Kimdir

Sadık Yalsızuçanlar kimdir? Hayatı ve eserleri

Sadık Yalsızuçanlar kimdir? Hayatı ve eserleri: Malatya’da doğan hikâye, roman yazan Sadık Yalsızuçanlar, Dörtyol Ortaokul ve Iisesi’nden sonra Ankara Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1983’de bitirdi. Sivas Ulaş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği de yapan Sadık Yalsızuçanlar ’ın ilk yazısı Yeni Asya gazetesinde yayımlanmıştır. İslâmî Akıma bağ­lı olan yazarın Köprü dergisi ve Tasvir gazetesinde de yazıları çıkmıştır. Kendisi hâlen TRT Ankara Televizyonu Eğitim Kültür Programlan Müdürlüğü’nde yapım­cı olarak çalışmaktadır.  KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

Sadık Yalsızuçanlar hikâye kitapları:

Sadık Yalsızuçanlar, tek romanı Yakaza üzerinde kendisine yöneltilen iki soruyu şöyle cevaplandırmıştır:

“Yakaza”ya gelmek istiyorum. Romanın birçok yerinde okuyucuyu şaşırtan açıklamalar var. Özellikle olayların zamanım ilişkin… Nedir bu? Niçin zamanı da belirsizlik içinde görüyorsunuz?

“İşte, belirsizlik kavramına geldik sonunda. Sanırım sanatın büyüsüne, diline bizi büyük oranda çeken budur. Sanatı doğururken ya da örerken, nesnel ve ruh­sal dünyadaki ‘karmaşa’yı hep tanzim etme, yerli yerine oturtma endişesi vardır. Zaman da belirsiz. Bir anlamda hayatı, dış dünyayı flu görme isteğinden kaynak­lanıyor. Gerçekte “Yakaza”, 1950’lerin sonunda bir kasabada geçen olaylardan ha­reket etti. Fakat anlatıcının kendi macerasını da katarak…”

“Anlatıcının, yani sizin maceranız… Bu bakımdan Yakaza’nın otobiyografik bir roman olduğunu söyleyebilir miyiz?”

“Hayır hayır, bütünüyle değil. Bir kompozisyondur yapılan. “Yakaza”da, ken­di tecrübelerimden, hatıralarımdan yola çıktım. Fakat romanda da geçtiği gibi, “Hatıralarla roman yazılmayacağını” biliyorum. Bir bakıma doğmayla ölme, ya­pıntıyla gerçeklik arasında ilgiler aradım. Sanırım “Yakaza”, samimî bir üslûp arama çabası olarak yorumlanabilir. Belki de epizotlarla yazmak isteyişim, gün­lük olarak, bir anlamda… bundan. Bilinen örnekler gibi günlük değil tabiî. Her gün bir ad verme biçiminde, yani her günün anlamını metin içinde geçen bir sem­bolle de ifade ederek oldu. Aslında öğretmenliğe kaçan anlatıcı, Pireli Cevdet’le Şâkir Usta’nın, Hatice’nin, Dr. Hayta Bey’le Ebe Nihal’in hikâyesini yeniden dü­şünmek üzere gitmiş, İstanbul’da yaşadığı acılardan kaçarken yepyeni bir yaşayışın kucağında bulmuştur kendisini. Böylelikle başkalarının macerasını kendi macerasına ortak etmiştir.” (Orhan Keleş, Türkiye gazetesi, 13 Ocak 1993, s. 8) Daha ilk kitaplarını yayımlamış bir genç olmakla birlikte, Sadık Yalsızuçanlar ro­mancı olarak bir gelecek vaadindedir. Özellikle Gerçeği İnciten Papağan’da, ma­salı, şiiri, efsaneyi ve bol mecazı birleştiren yeni bir üslûbun sahibi olarak dikka­ti çekiyor. Sadık Yalsızuçanlar hikâyede Rasim Özdenören’den sonra, İslâmî Akımda bir imza olarak görünüyor.

Henüz az ifade etmiş olsa da Sadık Yalsızuçanlar ’ın hikâye roman anlayışı, yukarıda “ Yakaza”yı anlatırken görüldü. Hikâyelerine bakış açısını da “ Gerçeği İnciten Pa­pağan” için söylediklerinden açıklayabiliriz. Burada “Papağan” bir mecazdır, tak­litçiliğin, sahteliğin timsalidir. Sadık Yalsızuçanlar, bu sembolü şöyle anlatıyor

“Papağanlaşma süreci, aslında yeni başlamış bir hadise değil, öteden beri kül­türümüze musallat bir hastalıktır. ”

Hikâyelerinde “belli başlı bir olay” bulunmadığını da şöyle belirtiyor: “Yazı ile ciddî anlamda temas kurduğumdan beri “hikâyelemek” (tahkiye etmek)ten değil de, hikâyenin atmosferini yazmaktan yana oldum. Başka türlü, yani olayı nakle­derek, fotokopi yapar gibi anlatmak hiç de çekici ve anlamlı gelmiyor. Sanatın gerçeği, belki de daha gerçektir, diye düşünebilirsiniz. ”

Aşağıya bu yazarın “Bir Mecnun Masalı” adlı hikâyesini alacağım. O hikâye­deki mecaz, şiir, İslâmî motifler ve efsane karışımını, kitabın diğer bölümleri gi­bi “Gerçeği İnciten Papağan”da da bulabilirsiniz. Hikâyelerinin üslûp ve anlatı­mının oluşmasında Borges ve Marquez gibi iki ünlü ve moda romancının izleri vardır. Ancak zengin mecaz dünyası kesin olarak “İslâmî” ve millîdir. Yine bizim efsane, masal deyimleri “Bengisu, Simurg, papağan, yerin yedi kat altında saray”, “İsm-i âzam duası”, “Az gidip uz gitmek”, “Binbir gecenin gizemli kasırları’’, “Işık libaslı, gece dolduran Kur’an tilâveti’ vs. bu anlatıma asıl rengini vermektedir.

Sadık Yalsızuçanlar ’ın çoğu hikâyelerinde dünya ile ahiret, gerçek ile mecaz, yaşanan âlem ile kurulan dünyanın araları “bir adım” dahi değildir. Onun için, birin­den ötekine, inanılmayacak kadar çabuk geçilmektedir. Böylece, öbür dünya, Pa­ris, Ankara, İstanbul; velhasıl inançla gezilen veya masalda hayal edilen her yer, hikâyelerine mekân (çevre) olabilmektedir. Hikâyede bir “anlatıcı”nın yanı sıra, Papağan… Yeşil Gözlü Adam gibi sembol kişiler vardır.

Sadık Yalsızuçanlar ’ın hikâyeleri, devamlı masal, şiir, timsaller içinde görülmekle beraber, arka plânda, dünyanın haksızlıkları, yolsuzlukları, çekişmeleri, günde­lik hatta metafizik meseleler de sezilmektedir. Yine sanata dair görüşlere, duyuş­lara da yer verilmektedir. Ahlâksızlıklar, kötülükler, zulümler de teşhir edilmek­tedir. Yeni hikâyede moda olan “sıkıntı” teması da eksik değildir. Ancak yıldızlar, çiçekler gibi, hikâyecinin çok kullandığı aydınlık, mutluluk motifleri var ki, bun­lar gönülleri kararmaktan korumaktadır.

Şimdi bu saydığım temlerden, motiflerden, bazı çeşitler görelim:

“Ruhuma karabasan gibi çöken geceyi iyice kararttım. Gökyüzünde her parla­yana yıldız derdim. Boşunaydı göğü kızarttığım bir yangın sureti verdiğim.’’

(“Kuğu Büyüsü”, Gerçeği İnciten Papağan, s. 11.) “Mecazla teşbih en uzun ömrünü Yeşil Gözlü Adamın zihninde sürümüştü. Her çiçekten düş hâzinelerine giden bir menfez açardı. ”

“Basiretin kör olmasaydı (bağlanmasaydı) saraydaki ceylanları görürdün.”

(Gerçeği İnciten Papağan, s. 18.) “Bir gün dükkânda yalnızken, başını eline dayadı, insanlar arasında nasıl te­miz bir kimlikle yaşanabileceğini anlatan bir masal yazdı. ”                             (s. 20) “Yeşil Gözlü Adamın, bu büyük mecaz avcısının bir işi yoktu zaten.” (s. 23) “Sanatla ticareti takas eden yönetmen arkadaşını gördü, bir gün. İğrendi. ” (s. 30) “Beyoğlu’nda imge hırsızı şair arkadaşıyla karşılaştı… ‘Şaha kalkmış gümüş kanatlı atlar’ dizesindeki ‘atlar’ı çalmıştı.” (s. 30-31) “Yeşil Gözlü Adam için önemli olan şey, kafasını satmadan bir başkasına da bırakmadan taşıyabilmekti hayatta. Gerisi hep cüz’dü.” (s. 33) “Günlerce üzüntü içinde kıvrandı: Papağan, ceylanları avcılara ihbar etmişti. ”

(s. 43)

“Yazmanın, yaşamaktan daha değerli olduğunu düşündü. ”     (s. 42)

Bir Mecnun Masalı

Yaşlı padişahın saltanatının tahtıyla birlikte ihtiyarlayan saçları, geçmiş ve gelecek rüzgârları için hüzün şarkıları söylüyordu. Dünya güzeli kızları, her sabahın yepyeni bir yıkılış ve yapılışa gebe olduğu sanrısıyla gülüşüyorlardı:

Büyük kız: Kaz çiçeği Ortancası: Kız çiçeği Küçüğü: Gül çiçeğiydi.

Gülnar

İkinci Kadın ’ın Saray’a meyvesiydi.

Baba, sessiz, sonsuz bir gecede, kurşunî bulutlarla sehere şimşekler, yıldırım­lar yağdıran Gülnar’ın doğuşunu, açılıp kapanan kaderine, ukdelenmiş kederine sevindirmişti. “Babam, sevgili babam! Derinleştikçe büyüyen alnındaki çizgilere, ağardıkça çoğalan saçındaki ıstıraba kurban olduğum eşsiz babam! İhtiyarlığın­ca hüzün nedir babam? “Taht yığılıp kalıyordu. Yüce Padişah saltanatın ölümüne ağlıyor, dünyanın gözü önünde, zamanın ihtiyarlattığı tahtına gömülüyordu.

“Alın götürün beni. Sevdamızı değiştiren, kalbime karşı kalp getiren, bu ay ye­nisi, perilere tuzak bebeğimi. ” Taht çatırdadıkça, ülke insanlarının bahtına ma­tem haberleri doğuyordu.

Peri Padişahına Gülnar Sezgisi

Gece. Dünya simsiyah bir kabre dönüştü. Siyah kefeni giydi. Kalp kulağa açıl­dı, saltanat ömrünün gündüzü geceye, dünya gündüzü berzah gecesine, hayatın yazı ölümün kış gecesine dönüşüyordu.

Peri padişahının üç oğlu vardı ve üçünün de gönlü çiçeğe dönmüştü. Bal özü­ne düşen an ilhamı gibi.

“Biz ne yapalım da Sultan babamıza duyuralım?” dediler.

Akıldâneyi çağırdılar.

“Bahçıvana haber salın.”

Bahçıvan geldi.

“Üç tane karpuz kes bize” dediler. “Biri tam ergin olsun.”

Bahçıvan karpuzları kesti getirdi. Korkuyla elleri ve gözleri küçülüyor ve yal­varıyordu.

“Götür bunları, Sultan babamıza ver” dediler.

Bahçıvan dehşetle irkildi, korkuyla büzülen, küçülen, kuruyan bir yaprak damlası oldu. Son ra boyun eğdi, çaresiz götürdü.

“Şevketiyle kızları saldı” dedi.

Akıldaneyi çağırdılar.

Peri padişahından istekliler geldi. Bekledikleri buydu. Bütün dünyanın gözü, yıkılan ve eriyen tahtın yaşlı servetindeydi. Leş kargaları gibi üşüşmüşlerdi.

Gülnar geldiğinde yeni ay mı doğardı, Gülnar mı gelirdi bilinmezdi. Sarayda, zamanı süsleyen bir gül çiçeği gibi saklanmıştı.

Peri padişahının küçük oğlu deliler gibi âşıktı ona. Korkuyor, ihtiyarlıyor ve çılgınlar gibi seviyordu. Gülnar çok mustaripti. Saçları, kendini ele verecek, dün­yayı baştan çıkaracakmış gibi, uzun ve güzeldi. Gözleri, yeni ayı kıskandıracak; yüzü, güneşi utandıracak denli, pervasız ve berraktı.

Peri padişahının küçük oğlu intikam sevdasıyla yanıyordu. Gece olup gündü­ze, gündüz olup geceye, mecnun olup sahraya düştü.

Gülnar İçin Gagası Şafağa Uyanmış Güvercin Sihiri

Peri olup at kılığına girdi, bağ bahçe koymadı dağıttı, yıktı, tüketti küçük oğul.

Sihir çoktu.

Gökte, havâi fişekler, barut ve bilgisayar tüketen sesler M, ülkenin tümünü reklâm savaşlarıyla kuşatan bir karabasandı.

Herkes meyvesini, sebzesini pazara çıkarmışken, saray bahçıvanı yoktu. Padi­şah sordu. Bahçıvan;

“Nasıl getiririm şevketlim, bir at gelir, sihirli bir at, bağı bahçeyi komaz haşat eder.”

Bir hendek kazdılar derince. At geldi. Tuzağa düştü. Ahıra bağladılar.

Aylarca bir şey yemedi, huysuzlandı at.

Ülkede, ona yem vermedik bir Gülnar kalmıştı.

Gülnar gittiğinde, huysuzluğu uysallığa dönüştü, eliyle verdiği yemi, son de­mine dek yedi.

Padişah,

“Bu atı çok sevdim, buna sen bakacaksın” dedi. Gülnar’a.

Gece. Gülnar uyuyunca, at silkinerek kalktı. Ayın on dördü gibi bir yiğit doğu­verdi.

Sonra, ellerini ibadet eder gibi göğe kaldırarak, haç çıkardı genç adam. İbadet, ateşe tapar bir geceydi.

Gümüş mercan gözleri, hilâl kaşları, kalbindeki sihir ateşi, yumuşacık ayvatü- yü sesiyle Gülnar’ın kalbini bağladı.

Ruhuyla beraber gözleri de ağlıyordu.

Gülnar, ürpertiyle kalbinin ellerini uzattı ona:

“Uzat ellerini sana biat edeyim.”

“İnanma ona.’’

Sihir. Gülnar, şeffaf bir mahbeste gördü ruhunu.

Yalvarıyordu: Gözlerinden ve zamandan korkuyordu.

Sihirli bir gülüşle erimeğe başladı.

“Madem” dedi Gülnar, “Sihre kapılarak babam sana adadı beni, kalbim şenindir. ” Yiğit, “Şafakta kuş olup uçacağız, tılsımdan kimseye söz etmeyeceksin.”

Üç kardeş şafakla beraber uyandılar. Beyazlar giyinip uçtular. Büyük kız, “Süt­te leke var, benim yârimde yok” diye inliyordu.

Diğeri, “Kargibi beyaz.”

Gülnar duyulmuyor ve seçilmiyordu: “Babam adadı beni.”

Nereye uçtuklarını bilemeden uçtular, döndüler.

Ertesi şafakta uyandılar. Al giyip uçtular.

Nereye uçtuklarını bilmeden gittiler, dönüp uyudular.

Sonraki şafakta karalar giyinip uçtular.

“Tılsım” diye, sihirden söz etti Gülnar.

Büyü bozuldu.

Gün döndü.

Düşte gibiydiler.

Kuş bağlandı, yiğit kayboldu.

Bütün kuşlar yuvalarından çekildiler. Tek canlıya rastlanmıyordu. Gülnar, ge­niş, engin bir çölde yapayalnız, ürkek bir ıstırap gibiydi. Vazgeçemiyor, onunla olamıyordu. Neredeydi? Kimdi? Nasıldı? Kalbi neredeydi? Dünya dönüp duran, büyüdükçe kararan bir taş parçası gibi kaskatıydı.

Göğe eğildi:

“Demir asan eğilmedikçe

Demir çarığın delinmedikçe

Hacıleylek başına yuva yapmadıkça

İnce kemer belini kesmedikçe

Beni arayıp da sevda köyünde bulasın.”

Yaralı bir kuş sesi gibiydi. Kanatlandı.

İhtiyar padişah tahtıyla beraber öldü. Kızma ellerini müşfik uzatmış, bir kıla­vuz bırakmıştı.

Bir Züleyha Tacıdır Ördüğü Hüzünlere

Gülnar fecrikâziple kalktı. Demir asa, demir çarık, ince kemer aldı ve yola düştü.

Babasının mezar taşında yüz yıllık utancı ve gözyaşı çizilmişti.

Aylar aylan, yıllar yıllan, yüzyıllar yüzyılları kovaladı.

Gülnar kurtlar ülkesine geldi.

Ülkenin girişinde korkuyla geriledi. Alıp ülkenin hakimine götürdüler. Hükümdar’a sordu. Tanıyan yoktu.

Bir sonraki ülkenin hakimine gönderdiler.

Düşleri Veda Etmede Zamansız Gecelere

Gülnar elindeki kılavuza uyarak düştü yola.

Dağ yaklaştıkça güneş doğuyor, güneş doğdukça ay bölünüyor, ay bölündük­çe yıldızlar parlıyor, yıldızlar parıldadıkça dağın gözündeki gümüş bakışlı kuşlar selâmlıyorlardı Gülnar’ı.

Pusu?

Yoktu.

Dağ?

Gümüşle yakut arasında bir tabiat diliydi.

Dağın gözünde sihri haber veren ihtarlar gördü Gülnar.

Düne uzandı. Gelecek parladı. Bir yaban çiçeğinin dile gelip babasının mezar taşındaki hüznün müziğiyle kalbine ağan sihir çilelerini dillendirdiğini duydu. Gitgide gezindi. Dün, ansızın çıkıveren bir samyeliyle saçlarından uçan bir haşir- çiçeği oluverdi. Çiçeğin ellerine bıraktı kendini. Sihir cadıları üşüştüler başına. Bin; zambakların en ıssız yerlerde açmış zehirlilerinden küçücük bir şehir, diğe­ri; gülleri, leylakları, eleğimsağmaları, kalbi mercan, dili mercan, gözü mercan bir sonsuzluk tacı yapıp, sonra tacı sihirleyip, etim sabahlara gebe bir kadın gibi rüya sancılarıyla doğan kötürüm bir çocuk, vehim tuzağıyla örülü kıpkızıl dağ saçları yaptığını anlattı. Günlerce Gülnar’ın çevresinde döndüler. Korkuyla yığı­lıp kalmıştı oraya. “Kendimi bilmiyordum. ”

Dağın gümüş bakışlarından süzülen bir kalp ve akıl arasında gidip gelmekten bıkmış, yeni açılan berzahi bir yolda, şeklini ve dünyasını tarihe ve insanların zih­nine armağan ediyor, gibiydi. Kısacık ömrüne yerleşen dünyasını leylaklarla süs­lemek, sonra onu güller arasındâki kadınlığından süzülen bir zaman süsü olarak beslemek geldi kalbinden. Sustu, sihir doğmakta, suretiyle görünmekteydi. Ken­disini çaresiz, sûretin diline bıraktı Gülnar. Dağ geçit verdi.

Arslan ülkesinin girişinde saldırdılar. Kılavuzu çıkardı. Alıp ülkenin hakimi­ne götürdüler. Tanıyan bilen yoktu. Geçit’e kadar uğurladılar Gülnar’ı.

İmbattır Aşk ve Işık Görmemiş Tomurcukların

Geçidin sonunda, yaklaştıkça küçülen şeffaf bir saray görünüyordu. Gurup gü­neşi gibi kaynayan ateş gerisinden saraya sağılan kuşlar, saraydan atılan sesler ve kemikler uçuşuyordu. Gülnar, saraya yakınlaştıkça içinde sürekli tahrip ve ta­mirle çalkalanan şehirler ve o şehirlerde her zaman harb ve hicret içinde kayna­yan ülkeler ve o ülkelerde her vakit hayat ve ölüm içinde yuvarlanan âlemler gör­dü. Bir kasırgaya kapılır gibi derin bir karanlığın yüreğine düştü. Işıkla ateş ka­rışmışlar, sanki dünya durup Gülnar dönmeye başlamıştı. Yer, gök neredeydi? Yükseklik neydi? Bu dağdağalı, bu hercümerc içindeki karanlığın yüreğinde bir ışık bulduğunda hemen üstüne bir kelime bırakıyordu. Sonra bunların işaret için birer alâmet olduğunu anladı. Karanlık derinleştikçe derinleşti. İşaret keskinleş­ti. Hüznünden yükselen âhların karanlığın erişemediği bir yerde şefkatli bir bu­lut oluşturduğunu gördü. Güneş göründükçe Gülnar parlıyordu.

Kuşlar ülkesine geldiğinde sessiz bir korku karşıladı onu.

Çığlık çığlığa Gülnar’ı çevrelediler. Kılavuzu buldu.

Sordular. Bilinmiyor, tanınmıyordu.

“Daha sorulmayan kaldı mı?” dedi hükümdar.

“Haberkuşu kaldı” dediler.

Haberkuşu, naz kuşuydu. Buldular. “Gelmem, bilmem ve göstermem” dedi. Hükümdar, “Ne istiyorsa, verin, göstersin” diye emir verdi.

Haberkuşu’nun rehberliğinde iki kuş kanatlarına aldı Gülnar’ı, uçtular. Hü­kümdar içinde inci büyüten sihir gizli bir mahfaza vermişti. Mahfaza, abanoz ağacından yapılmış üzerine mavi ışıklı bir dille şafak kalbi işlenmişti. Uçtular uçtu­lar, denize kavuştular. Denizden öteye hükmedemeyen Haberkuşu, “Biz dönece­ğiz, öte geçemeyiz” diyerek havalandı.

Gülnar, umutsuz sahilde, denizin karaya kavuştuğu, dalgalarla kayaların öpüştüğü çizgiye uzandı. Yere bırakır bırakmaz; mahfaza, yeşille mavi arasında uzak bir denizhülyâsı oluverdi. Hülyaların tüyler üzerinden doğan engin sesinde kayboldu

Girdiği dünya hep geceydi.

Dünya menzil gibi küçüldü.

Deniz yüzündeki canlılar ve insanlar görünmeyecek derecede küçüldüler.

Görünen, dünyanın içinden ve üstünden menzil’i sermedi avuçlarında karan­fil sesi gibi okşayan kudretli, bir ışıktı. Gülnar, kalbine gizlenmiş üç büyük cena­ze başında gördü kendisini. Saçlarındaki leylak rüzgârı, ölmüş ve defnedilmiş kabri üstünde bir mezar taşıydı. Yer ve gökteki bütün güllerin ölüp mazi kabrine defnedilmiş büyük cenazesinin başında, mezar taşı olan kendi çağının yüzünde gezer karınca gibi küçücük bir canlıydı. Sonra, insanlar gibi her sene dünya yü­zünde seyyar bir dünyanın ölümüyle büyük dünyanın da ölümüydü.

Üç büyük cenazeden Gülnar’ın ruhuna bakan pek çok menfezler açıldı. Biri akıl nuruydu. Biri melek ruhu. Biri vicdan ışığıydı. Biri gül ruhu. Gülnar, denizle gül ruhunun kavuştuğu zengin, yapayalnız bir nar çiçeğiydi şimdi. Deniz aralan­dı, perde gerildi. Gülnar, denizin nerede bittiğini anlayamıyordu. Yorgun, kaya üstüne yığılmış soluklanırken sanki biri götürüyormuş gibi eli başına gitti. Hacı leylek yuva yapmıştı.

Ayaklarına uzandı bakışları, demir çarıklar delinmişti.

Elindeki asa iki büklümdü.

Denizin bittiğini, ağaçların başladığı geniş tabiattan bildi.

Yürüdükçe sokaklar inceldi, yol kırıldı, dünya küçüldü, menzil büyüdü, çocuk­lar göründü.

Birine sevdakonağı’nı sordu.

Çocuk korkuyla ağladı.

“Niçin?” dedi Gülnar.

‘Yedi kat yerin dibinde sihirli elleriyle konağın hanımı duyarsa geldiğini.”

Gülnar dinlemiyordu.

“Sen” dedi çocuğa, “Koşa koşa git, konağın kapısı önünde dur, ben anlarım. ”

Çocuk koştu, kapıya ulaşınca düştü, kalkıp tekrar koştu.

Gülnar vardı konağa. “Hanım”a yalvardılar hizmetçiler, Gülnar’ı konağa aldı­lar.

Konak, büyük bir meydana açılan geniş kapılarıyla yetmiş menzilliydi. Gül­nar’ın odası, yiğidin kapandığı, ayrı yönlerden bakıldığında ışıklı, loş ve karanlık görünen gizli menzilin kaybolduğu yerden başlıyor, bir ucu kaybolan şimşek ço­cuğuna, bir ucu babasının mezar taşma, diğer ucu saçlarına uzanıyordu. Gülnar, hizmetçilere katıldı, konağı gezdirdi, tanıttılar.

Bir odadan, yıllardır bitip tükenmeden incecik bir sabır gibi müzik damlıyordu/”sevda odası” dediler, ama yetim.

Bir başka odadan kapısı açılmayan, açıldığında çağlar boyu birikmiş yalnızlık nehri boşanacak mercan gizliydi/”hüzün odası” dediler, ama muzlim.

Bir diğer odaya, dünya kurulduğundan bu yana güneşten damıtılmış sabah ço­cukları hapsedilmişti/”gül odası” dediler, ama gizli.

Malana kokulu, teknik dilli resim odasına tozları silinmiş kelebek kanatları doldurulmuştu/”coşku odası” dediler, ama korkulu.

Orman müjdeli mustarip yunusların serildiği odaya “aşk odası” dediler, ama solgun.

Gülnar’ın aradığı oda, kamında taşıdığı sihre gebe çocuğun gözbebeğine yer­leştirilmişti. Hüzünle titriyordu. Hizmetçi kadınlar, doğumun göze yaklaşan kir­pik gibi yakınlaştığını, can bedenle birleştirilinceye kadar sürenin uzayacağını öğrenince hayret evi kurdular ve hiç bitmeyecek bir ağlamaya durdular.

Menzil’in birisi, yeşilin yedinci diliydi ve Gülnar’ı kahrediyordu.

Konağın terzisinin kapatıldığı odada hiç giyilmeyecek şiddet aygıtları biçilip dikilmekte, tekrar bozulup tekrar dikilmekteydi. Konak Efendisinin bayramlığım terzi dikecekti. Bayram gelmiyordu.

Gülnar’ı, sabahın ilk ışıklarıyla beraber, karşı odada, gözlerinde mantık çığlık- lan ağlayan kumrular uyandırdılar. Gülnar kalktı ve işaret parmağında elmas bir yüzüğün parıldadığını gördü. Konağın hanımına koşup haber verdi hizmetçiler, “Aman sultanım, yeni gelen hizmetçinin parmağında bir elmas parıldarki, ancak size lâyık…” Yedi kat yerin dibinde sihirli elleriyle Hanım uzandı ve Gülnar’ın kal­bindeki isteği seçti. Konak Efendisinin odasında bir gece kalmak diliyordu. Efendi’ye sihir içirip, Gülnar’ın yüzüğünü aldı, gece odasına gönderdi. Gülnar şalağa dek Yiğit’in yanında inledi.

“Demir asam eğildi demir çarığım delindi hacı leylek başıma yuva yaptı ince kemer belimi kesti uyan sevdalım uyan.”

Şafakta odadan çıkardılar Gülnar’ı.

Terzi, odasında biçip dikiyor, bozup tekrar dikiyordu.

Gülnar’ın serzenişlerini dinlemişti gece boyu.

Aşk veya Balrengi Bir Fecir

Bir sonraki şafakta kumrular tekrar uyandırdılar Gülnar’ı.

Boynunda zümrüt bir gerdanlık parlıyordu. Koşup Hanım’a haber verdiler. Ye­di kat yerin dibinde sihirli elleriyle Hanım uzandı, Gülnar’ın kalbindeki isteği seçti. Bir gece bir gündüz Yiğit’le beraber kalmak istiyordu. Sihri kurdu, Gülnar’ı Efendi’nin odasına gönderdi.

Terzi, biçip dikiyor, bozup tekrar dikiyordu.

Gülnar bir gün bir gece Yiğit’in başucunda ağladı.

Bir sonraki sabah, Terzi, uyanan Efendi’ye Gülnar’ın yalvarmalarım anlattı. Gülnar, odasında;

“Demir çarığım delindi

Demir asam eğildi »

diye inleyince, Yiğit gözlerini açtı. Bakışlarını, Gülnar’ın belindeki gümüş ke­mere uzattı. Gözlerini göremedikleri, seslerini duyamadıkları şeffaf bir hürriyet çocuğu doğdu. Çocuğun doğduğu dünyadan ışık ve sesle birlikte, yedi kat yerin , dibinde sihirli elleriyle Konağın hanımı eridi.

Çocuk hangi çağdaydı, neredeydi, nasıldı? Bilinmiyordu.

Saçları, bir tutam umut gibi sırılsıklam maviydi.

Gözleriyle hürriyet söylüyor, ufuk soruyor, boyut seriyordu.

Babası kiliseye götürdüğünde çığlık çığlığa yok oluyor, hasta annesinin başu- cunda elleri göğe yükselmiş bulunuyordu.

Suyun havaya, aşkın nefrete dönüştüğü bir avuç kül savrulurken çocuk uçsuz bucaksız bir şafak oldu.

Çağlar çağlan kovaladı.

Çocuk, her çağa bir gül ve bakış diliyle girdi.

Bir mecnun masalı olup şahdamarlarda dolaştı.

(“Bir Mecnun Masalı”, Gerçeği İnciten Papağan, 1992, s. 179-190)

KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler