Kimdir

Orhan Kemal Hikaye ve Romanlarından Örnekler

Orhan Kemal Hikaye ve Romanlarından Örnekler: Orhan Kemal, hikâye roman ve tiyatro türlerinde eserler vermiştir. Hikâyeleri ile romanları arasında, konu, anlayış, üslûp bakımlarından büyük ayrılık görül­mez. Yalnız o, hikâyeciliği, romancılığa geçmek için bir basamak saymaktadır. Neredeyse Hikâye’nin ayrı bir tür olduğunu unutmuş onu, acemi romancıların bir tecrübe tahtası gibi görmektedir.

“Kanaatimce, küçük ve uzun hikâyelerinde iyice bilenmeyen kalem, romanı zor yazar, yahut yazamaz. Çünkü hikâye kompozisyonlarını kolaylıkla kıvırama- yan bir yazar, çok daha büyük, çok daha enine boyuna bir kompozisyon isteyen romanı meydana getiremez.”

Ne var ki, romana geçtiği yıllardan sonra da hikâyeyi büsbütün bırakmamış­tır.

Hikâye kitapları şunlardır:

Ekmek Kavgası (1949),

Sarhoşlar (1951),

Çamarşırcının Kızı (1952),

72. Koğuş (1954),

Grev (1954),

Arka Sokak (1956),

Kardeş Payı (1957),

Babil Kulesi (1957),

Dünyada Harb Vardı (1963),

İşsiz (1966),

Önce Ekmek (1968).

 

Romanları ve Romancılığı

Orhan Kemal, önce hikâyeleriyle tanınmış sonra romana geçmiştir. Çok sayı­da olan romanları:

Baba Evi (1949),

Avare Yıllar (1950),

Murtaza (1952),

Cemile (1952),

Bereketli Topraklar Üzerinde (1954),

Suçlu (1957),

Devlet Kuşu (1958),

Vukuat Var (1959)

Gâvurun Kızı (1959),

Küçücük (1960),

Dünya Evi (1960),

El Kızı (1960),

Hanımın Çiftliği (1961),

Eskici ve Oğullan (1962),

Gurbet Kuşlan (1962),

Sokakların Çocu­ğu (1963),

Mahalle Kavgası (1963),

Kanlı Topraklar (1963),

Bir Filiz Vardı (1965),

Müfettişler Müfettişi (1966),

Yalancı Dünya (1966),

Evlerden Biri (1966),

Arkadaş Islıklan (1968),

Sokaklardan Bir Kız (1968),

Üç Kağıtçı (1969),

Kötü Yol (1969),

Ter­sine Dünya (1986).

Ayrıca Senaryo Tekniği (1963) adlı bir eseriyle Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl (1965) adlı Bursa hapishanesi hatıraları vardır.

Orhan Kemal, sosyal gerçekçilerin aşırılarından olan bir yazardır. Toplumcu­luğu, kolayca sınırlanmayan ve kendisinin de belirleyemediği bir sosyalizm ola­rak görmüş ve o görüşü türlü olaylar, gözlemler içinde telkin eden romanlar yaz­mıştır. Roman sanatının gerçekleriyle, ruh tahlilleriyle uğraşmayı bir “boş iş” saymıştır. Onca roman, kendince doğru olan şeyleri, okuyucuya, cazibeyle sun­maya yarayan bir vasıtadır. “Sosyal endişe ile mi, sanat endişesi ile mi yazarsı­nız?” sorusuna şu cevabı vermektedir:

“ Bu iki endişe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Sosyal endişe sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında vardığı kanaatlerin netice­sidir. Her şeyden önce bir fikir adamı olması lâzım gelen sanatçı sosyal endişele­rini, sanat yoluyla belirten insandır. Demek oluyor ki, peşin (önce) sosyal endi­şe… Fakat bu, sanatın ikinci plâna itilmesi demek değildir.. ”

Böyle düşünen yazıcı, iyi tanıdığı ve ömrünü geçirdiği muhitler içinde olagelen haksızlık, yolsuzluk, düzensizlik ve kötülükleri, bazen sebeplerini aramak, bazen de iyice abartmak, bazen de sırf gözler önüne sermek yoluyla öne sürmeye çalışıyor. Toplumu “değiştirmek” için kalıplaşmış birtakım Marksist fikirleri savunuyor.

Ona göre, hiçbir insan kötü değildir. İnsanları kötü yapan toplumun sosyal şartlandır. Bu şartlar, sosyalist metotla düzeltilecek olursa, insanlar iyileşecek; ağa-ırgat, işçi-patron ve sınıf, zümre çekişmeleri kalkacaktır. Yazar, bugünkü dü­zenin bozukluğunu göstermek için o çekişmeleri, yolsuzlukları ve haksızlıkları, mübalâğalı bir tarzda yazmayı tercih ediyor. Yalnız ekmek ve “cinsel aşkı” (seks) toplumu idare eden iki esaslı ihtiyaç konusu olarak alıyor. İnsanlar bu iki şeye ulaşmak için didişiyor, vuruşuyorlar, fakat bunların her ikisi de arslan ağzındadır. Didişmelerine rağmen, kötü aracılar yüzünden onlara nail olamıyorlar, ya ek­mek ya da aşk yolunda tükenip gidiyorlar. İşte Orhan Kemal, her yerde var saydı­ğı bu tükenişleri yazarak topluma bir romancıdan çok bir politikacı gözüyle bakı­yor. Benzerleri ve taklitçileri gibi “Politika romanları” yasıyor.

Orhan Kemal, bir sosyal gerçekçi olarak gerçeklerin çok yanlılığını, tarafsızca görmek istemez. Tersine olayların yalnız bir yanını alıp fikirlerine malzeme olarak kullanır. Yolsuzlukları tek bir “yorum tarzı”na bağlar. Oysa aynı yolsuzluğu başka bir açıdan yorumlamak, başka birçok çözüm şekillerine bağlamak mümkündür.

Orhan Kemal, roman ve hikâyelerinde anlattığı şeyleri görmekle kalmamış ay­nı zamanda yaşamış bir insandır. Hatta sırf yaşadığı şeyleri yazdığını ısrarla be­lirtmektedir:

“Ben, köylüyü, köyünde (iken) yazmıyorum. Çok iyi bildiğim şeyi yazmak taraflısıyım. Görmeliyim, yaşamalıyım ve içimdeki o sanatkârlığın verdiği hız, beni itmeli. Adana’da Millî Mensucat Fabrikasında uzun seneler, küçük memurluklar, kâtiplikler yaptım. Bu sırada gurbete çıkmış orta Anadolu köylüleriyle tanıştım. Çırçır işçileri filân. Bu ham vatandaşların, şehir madrabazları elinde nasıl istis­mar edildiklerini gördüm. ”

Yazar, “bir çeşit kabartma sinema tekniği” kullandığını “kendisini aradan çe­kip okuyucuyu, anlattığı şeylerle başbaşa bıraktığını” söylüyorsa da, bunun yal­nız bir dilek olarak kaldığı şüphesizdir. Çünkü kahramanlarının kimine acıyarak, kimini severek, kiminden nefret ettiğini belli ederek “kendini aradan çekme” il­kesinden uzaklaşır. Olayları sık sık yorumlayarak normal akışlarına engel olur. Çevre ve kişilere realist gözlemci gibi değil, dâvacı bir adamın hıncıyla bakmak-

 

Orhan Kemal’in sayıca otuz kitap dolduran roman ve hikâyeleri konulan açı­sından üç bölükte toplanabilir

a) Kendi hayatını anlatan eserler; Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Grev, Cemi­le vb.

b)  Çukurova toprak ve çırçır işçilerini anlatan eserler: Bereketli Topraklar Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğullan, Kanlı Topraklar vb.*

c)   İstanbul’un yoksul insanlarını anlatan hikâyeler Suçlu, Devlet Kuşu, So­kakların Çocuğu, Gurbet Kuşlan vb.

Olaylar .

Orhan Kemal, bir konuşmasında diyor ki:

“Hikâye ve romanlarım için bazen şöyle sorarlar:

–   Bu anlattıklarınız gerçekten oldu mu? Cevap veririm:

–    Okuduğunuz şeyler gerçekten olabilir mi, olamaz mı ?

–    Olabilir, olup duruyor…

–   Şu halde önemli taraf, gerçekten olmuş olması değil, olabilip olamamasıdır.”

Böylece Orhan Kemal, gözlemlerine dayanarak, “olabilir” şeyleri, ama mübalâğalandırarak, tek yanlı bakarak, tek açıdan yorumlayarak yazmaktadır. Özellik­le: En fazla ekmek veya aşk peşinde tükenen hayatlar, toprak ağası ile ırgadın ça­tışmaları, köylünün makine karşısındaki şaşkınlıkları, köyden şehre göçün do­ğurduğu meseleler, gurbetçilerin büyük şehirde harcanmaları, yurdumuzda orta tabakanın yoksullaşması, kötü terbiye veya bakımsızlık yüzünden telef olan ço­cuklar, kaba erkeklerin baskısı altında perişan kadınlar, türlü çevrelerde bayağı­laşan aşklar… gibi konu ve temaları işlemesi bundandır.

Kişiler

Orhan Kemal’in, Hüseyin Rahmi gibi kalabalık bir kişi kadrosu vardır. “Kü­çük adamlar” dediği bu kadro içinde işçiler, ırgatlar, fahişeler, yosmalar, suçlu çocuklar, mahpuslar, gardiyanlar, işçi kâhyaları, dilenciler, çöpçüler, işten atıl­mış memurlar, köyden kopmuş rençberler, gurbetçiler, kürtajcı doktorlar, onlara müşteri sağlayan simsarlar, ağalar, patronlar, emekliler, dullar, ihtiyarlar… velha­sıl, ekmek peşinde koşan, aşk ihtiyacıyla çırpınan, haksızlıklar, düzensizlikler içinde ezilmiş, hırpalanmış olan, günahı olmaksızın başkalarının kahrını çeken veya eziyet eden, atlatan, sömüren, boğuşan bir alay insan kaynaşır durur.

Yazara göre bu kişilerin kimi ak kimisi karadır. Bir kısmı suçlu, fakat büyük çoğunluğu o suçluların kurbanıdır. Bu kurbanlar, bir kötü düzenin sonucudur. Yazar, bu kurbanlarına acır

“Ben bu gurbetçi işçileri seviyor muyum? Acıyor muyum onlara? Yoksa bun- larm iptidailiğine, cahilliğine, kepazeliğine kızıyor muyum? E, şöyle bir kendimi yokladığım zaman acıyorum… Çünkü onu ben, kendi çocuğum, kendi evlâdım ye­rinde görüyorum. İstemiyorum yumruklanmasını, parçalanmasını, ezilmesini.”

Bu anlattığı kişilerin bir kısmını, iyi tanır. Neyle geçindiklerini, neler özledik­lerini bilir. Onları büsbütün aşağılatmaz. Direnişlerini sağlamaya çalışır. Bugün­kü sıkıntılarıyla birlikte gelecek umutlarını da anlatır. En kötü şartlar altında bi­le, onlarda kalan insan cevherini ortaya koymak ister. Ne var ki, bazı sınıf ve zümre kişilerinin kötü ve ıslâh kabul etmez olduğuna önceden karar vermiştir. Onla­ra hiçbir “insanlık” yakıştırmaz.

Romanlarında iyi duygulu, becerikli, mücadeleci, bazı coşkun kişiler vardır. Yazarın kendi kendisini yaşattığı bu kişiler vak’anın sonucunu olumlu kılarlar, içinde yaşadığı geçim şartlarına baş kaldıran, başkalarının refahını kıskanan, is­yancı genç adamlar yakışıklı ve çalımlıdırlar. Çok defa zalim patronların göz koy­duğu işçi kızlarla sevişirler.

Kadınlarının bir kısmı ihtiyaç için kötü yola düşmüş, zorla kirletilip bir yana atılmış, erkek zorbalığı altında kıvranan düşkünlerdir. Fakat bir kısmının üstün kişilikleri vardır. Cemile gibi iyiliksever kadınlar temiz aileler kurarlar.

Çevre

Orhan Kemal, toplumun alt katının ve hayatını güçlükle kazananların yaşa­dıkları çevre ve muhitleri yazmıştır. Adana işçi muhitleri, Çukurova tarlaları ve İstanbul’un bakımsız fukara semtleri, en çok ele aldığı yerlerdir. Bunun yanında, çocukluğunun geçtiği yöreler, hapishanedeki 72. Koğuş, sübyan koğuşları, işçi mahallelerinin ve gecekonduların acınası halleri, ırgat pazarlan, “ayaktakımının” dolaştığı semtler, viraneler, Çukurova’nın kızgın güneşi altodaki “iş cehen­nemi” fabrika içleri vb. özel bir dikkatle canlandırılır. Yazar, bu çevrelerin ayrın­tılı ve hareketli tasvirinde ustadır. Bu yoksul ve düşkün insanları da hem acıma hem sevgiyle anlatmaktadır.

Üslûp

Orhan Kemal’in en çok tenkit götüren bir yanı üslûbudur. Kendisi zaten bi­çimden çok muhtevayı, üslûptan çok konuyu önemsediğini birçok defa söylemiş­tir.

Üslûptaki ihmalciliğinin asıl sebebi, çok yazması, bir de kültür yufkalığıdır. Ne var ki sanatçı daman tuttuğu bazı yerlerde güzel sayfalar yazabilmiştir.

Hikâye ve romanlarında çok yer tutan söyleşmelerle hareket sağlamayı başa­rır. Kısa ve canlı olan bu konuşmalar arasında “çirkin ve ayıp” sayılan kelimeler çoktur.

Söyleşmelerde en çok şive taklidi yapan romancı Orhan Kemal’dir. Bu konu­da Hüseyin Rahmi ve meddahlar geleneğini sürdürmüş ve aşırıya götürmüştür. Bunlar araşma güldürücü deyişler de sokuşturur. Lâz, Kürt, Arap, Yanyalı, Girit­li, Boşnak, Arnavut, Fahişe, Mahalle kansı vb. ağızlarını başarıyla taklit eder.

Yazar, bu konuda, çokça tenkit edildiği için son eserlerinde, şive taklitlerini biraz azaltmıştır. Ne var ki, o bu “mukallitliği” sosyal gerçekçiliğin icabı diyerek savunmaktadır:

“Tiplerimin ruh tahlillerini ben yapamıyor, bizzat kendilerine yaptırmak isti­yorum. Bunun için de şive farklarını korumaya mecburum…. Aksi halde tipler arasındaki özellik kaybolur. Bütün tipler aynı dille, yazarın diliyle konuşur ki, bu yalancılıktır.”

Orhan Kemal, söyleşmeler dışında da savruk, gelişigüzel, fakat rahat okunur bir tahkiye, hitap ve tasvir çeşnisi bulmuştur. Öbür gerçekçiler gibi o da, İstanbul kültür dilinden uzaklaşıp Anadolu kelimeleri ve cümle yapılarına dayanan bir an­latımda karar kılmıştır.

 

Cemile’den

Cemile, Sırbistan’dan Çukurova’ya göçmüş eski bir derebeyi ve çete reisi olan İhtiyar Malik’in kızıdır. Kardeşi Sadri’yle birlikte bir pamuk fabrikasında çalış­makta olan bu güzel kız, herkesin dikkatini çekmekte, özellikle Çopur Ali adlı bi­ri, onu kaçırmak istemektedir.

Cemile, o fabrikada çalışan yoksul bir memura gönüllüdür ve onunla evlene­cektir. Kırların ve dağların hür havasına tutkun olan Malik ise çocuklarının fab­rikada çalışmasını istememekte, arkadaşı Muy’un çocuklarına olduğu gibi, onla­rın da başına bir iş gelmesinden korkmaktadır. Nitekim Cemile ile Sadri’yi alıp bir toprak parçası üzerine yerleşmeyi hayal etmektedir.

Cemile yazarın sembol ve ideal kadınıdır. Fabrikada kâtip olarak çalışırken, âşık olduğu genç kızdır. Zağrep’te doğmuş bir Boşnak güzelidir. 5 Mayıs 1937’de onunla evlenmiştir. Eşinin yani Cemile’nin asıl adı Nuriye’dir.

Cemile’nin babası da Orhan Kemal’in babası gibi, zenginlikten yoksulluğa düşmüşlerdendir.

«İhtiyar Muy, ihtiyar Malik’in hemşerisi, çocukluk arkadaşıydı. Tara ırmağı

boyundaki (………… .) kasabasında birlikte büyümüşler, birlikte silâh kullanmağa

başlamışlardı. İçtikleri su ayrı giderdi. Malik hâlâ o kadar severdi ki, onun için kan dökebilir, bu ihtiyar yaşma; Sadri’ye, Cemile’ye rağmen, hapislere girebilirdi.

…Muy’un bir tek oğlundan başka kimsesi kalmamıştı. O da Şarkta çok uzak bir yerlerde askerdi.

Memleketin eşrafından Âmir Ağanın teşvikiyle Karadağ Milletvekili Boşko Boşkoviç’in öldürülmesi üzerine başlayan katliamdan kurtulmak için kaçmadan önce, Malik ve Muy ismi, Sırplar üzerinde yıldırım etkisi yapardı.

İstanbul limanına birkaç parça mücevherle ayak basan kalabalık iki ailenin elindeki, avucundakiler şaşılacak bir hızla eriyiverince, Malik’le Muy hayatların­da ilk defa geçim derdi diye bir şey olduğunu öğrendiler.

İki erkek ekmek kavgasına atıldı, olmadı. Ata binmek, silâh kullanmak, pusu kurup kelle biçmekten başka şey bilmiyorlardı. Şehir ise bundan anlamıyordu.

Fabrikaları ve pamuk tarlalarıyla meşhur bir cenup Anadolu şehrine göçüldü. Ne yapılsa nafile. Beceriksiz derebey torunları elleri böğürlerinde kaldılar. O za­man talihlerini denemek sırası kadınlara geldi. O kadınlar M, dallan yerlere de­ğen koyu gölgeli meyve bahçelerinde gülüp türkü söylemek, süslenip, salına salı­na dolaşmaktan başkasına alışmamış, rahatlıktan semirmiş kadınlardı. Fabrika­ların pamuk tozu yüklü, kola kokulu, rutubetli havasında hızla kuruyup çirkinleş­meğe başladılar. Gün gelir, ellerinde mendil, küt küt öksürerek, iki iyilikten biri­ni dilediler.

Daha sonraları kadınlar toprağa verildi, çocuklar fabrikalara…

Çok geçmeden Muy’un büyük km bir Çingene çalgıcının peşine takılıp gitti. Küçüğe gelince… Bu sessin akıllı bir kızdı. Çok da güzeldi. Paydoslarda peşine sü­rü sürü delikanlılar düşerdi de, o hiç birine yüz vermezdi.

Bir gece yarısı saat on ikiden sonra, fırtına, yağmur… Yer yerinden oynarken, Muy’un km kendi kendine sokularak mahallenin dar sokaklarında yapayalnız iş­ten geliyordu ki, önüne birtakım insanlar çıktı, kızın ağzını sıkıca kapayıp köşe­de bekleyen eski bir Ford’a sokup uzaklaştılar.

Gidiş o gidiş…

Yemek, içmekten kesilen Muy, haftalarca çılgına döndü, sokaklarda yan deli; dolaştı durdu. Neden sonra bir gün bir çoban, barsarsklarını köpeklerin çekiştirdi­ği, başı taşla ezilmiş bir cesetten bahsedince her şey anlaşıldı.

İhtiyar Muy o gün, bugün yarı delidir. Guslisi daima koltuğunun altında, canı istediği zaman çalar, söyler ve ağlar.» (Cemile,. 1952, s. 93-95)

Hanımın Çiftliği’nden

Çukurova’nın zengin çiftlik ağalarından biri Muzaffer Bey, siyasî nüfuz kulla­narak birçok topraklan kendi üzerine çevirdiği için köylünün nefretini toplamış­tır, batta bazıları onu öldürmeyi düşünmektedirler.

Öte yandan şımardıkça adamlarına hor muamele eden bu bey, ırz düşmanıdır da: Yeğeni Ramazan’ın güzel karısı Güllü’yü ayartarak onunla evlenmiş, eski sev­gilisi Gülizar’ı boşamıştır. Bey’le evlenince Serap adını alan Güllü ise, sonradan görme şımarığın biridir…

«Muzaffer Bey direksiyona geçmiş, arabayı tam çalıştırmıştı ki, Yasin Ağanın kerpiç huğunun kapısı açıldı. Gün görmüş, umur sürmüş, çiftliğin direği koca Yâ- sin, ağlayacak kadar hırslı, arabaya yaklaştı. Bakmıyordu. Ne arabaya, ne de arabadakilere… Nefret ediyordu onlardan.

Hüzünlü ama tok sesiyle:

Muzaffer Bey arabayı işletmekten vazgeçerek, sordu:

–    Nereye?

Akları damar damar kanlanmış gözlerini hınçla kaldırdı.

–    Helâl süt emmiş bir ırz ehlinin kapısına!                                                    *

Muzaffer Bey sarsıldı:

–      Yaa!.:

–        Dal budak salan boynuzlarımdan yerlere geçiyorum. Köyün içinde dolaşamaz oldum. Kimselerin yüzüne bakamıyorum!

Boğulacak kadar hırslanan Muzaffer Bey tabancasına sarıldı. Çekti. Ama Ya­sin, çiftliğin direği, yetmişlik Yâsin tınmadı bile. Göğsünü gererek:

–          Sık! dedi. Sıksana! Bir tabanca, sıkılmak için çıkarılır kılıfından. Sık! Ekme­ğini yedim bunca yıl. Kanım sana helâl!…

Muzaffer bey toparlanmıştı. Güllü de müdahale etmiş, beyin kolunu tutmuştu.

–                   Amma beni kapında tutamazsın gayri. Yeğeninin avradına dolanan bir dayı­nın ekmeği yenmez, boğar adamı. Boğuluyorum. Gideceğim.

–    Git. Cehennemin dibine kadar yolun var!

İhtiyar Yâsin’in öfkeli sesine çiftlik halkı toplanmıştı. Meraktan büyümüş göz­lerle bakışıyorlardı.

*            Muzaffer Bey haykırdı:

–   Ramazan! Gülizar! Seyyare!

Kalabalığın arasından ilerlediler. Büsbütün yaklaşmadılar. Başlan önlerinde, sinirli, beklediler.

Bey tekrar gürledi:

–   Boynuzlarından utanan var mı başka?

Cevap alamadı.

–    Var mı? Boynuzlarından utanan var mı? Söyleyin!

Gülizar’ın gözü bir an, zarif siyah mantosu içinde gururla oturmakta olan Güllü’ye ilişti. İçi yandı. Onu ilk defa böyle yakından ve muhteşem görüyordu. Kıs­kançlıktan kudurarak beye hınçla baktı.

–    Var, dedi.

–     Var mı? Sen mi? Pekâlâ, defol! Başka?

–    Başkasından ses çıkmadı.

Muzaffer Bey ordakileri bakışıyla ezdikten sonra, arabayı çalıştırdı. Bej Kadil- lâk çiftlikten süzülerek çıktı gitti.

Yâsin Ağa, odasına hınçla döndü        Kendisine ait nesi varsa topladı. Duvar­lardan taş basma Mekke, Medine, Hazreti Ali resimlerini, eski sandığından din ulularının maceralarını anlatan kitaplarını, seccadesini teşbihini, fincanını, cez­vesini… her şeyini aldı. Döşeğinin arasına doldurup katladı. İplik çula sardı, omu­zuna vurdu.

Kapı önünde Zaloğlu’yla karşılaştı. Duvarın dibine çömelmiş, başını yumruk­lan arasına almış ağlıyordu. Yasin Ağa’yı görünce ayağa kalktı.

–   Nereye emmi? Nereye gidiyon Yâsin emmi?

Önüne geçti.

Yâsin Ağa uzaklara, taaa uzaklara baktı. Cenabıallahın dünyası Muzaffer Be­yin çiftliğinden ibaret değildi ya! ,

–     Geri dur Ramazan!

–    Gitme emmi. Beni bırakıp gitme…

Ramazan’ı itip geçti. Birkaç adım attı, durdu:

–       Burda neyin kaldı? El âlemin yüzüne nasıl bakacaksın? Damarlarındaki kan kurudu mu? Ayıp sana ayıp. Gülizar kadar olamıyorsun.

Çiftlikten çıktı. Bir boy gitti, gene durdu. Döndü. Yıllar yılı taşını, toprağını, ineğini, öküzünü, camızını, tavuğunu, horozunu, atını, itini ezberlediği, her karış toprağına emeği geçmiş belki de bir daha hiçbir zaman göremeyeceği yerlere son defa baktı.

İçi kabardı.

İşte nihayet, baba, dede yurdundan çok daha yakın bildiği yerlerden kovul­muştu. Elinde büyüyen, omuzunda gezdirdiği Muzaffer: “Cehennemin dibine ka­dar yolun var!” demişti.

Çukurova güneşinin yetmiş şu kadar yıldır yakıp kavurduğu, köseleye dön­müş yüzü bir an ateşte dağlarmışçasına kıpkırmızı kesildi. İki damla, yalnız iki iri damla yaş yanaklarından toprağa yuvarlandı. Ama kendini çabuk toplayarak, hınçla söylendi:

-Nerde haksız, adaletsiz, ırz düşmanı varsa, Allah kahhar ismiyle kahretsin!”

(Hanımın Çiftliği, 1961, s. 104-106)

 KAYNAK: TÜRK EDEBİYATI 5. CİLT, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, İSTANBUL

İlgili Makaleler