Fransızca kelimeler de bu çerçeve içindedir. Yazarın dil tutumunun Türkçe’sinin yalınlaşması, arıtılması yönünde olduğu kesindir. “Normal” kelimesinin Türkçe’sinin bulunamayışından yakınır; bununla birlikte “özgür” kelimesini kullandığı cümleyi izleyen cümlede “hür” dediği görülür.

Sait Faik Türk öyküsünde insan araştırmacısı olarak benzersiz bir yere sahiptir. Gerçi konusu •yoksul insanlardır ve varlıklı kişilerle duygusal yakın­lığı olmadığını fırsat buldukça dile getirir; ama bu tutum onun insanı ve insanlar arası ilişkileri ele alırken sınıf sorununa dayalı bir ayıraç kullanmasına yol açmaz. Köylü şehirli ilişkilerinde oldukça şematik biçimde köylülere eğilim gösterir. Bir Türk için egzotik sayılabilecek bir Avrupa resmi çizerken de “italyan mahallesi”nde yoksulların gözlemcisidir. Türkiye’deki Ievantenler’i “bir sınıf yaratıp kızı, kısrağı, dansı, oyunu, yüzmesi, eğlencesiyle bir mem­leketin yerli ahalisinden başka türlü gözükmek, mevhum bir kolonizatör vaziyeti takınmak’la, “Mada­gaskar yerlilerinin Avrupalılar’a gösterdiği hayranlığı bizlerden beklemek’le suçlar (Plaj İnsanları). Ger­çekte “mevhum bir kolonizatör” ibaresi tek parti döneminin kültür ve iktisat politikasına dayalı bir göndermedir. Ancak Sait Faik ne halk kesimlerinin sahip olduğu değerlerin toplumun diğer kesimlerine egemen olması, ne de tarihten devralman değerlerin Dil kurtarıcılığına ilişkin herhangi bir görüş geliştirmez. Doğu-Batı veya emek-sermaye gibi ayrımlar bakımından tuttuğu bir taraf yoktur. Bununla birlikte farklı bir düşünme planında tuttuğu kesin bir taraf vardır: Doğanın ve doğalın, doğaçtan gelenin haklılı­ğı… “Kriz” adlı öyküsünde Fransızca olarak andığı şu yaklaşıma rastlarız: “Bitkisel ve hayvansal dünyanın ilerlemeye, ileriye, düzene, uyuma, yetkinliğe bir eğilimi olsa gerektir.” Sait Faik’e göre aynı imkân insanlar dünyası için dc geçerlidir. Eğer toplumda, insan ilişkilerinde yozluklar, kıyımlar, kötülükler varsa bütün bunlar doğal olanın kendini yeterince İnsan ve ortaya koyamayışından ileri gelmektedir. Doğallığı insan engelleyen ahlaklar, kültürler ve yapay kurumlardır, ilişkileri Sınıfsal, ulusal, kültürel sınırlar aşılırsa gerçek görüle­bilir. “İnsanları bilmeliyiz, anlamaya çalışmalıyız.

Yani konformist olmamayı, âdetlerin, ahlakların, her şeyin sulb (katı) halde olmadığını, hatta taşın toprağın bile aşınıp şekil değiştirdiğini bilmeliyiz.” (Yorgiya’ nın Mahallesi). Bu şekil değiştirme bugün kötüye doğru olmuşsa yarın iyiye doğru olabilir. Ancak Sait Faik’in doğaya büyük haklar tanıyışı, bir sosyal Darvincilik biçiminde değildir. Yazar hümanist de­ğerlerin topluma egemenliği yoluyla bir çözüme ulaşabileceğine inanır. “Papaz Efendi ” öyküsünde belirginleşen bu düşünce Sait Faik’in 18. yy aydırçlan-macılarıyla, genel çerçevesi itibarıyla rasyonalizmle ve giderek Rabelais’nin “Fais ce que voudras” (dilediğini yap) düşüncesiyle bağları olduğunu, 16. yy’dan bu yana Batılı anlayışa egemen olan hümanizmin genel çerçevesine rahatlıkla sığdığını gösterir. “İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o ». iyi tarafı bulmaya, ondan istifade etmeye mahkûmuz, Toplumsal mecburuz.” (Bir Takım İnsanlar). Sait Faik insanı en görüşleri somut koşullarda ele almak, onu kendi özgül çizgisin­de değerlendirmek konusunda bir öykücü ustalığı gösterme çabası içinde olmakla birlikte hesaplaş­masını somut varlıklar olarak tek tek insanlarla değil, bütün insanlarda olduğuna inandığı “gayri şahsi” eğilimler karşısında yapar. “Muhtarın oğlu bu hasta köpeklere düşman olduğu günden beri bütün zekâsı ve temizliğine rağmen gözümden düştü.”(Köy Hocası ile Sığırtmaç). Her ne kadar yazarın olumsuz tipleri kaytarmacı işçi, yarı aydın veya muhtekir, yalancı tüccar ise de bunları sınıfsal ilişkileri dolayısıyla, kültürel ortamlarının gerekleri açısından anlamlandır­maz; sanki bütün insanlara nüfuz eden “iyilik” veya “kötülük” etmenlerinin karmaşık raksını betimleme çabasındadır.

Sait Faik “hakikatin insanlarda ve onlarla olacak münasebetlerde” bulunduğu noktasından yola çıkar (Büyük Hülyalar Kuralım). Şehirler, köyler, arabalar yoktur, fakat insanlar vardır. Amacı gerçeği bulmak için çözümlemeci bir yöntem uygulamak değildir. Bu yüzden bütün kuramsal önçözümlerden uzak durur. Toplum normlarının dışında bir kişiyi ele aldığında (bu kişi ister bir hırsız, ister bir orospu, ister bir külhanbeyi olsun) onu ne kendisini kuşatan şartlar yüzünden belli bir davranışa zorlanmış olarak, ne de o kişinin yapısında yer alan bir veya birkaç özellik yüzünden belli bir davranışı seçmiş kişi olarak sunar. Yani ne indirgemeci ne de gerçek bir dirimselcidir. O kendi insanları arasındaki rekabetlere, kopukluklar ve-sevgilere karmaşık bir şehvetle yaklaşır. Yazar 20. yy’ın düşünce yaşamında önemli bir yer tutan ve biri toplumu, diğeri bireyi açıklamada önemli işlevler yüklenmiş iki yaklaşımın Manazm’in ve psikanalizin yabancısı değildir. Bununla birlikte böyle yaklaşımla­rın açıklamalarıyla çizilebilecek sınırlar içinde kalmaz.

“Ben fukarayı severim, dersin kendi kendine yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup çürüklerini; yüzünden açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi? (…)

“Bu şehir bu kadar pisken, bu kadar laubâli, bu kadar düşkünken, para kazanıp da kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da rahat edenleri, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan çekmişleri bir bakıma hâklı buluyorum gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar böyle ettiler bu şehri.” (Söylendim Durdum).

Her iki tarafa da yanaşamamanın veya aynı anda her iki tarafta olmanın rahatsızlığı içinde gerçeğin binlerce yüzünü tanımanın haklılığını arar:

“Bizim insanlarla (köylülerle) bura insanları (şe­hirliler) arasında da aynı fark vardır. Rengimiz daha koyu, içimiz daha parıltılıdır. (…) Köyü­mün insanları daha parıltılı, daha kavi dedim ya o da yalan. Nerede parıltı, birader? Parıltı dediğin ilimle marifetle olur. İnsan sanatında ilerledikçe parıldar. Kuvvete gelince, mısır ununun kuvvetiyle kuvvetle­nen insanın kuvveti…” (Bir Takım insanlar).

Sefaleti dile getiren ama bunu bir sınıf sorunu < olarak ortaya koymayan, insan tekini ele alırken idealizmin sözcülüğünü üstlenmeye hiç yanaşmayan, yani su yüzündeki çağdaş düşünce çatışmalarıyla oluşmuş taraflardan birine bağlanmaktan dikkatle kaçınan Sait Faik, kendi geliştirdiği bir alanda kesin­likle “taraftır. Kendi tarafını ısrarla savunmakta­dır ve bunu okuruna aktarmakta da son derece ustadır. Ona görebir yanda insan, öte yanda ise insanın yarattığı kültür ürünleri vardır. Kültür ürünleri ister üstün sanat yapıtları, isterse güçlü ve gerekli toplum­sal kurumlar olarak ortaya çıksın öncelik insana tanınmalıdır. Tutulacak taraf somut, her gün aramız­da olan, yaşayan insandır. Eti, kanı, niyetleri ve istekleriyle bu insanın feda edilmesi için hiçbir “kuramsal” açıklama geçerli olamaz. Çünkü karakter gelişebilir, gelişmelidir ve beklenen budur. “Hiçbir şey sulb değil.” Bu yaklaşım içinde Sait Faik hep somuttan, görünen, bilinen insan, doğa, eşya ilişkile­rinden söz açarken bir “görünmeyen”e gönderme yapar. Ancak bu “görünmeyen” yaşadığımız dünyada geçerli olan metafizik kalıplar içinde değildir. “Bu şehirde düşünülmez. Düşünme iyi değil, sıhhate muzurdur. Allah’ı bile düşünemezsin. Düşündü müy­dü karşısına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen insanlar çıkar. Avaidini (gelirlerini) isterler. (…) Bırak Allah’ı bir tarafa! O nasıl bizi sessizce bırakıp gittiyse, biz de onu tekrar buluncaya, yahut büsbütün yoktur denin­ceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor.” (Söylendim Durdum). İnsanların Allah’ı Allah’ın da insanları bıraktığı bir dünyada insana özgü olumlu değerlerin gelişip yaygınlaşmasına engel olan tutum Sait Faik’e göre, her küçük çevrenin kendi dar anlayışı içine kapanmasıdır. İçkin veya aşkın bir haklılık, bir doğru vardır; ama yalnızca kendi çemberi içinde kalmaktan fazlasını yapamayan her kişi, haklının, doğrunun belirip güç kazanmasına engeller koymuş olur. Bu yüzden “her türlü küçüklük, her türlü peşin hüküm, her türlü yalnız kendine çevrili ahlakla alay etmeli, o ahlakı kepaze etmeli, o nevi düşüncelerle mücadele etmelidir.” (Kumpanya). Bu mücadele top­lumsal kurumlar veya işlevler yoluyla yürütülen bir mücadele olmaktan çok uzaktır. Sait Faik sorunların çözümünü ararken de tıpkı dünyayı kavrama çabasın­da olduğu gibi tikel olana, gözlerimiz önündeki insana, tek tek her birimize öncelik verir: “Her insan kendi hissesine düşen bir, iki kişilik saadet payı için kavga etmeli. Hiç olmazsa bu kavgayı yapmalı ki asıl hakikat dünyasını bulsun. Bu kavgada kazanmalı ki Hanyayı Konyayı anlasın.” (Falcı Matmazel Todori).

Bir bakıma bireysel ve toplumsal “sorunların çözümü, ya da insanların mutluluğu tatmaları bu olaylar gerçekleşmeden önce boyutları kavranabilecek türden şeyler değildir. Böylesine somuta, gerçeğe tutkunluk Sait Faik’i alışılmış kalıpların içinde değilse bile tümüyle “gerçekçi” kılan bir öğedir. Nitekim Belçika Akademisi’nden Roger Bodart, Sait Faik’i Çehov ve Stevenson’la aynı çizgiye koymuştur.

Gerçekçiliğinin yanı sıra Sait Faik’te birçok Akde­nizli yazarda rastlanan taşkın bir yaşama ve anlama hırsı görülür. Şimdi Sevişme Vakti adıyla yayımladı­ğı şiirleri (1953) dil ve anlayış bakımından öykülerinin uzantısıdır, çünkü Sait Faik birden bitirişleri, çağrı­şımlara açık üslubu ve ruhsal karmaşıklığa tanıdığı geniş alanla öykülerini de şiire yaklaşma çabasıyla kaleme almıştır.

YAPITLAR:

Öykü:

Roman:

Şiir:

Röportaj-Öykü:

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansklopedisi, 1. Cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler